Olur a, bir gün hatıra
düşer de geçmişte bilerek veya bilmeden, isteyerek veya istemeden yapılanlar
acı vermeye başlarsa, bir diğeri, daha başkası peş peşe göz önünde canlanır da
yakar kavurursa, olgunlaşma devresi başlamış demektir. Durup dururken, kendi
kendine yüzün kızarıp, boğazın kurur, nefes almak zorlaşır. Etrafında senden
başka bir canlı olmadığı halde, cendereye konulmuş gibi, falakaya yatırılmış
gibi olursun. Terler, üşür, terler, üşürsün. Yaptıklarını kendine itiraf eder,
sonuçta kendine ceza verirsin. Bir anlamda kabir azabı başlamıştır. Daha
doğrusu, hiçbir azap insanın kendine verdiği ceza kadar yakıcı olamaz. ‘Cehenneme herkes kendi odununu taşır’ sözünün
anlamı da bu olsa gerektir.
Okuduğum her yazıyı, her
makaleyi, her şiiri, her hikayeyi, kitabı, romanı.. yazarının bir itirafı gibi
görürüm. Acıları, hüzünleri, sevinçleri, zevkleri ayrı ayrı dökülür kâğıt
üzerine. Kendine itirafıdır, bizler de sebepleniyoruz. Atölyesinde,
laboratuvarında geceler, aylar süren titiz çalışmaları ve yorgunluğunun sonunda
ulaştığı eserde itirafıdır bilim adamı veya sanatçının. İtiraf, aynı zamanda
faş etmedir. Ruhunun derinliklerindeki kendinden bile gizleyerek geliştirip,
büyüttüğü, üzerinde yılların emeği ve gizemi olan bir sonuç. Bazen, kendilerini
bulunmaz Hint kumaşı cinsinden gören yazar-şairlerle karşılaşırım, hiç
incitmeden onları bir tebessüm dolar dudaklarıma. Olsun, bir gün gelir ki,
kendilerinin de bir -hiç- olduğunu anladıklarında daha olgun, daha öz eserleri
vereceklerini düşünür umutlanır ve unuturum.
Suç ferdidir. Bir başkasını
bağlamaz. İşleyen, suçun kahramanı olarak yaşar, itiraf eden ise zafer kazanan
kumandan.
Aslen suçlu olduğu halde,
başkalarını rahatça suçlayarak nutuklarını geliştirenler de vardır hani, yakın
geçmişimizde pek çok örneğini gördük. Devletini suçlayanlar, ordusunu
suçlayanlar, eğitim sistemini suçlayanlar, aynı vatan üzerinde ortak bir tarih
oluşturmuş farklı etnik yapıları suçlayanlar, dilini, bayrağını, marşını,
türküsünü, sazını, sözünü… suçlayanlar. Asıl suçlular onlar, fakat itiraf
edemiyorlar. Bir de hayatlarına bakınız. Rahat bir uyku çekemediklerine bahse
girerim. Kimisi kuruldukları gazete köşelerinde kurdukları güzel cümlelerin
ardına saklandılar, kimisi mensup oldukları akademilerin verdiği unvanların
ardına. Bıraktıkları sakalları bile onlar için saklanılacak bir sütreydi.
Konuşmaları arasına sıkıştırdıkları, belki anlamını bile bilmedikleri İngilizce
kavramlar bile onların perdeleriydi. İtiraf edilmeyen suç, içerde büyür büyür
ve dev halini alır. Kişinin aklını başından aldığı gibi, dumansız ateşler
içinde kavrulur da kavrulur.
Bakmayın bizimkilerin
akılsızca davranıp, suçlarını kendilerine bile itiraf etmemelerine. Yandıkları
yanlarına kâr kalacak.
“Kendimi her davranışımda suçlu bulurum, daha kötüsü değişmez yasaların
bir sonucuymuş gibi suçsuzken bile kendimde suç aramamdır, bunun birinci
nedeni, çevremdekilerden daha akıllı olmamdır."
Diyen Dostoyevski kadar entellektüel namuslu ve akıllı olamamalarıdır.
Yıllarını ateist olarak
geçiren Antony Flew’in, suçluluğunu “Yanılmışım
Tanrı Varmış” cümlesiyle itiraf etmesi ve itirafını tüm
dünyaya bildirmesi bizlere bir yol göstermektedir.
Salt kendine itiraf
başlangıç olsa da, yeterli değildir. Suçların bir de halka açıklanması ve bu
yolla nefsin dizginlenip, aşağılanması, terbiye edilmesi de lazımdır ki, bu
durum bizim kültürümüzde melamet olarak adlandırılır.
İtiraf, zamanı yaşayarak
idrak etmektir. Zamanı, anı, yani şu anı, şimdiyi. Geçmişi yad ederek,
pişmanlıklar içinde yaşamaktansa, cezaya razı olarak anı huzurda geçirmek.
Varlığı sahibine gönüllü
vererek,
Hiçlik cennetinde, ‘An’ı
yaşamak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder