Siyasette (bu
kelimeyi, dünyada, kazanma hırsı gibi manalarla anlamak mümkündür) ‘vefa’
sırtından
indirmediğin sürecedir. Dinlenmeyi düşündüğün andan itibaren, gidebileceğin bir
yer ara kendine. Çabucak unutulursun. Tam da sen olacaksın vefalı. Onun, sana
doğru bir bakışı bile senin için kâfi olmalı. Sırf o bir bakış için yıllarca
taşıma sorumluluğuna bir kez daha giriyorsun. İstemeyeceksin. Bırak, başkaları
istesin. Sana ne verilirse razı olacaksın, çünkü seni böyle yetiştirdiler.
Verilenin sana layık mı, değil mi olduğu hakkında fikir yürütmene gerek yok,
onlar senin neye ihtiyacın olduğunu biliyorlar. Onlar yanlış yapmazlar, sana
yanlış gibi gelen şeyler ise, senin yanlış düşüncelerinden kaynaklanıyordur.
Onlar mı, asla ve kat’a yanlış düşünmez ve asla yanlış yapmazlar!. Onlar tektir
ve kendilerine verdikleri mana ile onlar bir ilahi lütuftur.
İşte tam bu anda vefa
devreye girer. İstesen de, istemesen de vefa, olmazsa olmazıdır hayatın. Bir an
bile olsa, düşünmeden edemezsin geçmişi. Vefa, geçmişe yar olmak, geçmişi yâd
etmektir. Ne güzellikler, ne çirkinlikler varsa birlikte tabi. Önemli değildir,
senin kötü gibi düşündüklerin. O asla kötü bir şey yapmaz…
Tarifi verilen, bir tanrı
mesabesinde güç vehmetmektedir kendinde. Olsun. Biz biliriz. Kimin fakirane
yaşadığını, kimin tanrı mesabesinde. Herkes kendisi için yaşar bu dünyayı.
Yanlış; bu dünya değil, kendi dünyasını. Çünkü herkes kurabildiği dünyada,
kendi hayatını yaşamaktadır.
‘Değişim’ lafıyla dünya
iktidarını sağlayan, muktedirlerin değişemediğini de fark etmek lazımdır. Değişenin
ne olduğunu sorarsanız, akıp giden zaman içinde, karşımıza çıkan doğal
engellerin bir kısmının kaldırıldığı gibi, saçma sapan açıklamalar
göreceksiniz. Bunların bir önemi yoktur. Değil mi ki, dokuz yaşındaki kızların
başlarını örtmeye doğru gittikçe. Hala hiçbir değişimin olmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Demek, hala bu kişilere, lügatteki ‘değişim’ maddesini
okutma ve anlatma kıvamındayız. Marangoz ustasının testere vurmasıdır kütük
için değişim. Hangi usta vurmuşsa bu arkadaşlara testeresini yanlış (veya eksik)
yapmış. Kandırmış bunları. Hayır, hayır, kandırma yok, bu kadar anlamışlar.
Mesela, ‘helalleşme’yi, ‘hesaplaşma’nın önüne koyarak, ‘değiştik’ diyorlar. Ne
kadar yanlış. ‘Kul Hakkı’nın helalinin önünde-sonuda, hesaplaşma yok mudur?
Hesaplaşılmadan, nasıl hellalleşilecek? Bu soru sorulmamıştır. Kendilerince,
yollarına devam etmektedirler. Bir şey diyeceğimiz yoktur. Olabilir. Hakkı gasp
edilenler, seslerini çıkartmıyorlarsa, bize laf etmek vazife değildir. İyi de
onların haklarını savunmak kimin işi olacak? Kanunun. Kanunun işi olacak.
Kanunu koruyanların işi olacak. Onlar kim? Muktedirlerin işbaşına getirdikleri
kişiler! Bu nasıl olacak?
İlginç bir noktaya geldik
ve fakat devamı gelmedi. Sonra bir zaman konuşulur ümidiyle ayrıldık. Ayrıldık
lakin düşünceler boğuyor şimdi. Vefa, nerede kaldı?
Sakın ola ki, vefayı da
yanlış anlamış olmayalım! Olabilir. Geçmişte bir gün sana yardımcı olan kişiyi
unutmamak! Ne kadar zayıf bir mana. Ne kadar eksik bir mana. Hep böyle
anlıyoruz ama, bu kesin. Sanki satın alınan bir malın karşılığını para olarak
ödemek gibi bir şey. Sen bana şunu yaptın, ben de sana bunu yapıyorum. Ne kadar
yanlış. İyi de anladığımız bu, ne yapalım. Onların, hellalleşme ve hesaplaşma
hesabını da yapanların anladığı bu.
Vefa,
Sözünde durmakmış meğer.
Kime söz vermiştin?
Bu soruya doğru cevap
verebilirsen problem çözülürmüş, öyle söylediler. -Kime söz vermiştin?-
Şöyle bir baktım da,
kararımız roman yazmaktı, bu girişle bir roman çıkar mı? Bilemedim. Peki, büyük
romancılar nasıl davranırlardı?
