‘Benim’ olması için ölümüne
savaşlara giriyoruz. Onda değil ille de, ben de olsun diye. Onda olması
hastalandırıyor, üzüyor, kıskançlıklara gark ediyor, hayatımız allak-bullak
oluyor, aile içi saadetimiz bozuluyor, hayatımızı bitmez tükenmez kavgalar
dolduruyor. Tek sebep ben de yok onda var veya ben kazanamıyorum, o kazanabiliyor.
Kısaca, o becerikli, ben beceriksiz. Bunun üzerine kurulu hayatımız, ya da
ayalimiz bunun üzerine kuruyor hayatını, hayatımız. Hangi yönden bakarsanız
bakınız, yanlışlar zincirinin başlangıcıdır bu hal. Suçlamalar evvela yok
olduğu için değil, onda var olduğu için başlıyor. Soru şudur: -Niye bizde yok?
Yok, çünkü bize gereksiz veya yok, çünkü onu alacak kadar ayıracağımız bir
paramız mevcut değil. Cevap vermemek en iyisi, çıkıp gitmek dışarıya, başka
konulara vurmak kendini. Yürümek iyi gelir böyle durumlarda. Yürürken boş
kalmamak şartıyla. Kafanı problemlere terk edersen, beynin çözüm için yorar
kendini, oysa çözümü yoktur, bu kesin. Öyleyse, boş kalma. Ne yapabilirim?
Dersen, Türkü söylemeni salık veririm. Zamanla Türkülerdeki manalar açılır,
yenidünyalara adım atarsın. Sahip olamadığın ve senin asla değer vermediğin bir
küçük varlık için, bozulan saadetini Türkü söyleyerek, yeni ve hakiki varlıklar
sahibi olmaya doğru yürürsün. Yürürken boş kalma, Türkü söyle Emrah’tan, Pir
Sultan’dan, Âşık Veysel’den.
Tüketime ikna etmek,
zamanımız kürselcilerinin ana politikası. Vaktiyle, yabancı ülkelerdeki
garibanların ellerine İncil veriyorlar akabinde topraklarını ellerinden
alıyorlardı. Şimdi, güya buna lüzum görmüyorlar, sahip oldukları dev medya gücü
aracılığıyla yaptıkları renkli reklamlarla amaçlarına ulaşıyorlar. İncil ile
verilecek mesajları, beyin yıkama usullerini, reklam filimlerinin arasına
ustalıkla yerleştiriyorlar. İşte, bu reklamlar var ya!.. Kavganın ana sebebi aklını
başından alıyor, o benim olsun, bu benim olsun zihniyetinin. Burada bir noktaya
dikkat çekmek isterim; küresel ekonomi yöneticisi, satacağı malın sadece
satılmasını ister ve mal bedelinin tahsilini. Nasıl satılacağı, satın alanın
nasıl ödeyeceği onun ilgi alanında değildir. Yani, gerçeği bir yanıyla kabul
eder, bu yan kendine ait olan malın sahipliğidir ve elden çıkarılmasıdır. Diğer
yanı, alıcının hayatına yüklenilmiş ağır bir darbedir. Bu durum onu
ilgilendirmez. Hatta bu yöntem kullanılarak, koca koca devletleri ele geçirip,
keyif sürdükleri de vakidir. Eskiden bu duruma, sömürgecilik diyorlardı,
şimdilerde modernite!. Yazık ki, aslında geri kalmış olmasına rağmen, hala
gelişmekte olan diye adlandırılan ekonomilerin yönetimleri de maalesef bu
durumu tam destekler durumdadır. Sırasında, milli gibi görünen kararları
alsalar da, hemen aleyhlerinde başlatılan kampanyalarla bu kararlarından vaz geçtiklerini
behemehâl açıklamaktadırlar. Küresel güçlerin (mesela NATO) aldığı
kararın eleştirildiğinin ertesinde, o kararı fiilen uygulayan ve hatta kararı
alanlardan daha fazla gayret gösteren ulus devlet yöneticilerini çok yakın
tarihten hatırlıyoruz (yok canım, nerden çıkardınız, “Nato’nun ne işi var Libya’da”
denildiğini söylemek istediğimizi!). Bu sebeple, büyük güçler,
yardım etmezler, vermiş gibi görünenler veya verdikleri onların lütuflarındandır
(Bakın yine yanlış anladınız, ben BOP eş başkanlığından filan
bahsetmiyorum ki!)!.
Demek, bütün mesele ‘benim
olsun’ kavgasıymış. Öyleyse, hanelerimizdeki kavgayı göz ardı ederek,
hayatımıza yön veremeyiz. ‘Benim olsun’ çok yüksek bir uluslararası sahip
olabilme siyasasıdır, niye bizim eve hakim olmasın ki? İşte, huzursuzluk!.
“Dünyamızı hakikatin değil, iştihalarımızın gözüyle görüyoruz”
demiş Nurettin Topçu, ne kadar doğru bir tespit. Görmekle kalmıyor,
iştihalarımıza göre düzenleyip, iştihalarımızın esiri olarak güya mutluluk
içinde yaşıyoruz. Mutluluk dediğimiz de esasen huzursuzluklarımızın kaynağı
oluyor, farkında değiliz. Çünkü iştiha bir kere yenilen yemek gibidir, biraz
sonra yeniden acıkılacak, yenilecek ve acıkılacak. Doyurmak mümkün değil.
Böylece, her acıkma iştihayı karesiyle artırıyor. Ve kavgalar, savaşlar, ahengi
bozuk süre giden hayatlar. Zenginimiz etrafını görmezden geliyor, fakirimiz
kanaatkâr değil. Dışsal sebeplerin yanına aile içi ve çevre etkilerini de
koyduğumuzda huzursuzluk kat be kat artıyor. Artık, kırk satır mı, kırk katır
mı sorulsa yeridir.
Hayatımızdan çıkardığımız,
yalnızca öyle bilsinler kabilinden ezberlediğimiz üç-beş Sure’lik ve anlamından
habersiz okuduğumuz, işlemeli torbaları içinde duvarlarımızı süsleyen Mushaf,
sessizce orada kaldığı sürece, bizden uzak, o uzaklaştıkça bizde hayattan ve
maneviyattan uzak. Ali Şeriati, “Hangi Kur’an sorusunu sorar ve cevaplıyorken
şunları ilave eder: “Metni
terk edilip, cildi revaç bulduğundan beri adı okunmak anlamına gelen bu kitap,
okunmaz oldu. Kutsama, teberrük ve mal kazanma işleri görüldü. Toplumsal, ruhsal
ve düşünsel mesele ve dertlerin cevabı bu kitapta aranmadığından beri, onda
soğuk algınlığı, romatizma türünden bedensel hastalıkların şifası aranır oldu.
Uyanıkken terk edip, yatarken başlarının üstüne asarak uyuduklarından beri,
görüyorsun ki ölülerin hizmetine sunulmakta, ölüp gitmişlerin ruhlarına ithaf
edilmekte ve sesi yalnızca mezarlıklardan duyulmaktadır…”
Bütün bu anlatılanlardan
sonra ‘kazanma’ nasıl
olacaktır?
Değer verdiklerimizi
değersiz, değersiz gördüklerimizi de değerli sınıfına çıkarttığımız ve güzel
ahlakı hayat tarzımız yaptığımız vakit!.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder