Bütünüyle hikâyeyi
okuyabilmek hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Hep bir yapmacık hikâyeyi
yapıştırmış, hep bir kendimize ait, sahte de olsa hayatımıza dair, geçmiş
hikâyemizi, okuduğumuz hikâyeye ulamışızdır.
Çünkü; “insan
hayatta ancak bildiğini okur” (Tuna
Kiremitçi)
Kötü bir şey midir?
Derseniz;
Hayır derim. Asla kötü
değildir. Ve hatta en doğrusudur. Zaten böyle de olmalıdır. Kitap sayfaları
arasındaki hikâye, okuyanın hayatındaki hikâyeyle birleşmediği zaman, okuyan, hikâyeyle
birleşemediği zaman, ya o hikâye hiç okunmamıştır ya da kitap içinde yer alan
hikâye aslında hayat içinden alınmamış ve asla bir insanı anlatmayan yalancı
bir hikâyedir diyebiliriz.
İnsanın bulunmadığı hikâye
olabilir mi? Varsa ona hikâye diyebilir miyiz?
Bırakın hikâyeyi, bir
matematik teoreminin ve probleminin içinde bile insan yoksa ne işe yarar?
Niçin anlatma
ihtiyacındadır yazar?
Yahya Kemal söylemişti
galiba, temel özelliğimiz olarak “resimsizlik
ve nesirsizlik…”. Geleceğe resim ve nesirle bırakmak
hatırayı. Notalarla, mısralarla bırakmakta mümkün tabii. Şöyle devam ediyordu
büyük şair: “Bu iki noksanımız olmasaydı
bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.”
Çalışma özürlü olmak
çıkmak, kahir ekseriyetle seçilen devlet idaresi zamanlarına denk geliyor. Böyle durumlarda, milletin çoğunluğu
memnuniyet içinde geçirir hayatını. Kazançları yerinde, karnı tokmuş gibi,
sırtı pekmiş gibidir. Mış gibi dediysek, kendilerini tok ve pek hissettiklerindendir.
Zoraki bir mutluluk tebessümü ilişmiştir dudaklarına. Muhalif olup
düşüncelerini açıklamak isteyenlere uygun ortamlar yoktur, bu yüzden
suskundurlar. Değiştirmek isteyenlerin gücü müsait olmadığından eğmişlerdir
başlarını kara kara düşünmekten başka işler yapmaya fırsat bulamazlar.
Çoğunluğun memnuniyeti, itiraz edenlerin seslerini kesmiştir. İki önemli sonuç
doğurur bu durum. Susanların başlarına belalar yağar, yağar ki, dertleri
artsın. Memnunların sofralarındaki payları gün be gün azalır farkına varmadan.
Bu iki durum içselleştirildiği vakitlerde ise, her iki halde, bir şey üretmenin
zor ve hatta imkânsız olduğu durumdur.
Ürün, belaların artmasını
bekler. Asıl bela içinde yaşamaktadırlar fakat idrakinde değillerdir. Ne zaman
ülkede edebi eserler boy verdi, şiirler, hikâyeler, romanlar yazılır okunur
oldu, o zamanlarda yağan belaların görünür olduğuna hiç şüphe yok.
Karnı tok adamdan hiçbir
şey olmaz derler ya, aynı manadır. Öğlen yemeğini bir güzel yemiş, geğirmiş
kişinin yapabileceği sadece, akşama ne yiyeceğini düşünmek ve hazırlık
yapmaktır. Bu arada, ev kiralarını toplamak, yeni girilen kooperatif
ödemelerini ayarlamak, hizmetçinin hangi işleri yapacağına karar vermek filan
bunlar acayip zamanını alır karnı tokun. Böylelikle ‘resimsizlik ve nesirsizlik’ vurgununda başrol oynarlar…
Ocaklarında ateş yanmaz,
kendilerini ateşe atmazlar, yok olmak yoktur hayatlarında, öylece yerler,
içerler, uyurlar… ertesi gün aynı minval hayatlar yaşanır gider. “İnsan, dilinden ve sözünden anlaşılır,
sözünden bilinir” buyurur Hz. Ali (KV). Peki, sözü yoksa,
söylenmemişse nasıl anlaşılacak? Öncelikle, “Aşk ateşinin” ocağına daldırıp,
küle vurmalı, külleri rüzgârlara savurtmalı, özünü bulana, kendini görene
değin. Bela budur. Belalar üst üste gelmeli ki, diller açılmalı. Diller güllere
vurmalı, güzeller söz sırasını almalı. Ki, hayatımıza yeni sesler, yeni
üsluplar girmeli. “Yeni
şeyler söylenmeli…”
Yukarıdaki sözünü
bugünlerde söyleseydi Yahya Kemal, sanırım ‘kimliksizlik’ sözcüğünü de ilave ederdi. Günümüz
modası, kendine ait ne varsa terk etmek. Türk’ten utanmak. Türk kültüründen
nefret etmek. Gayr-ı Türk olsun da, hangi milletten olursa olsun havası hâkim.
Kendini unutan fertlerden de, ne bir hikmet, ne bir güzellik zuhur eder. Kuru,
kupkuru hayatlar devam eder gider. Böylece, ilim, kültür, sanat ve hikmet
deryaları bizden ırak düşer. Batağa yuvarlandıkça, sarılabileceklerimiz de
bizden uzaklaşır.
Sonra, dilde, kültürde,
sanatta işgal dönemi başlar. Ne kadar sürer, bitiş zamanı nedir? Bilinmez. Bu
arada, vatanın istilası da söz konusudur. Düşmanlar gözlerini dikmişler
topraklarımızı nasıl bölüşeceklerini planlamaktadırlar. Dilini, dinini, imanını
aldıktan sonra, vatan kendiliğinden kayar gider.
“Atina’da Fransızca olarak neşredilen Le Messager d’Athene Gazetesi,
İzmir muhabirinden 15 Mayıs (1919)
sabahı, saat 10,30 tarihi ile almış olduğu aşağıdaki telgrafı neşretmiştir:
‘Rıhtımlar insanla dolup taşıyor, tıklım, tıklım doludur. Herkesin
elinde Yunan bayrakları, çiçeklerle dolu sepetler var. Hepsi sürur gözyaşları
döküyorlar. İzmir’de şimdiye kadar böyle manzara asla görülmemiştir. Bilumum
balkonlar bayraklarla ve çiçeklerle müzeyyendir. Sokaklara halılar serilmiştir.
Halk, meserret içinde, sokaklarda sarmaş dolaş dans ediyor’.” (Atilla
İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları) anlatılan manzarayı, yakın
bir zaman evvel Diyarbakır meydanlarından, sokaklarından hatırlıyoruz, medya
aracılığı ile bayraklar adeta memleket sathına yayılmış gibiydi... Tek farkı,
Yunan kumandan yerinde başka birisi vardı.
Böyle zamanlar ise, ateşin
gönüllere dokunduğu zamanlardır. Eserler doğmaya, evlad-ı vatan birleşmeye
başlar.
Hainler temizlenir.
Hırsızlar, arsızlar uzaklaştırılır.
Korku, artık korkutanların
başında beladır.
Uyanış topyekûndur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder