Hayatı güzelleştiren,
sevimlileştiren bir yanı da vardır vefanın, iyilikleri, güzellikleri hatırlatan
ve hatırlattıkça sevgiyi pekiştiren bir tarafı.
Rahmetli Ergun Göze “15 Haziran 1961”
başlıklı yazısını 15.06.2005 tarihinde Tercüman’daki köşesinde yazar. Konu,
Peyami Safa’dır. Makale başlığı ise, Safa’nın Hakk’a yürüyüşünün tarihidir.
Şöyle başlar yazıya:
“Bir senelik dostluğunu ömür boyu unutamadığım üstad.” Bir
dostu hatırlayış ve anma yazısıdır. Yaptıkları dostluk sadece bir yıldır, 44
yıl sonra hasretle hatırlayış, dosta gösterilen vefa.
Hatırlamadır vefa bir
yanıyla. Hatırlayıp, bırakılan verasete uygun davranma. İsminin her
söylenişinde, kalpten gelen ve bütün tüylerinin diken diken olduğu hatırlama
sevinci ve bu sevincin isteyerek yaşanması. Bir fincan kahvenin kırk yıllık
hatırının olması da, o hatır için 44 yıl sonra bile severek hatırlayış.
Tokatlı Cahit Külebi de şanlı
kurtuluşun İzmir faslına, ‘Atatürk’e
Ağıt’ yakarken vefasını ölümsüz şu dizeleriyle göstermiştir:
“Savaştepe köprüsünden geçen
trenler
Sel olur İzmir’e akar.
İzmir’in denizi kız, kızı
deniz,
Sokakları hem kız hem deniz kokar…”
Bu toprak bizim yurdumuzdur…
Diyerek devam eder. Vefanın
gösterileceği an, içinde bulunulan andır ve her andır. Yaşanan duygular sel
olmadan gösterilmesi de insanlık görevidir.
Vefa gösterimi, gösteri -merasim-
olmaktan çıkarılmalıdır, görev addedilerek yapılmalıdır. Sonraları hüsranlar
yaşatır, yapmacık, uyduruk vefa ritüelleri gelecekte başımıza çok işler
açabilir. Buna bir örnek vermek gerekirse; Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
Türkiye de iktidara gelmesinin en büyük çalışanı bilindiği gibi ABD’dir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, vefasını belirtmek üzere, bir Amerikan gazetesine
yazdığı makalede Irak’a savaşmaya giden ABD’li askerler için şunları yazar: “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve
bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda
dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz”. (The Wall Street Journal, 31
Mart 2003) Bu da bir vefa gösterisiydi. Fakat İslam âlemine karşı
işlenilmiş bir suç olarak üzerine kalmış ve hala yeri geldiğinde
konuşulmaktadır. Zamansız ve gereksiz, inanmadığın halde gösteriş olsun
kabilinden yapılan vefa gösterileri, baş belası olarak kalmaya devam edecektir.
Samimiyet bu noktada önem arz eder. Samimi olmadığın hiçbir duygunu, düşünceni
kimseye açma. Zaten mecbur da değilsin.
Tarihe vefa bahsi ülkemizde
daima netameli konulardandır. İdareye gelen her güç sahibi, ‘kendi düşünce ve kabullerinin’
tarihi gerçekler gibi dayatılması rolünü oynamışlardır. Mesela 1923 tarihini
Türk milletinin ve devletinin başlangıcı kabul edenler olmuş ve bunların bir
kısmı da Türklerin İslamiyet ile ilgilerinin olmadığı gibi düşüncelerini
dayatmak istemişlerdir. Onlar öyleydi de, şimdikiler nasıl? 1923’ten sonra
İslamlığın ret edildiği, camilerin ahıra çevrildiği, dindarların itelendiği,
başörtülülerin ikinci sınıf vatandaş addedildiği ve İslamiyet’in kendileriyle
bir başka güzel canlandığını, Osmanlı’nın takipçisi olduklarını filan
anlatıyorlar ve bu bilgileri doğruymuş gibi dayatıyorlar. Her iki düşünce tarzı
da yanlıştır ve vefasızlık olarak adlandırılabilir. Doğru diye dayattığınız
yanlışlar, bir gün önünüze çocuğunuz tarafından konur ve hesabı sorulur, hem de
hiç ummadığınız bir zamanda.
