31 Ekim 2011 Pazartesi

“Şeref Salonu”, Oldu “Oyun Salonu”


                            “Ne kadar az hatırlayıp düşünüyorsunuz” 
                                                                                                         (40/58)

Yüz – Yüz On metrekare civarında bir salonumuz vardı. Duvarları baştan başa raflar, tereklerde kitaplar, konularına göre tasnif edilmiş. Edebiyat, felsefe, ekonomi, tarih, ilahiyat, tasavvuf.. çok çeşitli konular. Üç bilgisayar ve yazıcı, fotokopi makinesi, insanlar ihtiyaçlarına göre sırası ile kullanırlardı. Salonun ortasında çalışma masaları, bir gün önceden masa ayırtılırdı bazı zamanlarda. Salonun müdavimleri öğrenciler, memurlar, işçiler, esnaf -  sanatkârlar (zanaatkar), sıvacı, duvarcı ustası, bakkal, kasap.. Mahallemizde herkesin bir konusu, çalıştığı bir mevzuu vardı.  İnsanlar işlerinden çıktıklarında doğrudan bu salona koşuşurlar, gece yarılarına kadar o kitap senin, bu kitap benim, okurlar, not alırlar, rapor hazırlar, tartışırlar, düşünürler… Çalışırlardı.

Ekonomi çalışanlar, felsefe meraklıları, edebiyat sevenler, tarih öğrenenler, küçük bahçesinden en iyi verimi almak isteyenler..

Salonun önünde ise beş masalık bir bahçe, ortada küçücük havuz, havuz ortasına konulmuş aynı suyu durmaksızın döndüren ve suyu fışkırtan fıskiye sistemi, fakat genellikle çalıştırılmazdı, çünkü ses yapıyordu. Çalışmalar sonunda mutlaka bahçede oturulur, çaylar içilirken çalışılan konular üzerinde de tartışmalar olurdu. Bu tartışmalar anında fıskiyenin sesi duyulmasın, fikirler açıktan söylenilsin diye kapatılırdı. Aman ne tartışmalar, göze göz, dişe diş tartışmalar. Fikri olan söyler, fikri bulunmayan bir şeyler öğrenmek merakıyla dinlerlerdi.

Herkesin okuma konusu, “dert”leriydi aslında. Her birinin ayrı ayrı da olsa “dert”leri vardı. Rahatsızdılar. Okudukça, öğrendikçe rahatsızlıkları da artıyordu. Kimi günler düşünceler beyinlerini öylesine zorlardı, öylesine meşgul ederdi ki, uykusuz geçen geceler pek çoktu. Ertesi gün, daha sonraki gün beyinleri hep üzerine oldukları düşüncelerle meşgul, sorunun çözümüne odaklanırlardı. Peki, çözebilirler miydi? Ya evettir bu sorunun cevabı, ya da belki de çözdüklerini sanırlardı. Bir şey var ki bu rahatsızlıklarından pekte memnundular. Her rahatsızlık kendilerine bir “Huzur” kapısı açıyordu nice çabalar sonunda.

***

Bir gün birisi geldi salonumuza. İri kıyım, fötr şapkalı, pala bıyıklı, gömleğinin düğmeleri nerdeyse göbeğine kadar açık, bir ayağı aksayan birisi. Salonumuzun mülkünü satın aldı.

Ertesi günü salonda bulunan tüm kitaplar, raflar, makineler, kâğıtlar, raporlar, notlar dışarıya çıkarılmış ve özensiz bir biçimde oraya – buraya istif edilmişti. Mahalle halkı bulabildikleri kutulara kitapları doldurup, makineleri naylonla sardıktan sonra komşulardan birisinin kullanılmayan ahırına taşıdılar.

Salona badanacılar, boyacılar, marangozlar, demir ustaları geldiler. Kimi ölçüler aldı, kimi sair işlere baktılar.

Üç-beş gün sonra salon yeniden açılmıştı. Duvarlar boyunca elektronik oyun makineleri konmuş, masalar değişmiş, tavlalar, okeyler, oyun kağıtları, bir tarafta bilardo masası, bir köşeye dart pisti kurulmuş, salonun uygun bölümüne çay, kahve pişirilecek şekilde ocak yapılmış, ocağı oluşturan duvarların üzerine nargile takımları yerleştirilmiş, kenara dışarıyı gören kısmına da sedir konulmuş, üzeri kilim ve halılarla süslenilmiş, güzel bir şark köşesi haline getirilmişti… Eğlence için her şey düşünülmüştü.

Mahallemiz sakinleri ayakları alıştığındandır olsa gerek, her birisi tek tek düştüler salona. Birkaç gün sonra herkes ama herkes buradaydı.

Yavaş yavaş oyunlar oynamaya başladılar, dartta ok atanlar, bilardoda isteka sallayanlar (kimisi istekayı vurduğunda parmakları masanın köşesine geliyor, elleri yaralanıyordu), okeye oturanlar, tavlada çift bekleyenler, batakta eşine bağıranlar, kingte kupa papazını kaçıranlar, maça kızında sıfır ele dönenler, pişpirikte 50 çayına 151 yapanlar… neler neler, kimler kimler…

Fakat, bir şey oldu. İnsanlar artık salon önündeki bahçede oturmuyorlar, tartışmıyorlardı. Hiç bir dertleri kalmamıştı. Geliyorlar oynuyorlar, çaylar, kahveler evlerine varınca da mis gibi deliksiz uykular. Ohh ne rahatmış.

Bir gün, yüksek okul okuyan Muharrem babasına;

-“baba ne oldu sana, durmadan bir şeyler sorardın, kitap isterdin, kitap ismi sorardın, yazar hakkında sorular sorardın.. ne oldu da birkaç aydır sormuyorsun?”

-“Yooo, ben eskisi gibiyim. Bende değişiklik yok. Düşüncelerimizi, sorularımızı araştıracağımız mekânımız kapandı. Dolayısıyla sorularımız da kapandı. Değişiklik bu dur”.

Felaketi fark etmişti, çözüm getirmeye bir gücü yoktu.

Yine salona gittiler, oyunlar oynadılar… dünya umurlarında değildi.

Düşünen beyinler kısa bir sürede kuru kalabalık haline gelmişti.

2 yorum:

  1. Düşünen beyinlerin nasıl kısa sürede kuruyan beyinlere dönüşebilirmiş öğrenmiş oldum ve irkildim

    YanıtlaSil
  2. Bir deyim var 'Alışmadık g.tte don durmaz' diye. Rakı masasında kafayı bulunca 'N'olcak bu Türkiye'nin hali?' diyen ayılınca da Türkiye'nin halinden çok 'Bugün kimi çarpsam ki acaba?' diye düşünen insanların çok olduğu, hobi olarak okuyan, hobisi devlet idare etmek olan, hobisi şeyh olup vaaz vermek olan insanların çok olduğu bir ülkede şaşılacak bir durum yok. Onlar okumanın, öğrenmenin sevdalısı olsalardı zaten o herif oraya gelip oyun salonuna döndüremezdi orayı. Sıkma canını: 'Dökme suyla değirmen dönmez!'

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...