Doğrusu onu da bilmiyorum.
Bir plan yapmalı evvela,
sonra planı yazıya geçirmeli. Küçük kutucuklara isimler vermeli, her kutunun
diğer kutulara giden bir ince çizgisi olmalı, her kutucuk ve diğer kutucuklara
giden ince çizgiler üzerinde belli belirsiz yazılan açıklamalı isimler olmalı,
bu isimlerin bir birleriyle ilişkileri anlaşılır olmalı, her birinin
aralarındaki hayati ilişkiler, dünya hayatında çözülebilir olmalı. İnsanlar
arası münasebetlerin gittiği yolun makul, ölçülebilir, anlaşılabilir bir
mantığı olmalı. Ve bu insanların hayat tarzları, düşünceleri, münakaşaları,
işleri, kazançları, kayıpları, kavgaları, sevgileri belli bir mantık silsilesi
içinde yazıya geçirilmeli. Araya, okuyucunun çözemeyeceği paragraflar
serpiştirilmeli (ki, televizyonlar soruşturma yapıyorken bu
bölümler hakkında ısrarlı sorular sorsun). Nazlanarak,
istemeden ve sadece o soruyu sorana yapılan açıklamalarda karakterler hakkında
anlaşılmaz beyanlarda bulunulmalı. Sonra da, vah bee, ben ne büyük yazarım
böbürlenmeleri…
Neyse, geçelim bir kalem
bunları. Romanı yazacak yazar, planını yapsın ve bunları düşünsün. Biz konumuza
devam edelim.
‘Vefa’yı kimseden,
özellikle erbab-ı siyasetten beklemeyeceksin. Tam da aksi olarak ‘vefa’lı olan
sen olacaksın. Köyün ağasını, ağanın kâhyasını, kâhyanın evladını sırtında
taşıdığın sürece sen vefakârsın. Sakın ola ki, sırtından indirmeyesin. O zaman
vefasız olursun. Zaten de öylesindir.
Sadakat beklenen sensin,
hatta; onlara bağlı kalmanı isterler, sözlerinden çıkmamanı. Seni sen yapan her
konu onların senin adına bildikleridir, bu sebeple her manada vefakâr olman
senin lehinedir onların zannınca. Sapma gösterdiğin zamanlar seni etraflarından
çıkartırlar ve yalnız kalırsın, bu zor bir durumdur. Yalnız kalınca, işini,
aşını kaybedersin, çoluk-çocuğun zor günler yaşar ve bir gün senin vefasız olmandan
kaynaklandığını en yakınların bile yüzüne haykırır. Çünkü onlar da bu yönde
eğitilmişlerdir. Senin daima susman ve itaatkâr olman istenmektedir. Büyük
psikiyatr Mehmet Kerem Doksat Hoca’nın şu sözünü hatırlatırım sana: “Ahmakça bir tevekkülle susup bi’at etmek
de insanlık günahıdır”. Kulağına küpe olsun. Tekrar
dikkatini çekerim, ‘insanlık
günahı’ diyor hoca! Çünkü sen bir değersin. Senden
sahip olduğun değerleri üretmen ve sunman isteniyor. Kısır bir siyasi (her
hâlükârda siyasidir) düşünceye kapılanarak, bazı dünyevi
kazanımlar elde etmek üzere, diz çöküp, biat etmek, beynini, düşüncelerini,
hizmetini, emeğini bir yerlere kiralamak anlamında olacağından, değerin
sıfırlanacaktır. Sıfırlanan değer ile sen bir hiç seviyesine düşecek ve
affedersin; ‘hayvani yaşama mücadelesi verenler’
durumunda kalacaksın. Kendini harcamış olmakla kalmayacak, sahip olduğun değeri
ortaya çıkartmayarak, insanlığa verebileceğin hizmetleri de yapamayarak bir ot
gibi, hatta zehirli bir ot gibi hiçbir şeye, hiçbir hizmete yaramadan ölüp
gideceksin.
Ölüp gideceksin; seni
avladıkları nokta da burası. ‘Zaten toprak olacaksın’!,
bari bir işe yara! Burada düşünmeye başlarsın, mademki, toprak olacağım, hiç
olmazsa, bir işe yarayarak dostuma yardımcı olayım. İşte tuzağa düştün. Ve
onların istediklerini gönüllü olarak yapar ve suça bulaşırsın. Felaket!. Asıl
felaket şudur ki, suça karıştığının farkında değilsindir. Onların da en büyük
başarıları budur. Senin, hata yaptığını sana anlatmadan, istediklerini
yaptırmak. Haa, siyasetçinin de başarısı da budur esasen. Verilen oy, katilin
sıktığı kurşun değerindedir, arasındaki fark, suçlunun ayırt edilememesindedir.
Ha bir insanın katili olmuşsun, ha da bir milletin! Ne fark eder?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder