5 Temmuz 2010 Pazartesi

Siz, Soyunamamışsınız Kusura Bakmayın Hocam…

Plajlarda, aradığınız kişiyi nasıl tanırsınız?

Denize girmek, güneşlenmek, kumda uzanmak…. yılın belli ve sınırlı günlerinde tatil yapmak için gidilen deniz kıyılarında, denize girmeye has kıyafet olan, mayo.. gibi kıyafetler giyilir. Normal hayat kıyafetlerine göre, kısa ve vücudu çıplak bırakan giysi… herkes aynı şekilde giyindiğinden, aradığınız kişiyi,saçından sakalından, bıyığından yada giydiği mayosunun şekli-şemali ve renginden tanırsınınız. Herkes soyunduğundan hep birbirlerine benzerler. Farklılıklar giysilerimizle ortaya çıkar. Giysilerimiz manasının içinde, alınan eğitimler, alışkanlıklar, inançlar, töreler… de vardır. Diğer insanlardan farklılıklarımız bunlar. Bizi diğerlerinden ayıran farklılıklarımız. Doğuştan sonra üzerimize geçirilen veya gönüllü olarak giyindiğimiz elbiseler…bu elbiselerle kazanılan statüler, varlıklar, makamlar, şan, şöhret…

Gerçek eşitlik, doğuştan sonra kazanılan -her şeyi- bir kenara bıraktıktan sonra yan yana gelen iki kişi arasında olur. Bunun dışında eşitlikten bahsedilemez. Dünyada kazanılan mal-mülk, şan-şöhret, para, mevki ve statülerin bir kenara bırakılmasından söz ediyoruz. Plajlarda, insanlar elbiselerini dışarıda bırakıp öylece girerler denize. Mayo gibi giysileri hariç. Böylece dünyalarına ait farklar, asgariye indirilen, sadece o andaki giysileridir. Bu yüzden plajlarda aradığımız kişilere değil, onların elbiselerine bakarız. Onları elbiseleri ile tanırız.

Ertuğrul ÖZKÖK, “Tükenmez bir Hac risalesi” (*) başlıklı yazısına “Önce soyundum, aynanın karşısına geçip kendime baktım” cümlesi ile başlıyor. Ne güzel. “Aynaya baktım, Dirk Bogarde bana bakıyordu.” “Profesör Aschenbach’ı gördüm. Sakin, güven verici, hayran…” “Hayran olmayı; hayran olunmayı özlediğimi fark ettim.” Ne güzel, ne güzel…

"Sır" vurulan camın önünde durduğunuzda kendinizi görürsünüz, “sırlı” camlarda. ÖZKÖK hoca acaba, sırrı dökülmüş camın önünde mi durdu? yoksa soyunmasında mı bir hata vardı? tam soyunamamış. Yüce Allah peygamberine “ayakkabılarını çıkar” (Tâ-Hâ/12) buyurdu. Dünyaya ait ne varsa at üstünden. Öyle gel. Aynanın karşısına da öylece çıkılır hocam. Hem, Umre seyahatınızda da karşılaşmış olmalısın buna benzer durumlarla. Yoksa, kılavuzlarınız Ahmet Hakan ve Ali Bulaç anlatmadılar mı bu konuyu size? hani soyunup, dikişsiz –gerçi siz bol elbiseyi tercih etmiştiniz- elbise giyilir ya, işte öyle. Önce soyunmak lazım be hocam. Aynada gördüğünüz, sizin görmek istediğiniz miydi acaba? aynada görünen hayal, sizin hayal dünyanızın kahramanımıydı?

Dünyaya ait ne varsa “ancak dünya kadar değerli”, değersiz şeyleri bırakmadan aynadan görünen sizin kahramanınız olamaz. Sizi yoran, sizi üzen, hatıralarınızı allak bullak eden, zihninizi kurcalayan… ilminiz, bilginiz, makamınız, okuduklarınızın size kattıkları, esaretinde yaşadığınız yazdıklarınız, gezilerinde dünyanın öğrendikleriniz.. değil mi, ne kadar kıymetli bizim için. Bütün bunlardan nasıl vaz geçeriz, nasıl bir kenara bırakırız? O halde rahat da, huzur da yoktur bizim için. Gâlip Dede “Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümanındır” derken bize bunları mı anlatıyordu acaba?

ÖZKÖK hoca “Hayran olmayı; hayran olunmayı özlediğimi fark ettim.” Diyor.Bu yazısında en çok sevdiğim cümle. Hayran olmak, tüm statülere karşın. Zaafiyetini anlamak. Zaafiyetini, eksikliğini anlayan kişiler “hayran” olur. Güce tapınma değil bu. İlmin karşısında susma. Mükemmeliğin karşısında duraksama.”Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana/Derya benim katremdir zerreler umman bana” Yunus Emre düştüğü aşk denizinden sesleniyor ki, denizlerin hayranlığı bundandır.

Laf bitti aziz hocam. Öyleyse gelin birlikte söyleyelim, Suphi Ezgi’nin Hicaz eserini “Baktıkca hüsn-ü anına hayran olur aşıkların”…

(*)04 Temmuz 2010/Hürriyet


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...