2 Ağustos 2010 Pazartesi

Öküz Baba

Ankara Bahçelievler 17. Sokaktaki bodrum kattaki evde geçti öğrenciliğim. Dört kişi kalıyorduk. Herkes evin her işinden sorumluydu. Yemek, haftalık yapılan cetvele göre her gün değişerek kotarılıyordu, her gün bir kişi ne aklına gelirse, hangi yemeği yapmasını biliyorsa onu yapıyordu. Alış veriş yapan, mutfakta asılı duran kağıda ne aldığını, kaça aldığını yazar, ay sonlarında hesaplaşılırdı. Çok güzel günlerimiz geçti orada. Müzikli geceler, sarhoş geceler, edebiyatlı geceler, şiirli geceler, tarihli geceler.. ne güzel günlerdi onlar. Teknik öğretmen Okulunu bitirip, okulumuza yakın yerdeki Yapı Meslek Lisesine tayinim çıktığında kafesinden bırakılan kuşlar gibi hissettim kendimi. Yıllar bu gün için geçmişti. Artık öğretmen olmuştum.


İlk maaşımı aldığım gün Hasan’la birlikte (diğer arkadaşlar memleketlerinde idi) Ulus Şehir Çarşısının üst katında bulunan meyhaneye gittik. O çarşıyı yıktılar şimdi. Yerine, yine çarşı olarak kullanılan sevimsiz bir bina oturttular. Nerde o dükkanların sıra sıra dizildiği, çayhaneler, çorbacılar, alış veriş edilen küçük dükkanlar, esnafın candan müşteri karşılaması, müşterilerin adeta kendi evlerine girdiği Ulus Şehir çarşısı, nerde şimdiki, insanların ceplerindeki parayı alma koşusunun yapıldığı garip Ankara manzarası. Mimarlar suçlu. Rahmetli ninem; “sevgisi katılmamış hamurun ekmeği acı olur” derdi, inşaa edilirken ruh aşılanır binaya, bizim mimarlar bu konuda beceriksiz. Yeteneksiz. Her neyse geçelim konumuza.


Meyhanenin kapısını açıp içeri girdik. Öyle bir kalabalık ki, her masada beş-altı kişi oturmuş, hem demleniyorlar, hem konuşuyorlar. Garson bizi gördü, el işareti ile gelmemizi söyledi, yaklaştık. Hemen tezgahın önünde bir masa hazırladı, oturduk. Salata, peynir gibi birkaç meze ve rakı siparişini verdik. Biraz sonra masa tamamdı. O kadar kalabalıktı, her yandan konuşmalar, gürültüler, gülmeler, kahkahalar, bağır çağır sohbetler! kimin ne dediğini anlamak mümkün değil. Birde teypten cızırtılı gelen müzik, ne söylediği belli değil. O ara meyhanenin kapısı açıldı. İçeri birisi girdi. Aman ne giriş. Emir almış askeri birlik gibi, gürültü bir anda kesildi. Herkes aynı anda ayağa kalktı. Hazır kıta bekleyen birlik, “hoş geldin Öküz Baba” herkes ama herkes “hoş geldin öküz Baba” diyordu. İki elini havaya kaldırarak selam verdi. Ağır adımlarla bizden tarafa yürüdü. Hiç bir masada yer yok, ama her kes “buyur Öküz Baba” diyor. Elleri ile oturmalarını işaret etti. Garson bize gelerek, “şu anda hiç yer yok, sizin masaya oturabilir mi?” diye sordu. “estağfurullah” demeye kalmadan, bir iskemle uzattı. Öküz Baba oturdu masaya. “Selamün Aleyküm. Afiyet olsun”, “eyvallah, hoş geldiniz”. Adam, 1.90 boyunda, geniş omuzlu, aman ne geniş, biz arkadaşımla yan yana gelsek, toplamdan yine geniş, ablak yüzlü, traşlı, düzgün kesilmiş bir bıyık, ap ak saçları aslan yelesi gibi omuzlarına dökülmüş, koyu renk takım elbise, içinde beyaz gömlek, haza bir erkek güzeli, sonradan anladık 72 yaşındaymış. Garson bir kadeh rakı bir tabak limon sıkılmış maydonoz getirdi, bıraktı masaya. “Haydi bakalım gençler, müsadenizle” dedi. Kadeh kaldırdık. Bir yudumda bitirdi bardağı. İki sap maydonoz yedi. Garson bir bardak daha koydu masaya. Havadan sudan konuştuk. Diğer masalardan laf atmalar, espriler, küçük hikayeler anlatılıyor, kimi gülüyor, kimi düşünüyordu. Öküz Baba geldikten sonra da o gürültü sakinleşmiş, bizde kendimizi bulmuştuk. Öküz Baba gelen her kadeh rakıyı bir seferde bitiriyor, üstüne iki sap maydonozunu yiyordu. Rakı kadehi her boşaldıkça garson yeniliyordu. Konuşmalar arasında anladık ki, Öküz Baba aşağıdaki meyhanelerin birinden yetmişlik kadar içmiş, gelmiş. Burada devam ediyordu. 72 yaşındaki adamın, bu kadar içmesi hayret.


