18 Ocak 2014 Cumartesi

Yazar ve Eser Üzerine Çeşitleme


Bütünüyle hikâyeyi okuyabilmek hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Hep bir yapmacık hikâyeyi yapıştırmış, hep bir kendimize ait, sahte de olsa hayatımıza dair, geçmiş hikâyemizi, okuduğumuz hikâyeye ulamışızdır.  Çünkü; “insan hayatta ancak bildiğini okur” (Tuna Kiremitçi)

Kötü bir şey midir? Derseniz;

Hayır derim. Asla kötü değildir. Ve hatta en doğrusudur. Zaten böyle de olmalıdır. Kitap sayfaları arasındaki hikâye, okuyanın hayatındaki hikâyeyle birleşmediği zaman, okuyan, hikâyeyle birleşemediği zaman, ya o hikâye hiç okunmamıştır ya da kitap içinde yer alan hikâye aslında hayat içinden alınmamış ve asla bir insanı anlatmayan yalancı bir hikâyedir diyebiliriz.

İnsanın bulunmadığı hikâye olabilir mi? Varsa ona hikâye diyebilir miyiz?

Bırakın hikâyeyi, bir matematik teoreminin ve probleminin içinde bile insan yoksa ne işe yarar?

Niçin anlatma ihtiyacındadır yazar?

Yahya Kemal söylemişti galiba, temel özelliğimiz olarak “resimsizlik ve nesirsizlik…”. Geleceğe resim ve nesirle bırakmak hatırayı. Notalarla, mısralarla bırakmakta mümkün tabii. Şöyle devam ediyordu büyük şair: “Bu iki noksanımız olmasaydı bizim milliyetimiz bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.”

Çalışma özürlü olmak çıkmak, kahir ekseriyetle seçilen devlet idaresi zamanlarına denk geliyor.  Böyle durumlarda, milletin çoğunluğu memnuniyet içinde geçirir hayatını. Kazançları yerinde, karnı tokmuş gibi, sırtı pekmiş gibidir. Mış gibi dediysek, kendilerini tok ve pek hissettiklerindendir. Zoraki bir mutluluk tebessümü ilişmiştir dudaklarına. Muhalif olup düşüncelerini açıklamak isteyenlere uygun ortamlar yoktur, bu yüzden suskundurlar. Değiştirmek isteyenlerin gücü müsait olmadığından eğmişlerdir başlarını kara kara düşünmekten başka işler yapmaya fırsat bulamazlar. Çoğunluğun memnuniyeti, itiraz edenlerin seslerini kesmiştir. İki önemli sonuç doğurur bu durum. Susanların başlarına belalar yağar, yağar ki, dertleri artsın. Memnunların sofralarındaki payları gün be gün azalır farkına varmadan. Bu iki durum içselleştirildiği vakitlerde ise, her iki halde, bir şey üretmenin zor ve hatta imkânsız olduğu durumdur.

Ürün, belaların artmasını bekler. Asıl bela içinde yaşamaktadırlar fakat idrakinde değillerdir. Ne zaman ülkede edebi eserler boy verdi, şiirler, hikâyeler, romanlar yazılır okunur oldu, o zamanlarda yağan belaların görünür olduğuna hiç şüphe yok.

Karnı tok adamdan hiçbir şey olmaz derler ya, aynı manadır. Öğlen yemeğini bir güzel yemiş, geğirmiş kişinin yapabileceği sadece, akşama ne yiyeceğini düşünmek ve hazırlık yapmaktır. Bu arada, ev kiralarını toplamak, yeni girilen kooperatif ödemelerini ayarlamak, hizmetçinin hangi işleri yapacağına karar vermek filan bunlar acayip zamanını alır karnı tokun. Böylelikle ‘resimsizlik ve nesirsizlik’ vurgununda başrol oynarlar…

Ocaklarında ateş yanmaz, kendilerini ateşe atmazlar, yok olmak yoktur hayatlarında, öylece yerler, içerler, uyurlar… ertesi gün aynı minval hayatlar yaşanır gider. “İnsan, dilinden ve sözünden anlaşılır, sözünden bilinir” buyurur Hz. Ali (KV). Peki, sözü yoksa, söylenmemişse nasıl anlaşılacak? Öncelikle, “Aşk ateşinin” ocağına daldırıp, küle vurmalı, külleri rüzgârlara savurtmalı, özünü bulana, kendini görene değin. Bela budur. Belalar üst üste gelmeli ki, diller açılmalı. Diller güllere vurmalı, güzeller söz sırasını almalı. Ki, hayatımıza yeni sesler, yeni üsluplar girmeli. “Yeni şeyler söylenmeli…”

Yukarıdaki sözünü bugünlerde söyleseydi Yahya Kemal, sanırım ‘kimliksizlik’ sözcüğünü de ilave ederdi. Günümüz modası, kendine ait ne varsa terk etmek. Türk’ten utanmak. Türk kültüründen nefret etmek. Gayr-ı Türk olsun da, hangi milletten olursa olsun havası hâkim. Kendini unutan fertlerden de, ne bir hikmet, ne bir güzellik zuhur eder. Kuru, kupkuru hayatlar devam eder gider. Böylece, ilim, kültür, sanat ve hikmet deryaları bizden ırak düşer. Batağa yuvarlandıkça, sarılabileceklerimiz de bizden uzaklaşır.

Sonra, dilde, kültürde, sanatta işgal dönemi başlar. Ne kadar sürer, bitiş zamanı nedir? Bilinmez. Bu arada, vatanın istilası da söz konusudur. Düşmanlar gözlerini dikmişler topraklarımızı nasıl bölüşeceklerini planlamaktadırlar. Dilini, dinini, imanını aldıktan sonra, vatan kendiliğinden kayar gider.

“Atina’da Fransızca olarak neşredilen Le Messager d’Athene Gazetesi, İzmir muhabirinden 15 Mayıs (1919) sabahı, saat 10,30 tarihi ile almış olduğu aşağıdaki telgrafı neşretmiştir:

‘Rıhtımlar insanla dolup taşıyor, tıklım, tıklım doludur. Herkesin elinde Yunan bayrakları, çiçeklerle dolu sepetler var. Hepsi sürur gözyaşları döküyorlar. İzmir’de şimdiye kadar böyle manzara asla görülmemiştir. Bilumum balkonlar bayraklarla ve çiçeklerle müzeyyendir. Sokaklara halılar serilmiştir. Halk, meserret içinde, sokaklarda sarmaş dolaş dans ediyor’.” (Atilla İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları) anlatılan manzarayı, yakın bir zaman evvel Diyarbakır meydanlarından, sokaklarından hatırlıyoruz, medya aracılığı ile bayraklar adeta memleket sathına yayılmış gibiydi... Tek farkı, Yunan kumandan yerinde başka birisi vardı.

Böyle zamanlar ise, ateşin gönüllere dokunduğu zamanlardır. Eserler doğmaya, evlad-ı vatan birleşmeye başlar.

Hainler temizlenir. Hırsızlar, arsızlar uzaklaştırılır.

Korku, artık korkutanların başında beladır.

Uyanış topyekûndur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...