14 Temmuz 2010 Çarşamba

Uyanamıyorum

Yine akşam oluyor. Kendi başıma kalabilmek, bir parça kitap okumak, dinlenmek üzere sedire uzanmak, bir ara kalkıp soğuk su içmek, ılıktan daha soğukça bir su ile yıkanmak, ala sulu yeniden uzanmak. Televizyonlarda ne var acaba? haberler, iç açıcı değildir şimdi. Problemler, dertler, şu öldürülenler, şu soygunlar, trafik kazaları, kap-kaçlar, yerlerde sürüklenenler, iç parçalayan pazar manzaraları, sesi yetmeyen ünlü! sanatçıların kulak tırmalayan yeni şarkıları, konusu sonradan bulunan tartışmalar, kimin ne dediğinin önemi olmayan fikirsiz, destursuz konuşmalar, kavgalar, demokrasi lafları, bir anda demokrat olan, bir anda yenilikçilik taslayan siyasiler, kendini bilmez evlilik meraklıları, genç ihtiyar şov düşkünü insancıklar, geçmişlerinde hiç bir kavganın içinde olmayan, bir anda mücahitliği tutunacak dal olarak gören sonradan olma bilgiçler, her gün televizyon televizyon gezen söyleyecekleri, yıllardır söyledikleri olan üniversite kaçkınları, ezber bozucu olduklarını her fırsatta tekrarlayan fakat ezberlerinden çıkamayan ukala dalkavuklar, asla dini siyasete alet etmeyen ama Cuma Namazından çıktıktan sonra namaz kıldığı caminin önünde demeç veren siyasiler, karakolları basılan askerler, ağır silahlarla kilometrelerce burnumuzun dibine sokulan ve askerlerimizi şehit eden teröristler, doğduğu dağlarında kekik toplarken, kendi çocukları tarafından kurşunlanan yoksul insanlar… burası benim memleketim mi? duraksadım. Benim memleketim.

Söğüt’ten doğup dünyanın dört yanında, medeniyeti parlatan, adalet dağıtan, fakiri fukarayı kollayan, komşusu aç iken tok yatmayan, ilmi her fırsatta yükselten, padişahlarının hocalarının arkasından gittiği, Avrupa içlerinde, Afrika’da, Asya’nın hemen tamamında bir işareti ile orduları hareket ettiren, emri verdiği andan itibaren de, sadece “oldu” cevabını bekleyen, hükümran olduğu her vilayette hanlar hamamlar, kervansaraylar inşaa edip, fakirin doyması için imarethaneler kuran, o coğrafyalarda yaşayan kuşlar için yuvalar, vakıflar tesis eden, 500 yıl önce kurduğu köprüleri şu an da bile hala sapa sağlam ayakta duran, kurmuş olduğu devletin kopyasını çıkarıp neleri nasıl nerelerde uyguladığının belletilip, medeni dünyalarca aynısının şimdilerde uygulatıldığı, tarihe altın sayfalar bastıran, bu sayfalardan içinde bulunduğumuz günlerde bizlere gülen, savaş medeniyeti, at medeniyeti, vakıf medeniyeti, asker (ordu) medeniyeti, orta çağı yıkıp yeni yepyeni medeniyetleri vücuda getiren, bu günlerde demokrasi diye adlandırılan bir çok şeyi yüzyıllar boyunca fiilen uygulayan, hasletlerini sadece kendine saklamayan, dünyanın her yerindeki fakir fukara çocukları toplayıp, eğiten, besleyip büyüten, sadaret makamına kadar yükselten, Allah’ın Hakkı Allah’a, Kul’un Hakkı Kul’a anlayışında olan, yaratılmışın tamamının Hak olduğuna inanan… benim memleketim miydi? unuttum. Benim memleketim. "Ama biz uyanık ve tedbirli topluluğuz"(*)

Sonra bu medeniyet İmparatorluğu, araya giren fitne, fesat… yüzünden, zayıfladı. Zayıflayan devletin üzerine çakallar, sırtlanlar, akbabalar üşüştü. Her biri bir parçasını koparttılar acımadan. Can çekişiyordu. Leş yiyiciler hangi parçanın, kime nasıl pay edileceğini tartıştılar. Anlaşmaları hep hastanın öldürülmesi üzerine oluyordu. Hasta, güçten düştükçe kendi organları da ihanet etmeye başladılar. Kanser oldular, verem oldular, sıtma oldular, açılan yaralar kapanmadı bir türlü. Organlar, bir bir vücuttan düştü…”Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın” (**)

“Haktan inen şerbeti içtik elhamdülillah/Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah”

Kudret denizinden “el almış” ulu bir başbuğ, memleketimin durumunu bir çırpıda gördü. Yapılması gerekenleri planlayıp, vatan toprağının hiç olmazsa bir kısmının -vatan- kalması, milletin burada yaşaması için planlarını uygulamaya koydu. Esas olarak yalnızdı. Yalnızlığı, özellikle tek başlarına geçen uzun gecelerde daha da beliriyordu. Milletine güveniyor, yakın arkadaşlarına da bunu öneriyordu. Memlekette kendiliğinden yapılan, üretilen hiç bir şey yoktu. Öylesi fakirlik, yoksulluk, yalnızlık vardı ki, dünya devletleri hayalperest olarak nitelendiriyordu, bağımsızlık hareketine kalkan yiğitleri. Para yok, araç gereç yok, silah yok, vasıta yok, at-araba yok, yiyecek yok, giyecek yok…. Yok, yok…yok. Lisan-ı hal ile anlattığı her problem mutlak surette çözülüyordu. Çözümler görüldükten sonra da milletin imanı artıyor, bağımsızlığın hayal olmadığı idrakine varılıyordu. “Sabredin sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık olun”(***) Sabrın en büyük silah olduğunun bilincinde, fakat sabrın “çalışmak” olduğunu, millete anlatarak sonuca ulaşılacaktı. “Uyanık olmak” çalışmayla eş anlamlıydı. Milletçe çalışılacak, elbirliği ile başarılacaktı.

Hayal değilmiş. Başardılar.

Başardılar da, seksen yıl sonra yine bir şeyler oldu. Ufak tefek problemler olmadı değil bu zaman zarfında. Oldu, fakat çözüldü. Halledildi. Ama iyi ama kötü halledildi.

Şimdi birinci paragraftaki insanlarla, dünyaya hükmeden imparatorluğun düştüğü durum aynıdır. Bir çözüm bulunmalı, kalitemiz bu, toprağımız bu. Yeni bir başbuğ, halkın içinden çıkacak;

“Beri gel barışalım, yar isen bilişelim/Atımız eyerlendi Eştik elhamdülillah”

“Kuru iken yaş olduk, ayak iken baş olduk/Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdülillah”

Yine, ulu bereketli pınarların besleyici gıdalarından almış, ulu bir başbuğun “uyanış” borusu ile birlikte millet uyanacak ve tarihteki layık olduğu yerini alacaktır.

========================:

(*) Şu’ara/56; (**) Kehf/18; (***) Al-i İmran/200

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...