Bu arada, sohbet devam ederken, Öküz Baba bir şeyler söyledi. Pek anlayamadım. Fakat hakaret gibi bir şey. Bozulmuş olmalıyım. Rengim değişmiş. “bozuldun mu lan hayvan” dedi Öküz Baba. Ben ne diyeceğimi bilemedim. İyicene keyfi kaçtı buranın demeye kalmadı, “hayvan dedikse, bülbül demek istedik be evlat, bozulma” dedi. Yumuşattı ortamı. Adam haklı, ona öküz diyorlar aldırmıyordu. Devam ediyorduk. Bizde Öküz Babaya uymuş onun her kaldırışında kadeh kaldırıyorduk. Acemi meyhaneci olarak görmesinler bizi, Hasan’la birlikte anlaşmış gibi, durmadan içiyorduk. Bu arada Öküz Baba bize, bir tabak maydonoz ısmarladı. “bu candır” dedi. “Afiyet olsun”. Öyle bir hale kadar içmişiz ki, meyhanenin boşaldığını bile fark edemedik. Ayağa kalktık, Hasanla kolkola girdik…


Sabah olmuş, kan ter içinde uyanmışım. Ooo, ne sabahı öğlen geçmiş. “Hasan, Hasan” diye bağırdım. Ses gelmedi. Başımda bir ağrı vardı. Zorla da olsa kalktım yataktan, başımı musluğun altına dayadım. Soğuk su uyandırdı. Damarlarımın genişlediğini hissettim. Hasan’a baktım. Uyuyordu daha. Mutfağa gittim. Çaydanlığı ocağa koydum. Çay iyi gelirdi herhalde. Taze ekmek aldım bakkaldan, Hasan’ı kaldırdım. Çaylarımızı içerken, “neler oldu, hatırlıyor musun. Meyhaneden nasıl çıktık, hesabı ödedik mi? ne kadar ödedik, eve nasıl geldik?” Hasan’da hiç bir şey hatırlamıyordu.


Hani otuz iki yıldır düşünür dururum. Hala bulamadım. Öküz Babayı hatırlıyorum, meyhaneyi, mezeleri, yemekleri, rakıyı hatırlıyorum. Fakat bir yerde filim kopuk. O andan itibaren her şey flu. İyi oldu, Öküz Babayı tanıdık. Diye kendimizi avuttuk, hala o avuntu ile gidiyoruz.

2 yorum:

  1. Okurken Gençliğime gittim ve Çıkmaya çalışıyorum...

    YanıtlaSil
  2. öküz güden14 Mart 2013 07:59

    Dünyada gerçek öküz babalar çok kadına şiddet gösterir, gerek bağlıkla gerek dayakla ..

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...