1950’den beri Avrupa
Birliği’ne girmeye çalışıyoruz. Ne istedilerse, neyi eleştirmişlerse hepsini
yaptık, yapmaya çalışıyoruz. Birleşmiş Milletler ve NATO tarafından ülkemizden
talep edilenlerin tamamı noksansız tarafımızdan yapılmış, onların istekleri
yerine gelsin diyerek yurt dışına askerler gönderilmiş ve onların gönüllerini
yapmak üzere savaşlara bile katılmışlığımız vardır. Buna rağmen, “Avrupa Birliği, ahlaki zemine dayanmayan,
ahde vefa ilkesine sadık olmayan ve ülkemize (devletimize) sürekli yalan söyleyen ve nihai amacı
Türkiye’yi tam üye yapmak değil, parçalamak olan bir kuruluştur.” (Ümit
Özdağ, 6 Ağustos 2005, Yeniçağ) Oysa ülkeler, komşuları ve
ticari partnerleriyle ilişkilerini karşılıklı işbirliği, saygı ve ahde vefa
ilkeleri çerçevesinde sürdürmeliydi, bu anlamda her devletin karşılıklı rolleri
açıkça tanımlanmış ve rollerin gereğinin yerine getirilmiş olması lazımdı. Bu
yalan ve vefasızlık içinde, karşılıklı düşmanlaştırılan ülkeler durumuna kadar
gelindi. Üstüne üstlük bir de Ortadoğu meselesinin içine bodoslama dalmak gibi
bir gafleti yaşadık ki, içinden çıkılması güç durumlarla boğuşmaktayız. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde, Çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, Ortadoğu ülkeleri hakkındaki
bir sözünü hatırlamak yararlı olacak: “Ortadoğu’da anlaşmazlıkların tarafı olmamalıyız.”
Demişti ve seçilmiş Cumhurbaşkanımız sert ve ağır (hakaretvari)
cevaplar vermişti bu söz üzerine. Şimdi ne kadar haklı olduğu anlaşılmış
olmalıdır.
Devletlerin birbirleriyle
münasebetleri, dış politika biliminin öğrettiğine göre, ‘karşılıklı menfaatler’ üzerine
oturmaktadır. Ancak bu durum sadece iyi niyetli politikacıların söyleminde ve
siyaset bilimi uzmanlarının raporlarında kalan sahte bir tespitten öteye
gidememektedir. Çünkü, dünya süper devletler tarafından paylaşılmış
vaziyettedir. Bu paylaşımda ne karşı devletlerin varlığı, ne de tarihi
ilişkilere gönderilen ahde vefa söz konusudur. Özellikle devlet bütçeleriyle
yarışan şirketleri yöneten küresel çeteler, aldıkları kararları asla
tartıştırmamakta ve istediklerinin uygulamaya geçirilmesini özellikle ‘süper’
sınıfına oturmuş devletlerden istemektedirler. Bu devletlerin de başında
Amerika Birleşik Devletleri gelmektedir. Uygulanacak strateji kendileri
tarafından tespit edildikten sonra, ABD’nin vefalı! Takipçileri devletler
tarafından ayniyle uygulanmaktadır. Nitekim Yale Üniversitesi’nden İmmanuel
Wallerstein’in 8 Nisan 2005 tarihinde Zaman gazetesinde yayınlanan makalesinde
şu cümleler durumu açıkça ortaya koymaktadır. “ABD müttefikleriyle strateji konusunu tartışmaya alışkın değildir.
Stratejiye karar verdikten sonra gerçek müttefikten öte, vefalı takipçiler olan
müttefikleriyle marjinal taktik konularında görüşme yapmaya alışkındır.” Böyledir,
vefalı görünmek uğruna, ülkesini batağa saplamış onlarca devlet adamının
isminin sayılması mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder