16 Ağustos 2010 Pazartesi

Çeşitli Önermeler

Elektrik faturasını ödemek üzere bankadayım. Makinadan sıra numarasını almış bekliyorum. İyisi şu boş bir yer bulmuşum. Numaraları gösteren ekrandan akan rakamları takip ediyorum. Kaçırırsan sıra numarasını yenilemen gerekebilir. Dikkatlice takip ediyorum. Yanımdaki kişi “hele şükür” deyip, bankoya yanaştı. Bir delikanlı boşalan koltuğa oturdu. Elinde makbuz, dekont gibi bir şey vardı. Sakalı birkaç gündür kesilmemiş, hava sıcak olduğundan mıdır ne, ter kokusu geliyordu. “off…of..” diye iç geçirdi. Şöyle baktım. “Hayırdır” dedim.

-“Açım abi açım.”

-“Nerelisin sen”

-“Kastamonu … köyünden.”

-“Eee senin bahçen, toprağın da vardır.”

-“Var.”

-“Buralarda ne işin var be kardeş. Toprağını işle, günlük ihtiyaçlarını karşıla, daha iyi değil mi?”

-“Öyleymiş, bilemedik. Artık gitmeyi düşünüyorum. Eşeklik etmişim.”

Şehirliyi çoğaltmanın şartı, köydekilerin şehre göç ettirilmesi değildir. Şehre gelenlerin, ekmek parasını kazanabilecekleri iş yerlerinin yapılması, ticaret merkezlerinin açılması, barınabilecekleri tesislerin kurulması sonrası bu göçlere göz yumulabilirdi. Köylünün bahçesini, tarlasını ekip biçmesinin sağlanması en doğru yoldur. Hem uğraşacakları işleri olur, hem küçük kazançları ile geçinebilirler.

***

Önemli bir kişi anlatıyor du;

Simit sattığım günler.

Aşağı yukarı her gün yüz kadar simit satılamıyor fırında, bayatlıyor. Ya ihtiyaç sahiplerine veriliyor ya da bir alıcısı çıkıyor du. Artık bayat simitlerin alıcısı benim. Dörtte bir fiyatına dünden kalan simitleri alıp, eve götürüp, su buharında yumuşatıyoruz, daha sonra da soba üzerinde ısıtıp, yeniden kızartarak gevrekleştiriyoruz. Tazesini aratmıyor. Müşterilerim zaten belli. Birkaç saat içinde satıyorum. Arkadaşlarımdan daha fazla para kazanıyorum.

***

Uzun bir seyahat esnasında anlattı hoca;

Yıl 1975, hastane de yatıyorum. İki kişilik bir oda. Oda arkadaşım, iri kıyım, kara kaşlı, kapkara, ablak suratlı, kaşları o kadar büyük ki, gözlerini kapatmış, küçücük gözleri görülmüyor, suratının ortasında yumruktan büyük kocaman bir burun, yüzüne bakan tamamen burun görür desek yeridir. Huzur veren bir sesi var. yumuşak, ince bir ses. Ağır ağır konuşuyor. “ne güzel konuşuyorsun” dedim bir seferinde, “ürküntü vermemek için” dedi. Anlayamadım. Romatizmaları artınca birkaç gün tedaviye geliyormuş. Kara Tepikçi diyorlar ona. İsim yerine lakap uydurulmuş, her gelen giden, doktorlar dahil Kara Tepikçi diye hitap ediyorlar. Birkaç sefer ben de dedim.

Radyodan haberler dinliyoruz. “…tarihinde idamla cezalandırılan ……’nın, bu sabaha karşı infazının yerine getirildiği…”

-“Eyvah” dedi. Kara Tepikçi. “Eyvah, kaçırdık.”

Anlamaya çalışan gözlerle baktım dik dik, görünmeyen gözlerine. Merakım arttı. Kaçan ne ki? Yataktan kalktı, oda da dolaşmaya başladı. “Kaçırdık…” kendi kendine söyleniyordu. “Anlat hele kaçan nedir?”telaşlı yürümelerine devam ederken, “tepik sırası bende idi. Kaçırdık” dedi.

Üçüncü gündür bir cellatla aynı odayı paylaşmıştım. Mesleğini yapamadığı için yüzünün aldığı hali görmek gerekti… kim bir insanın hayatını sonlandıracak tepiği atamadığı için üzüntü duyar dı? ancak mesleğini en iyi yapan, mesleğini seven biri.

Cellatlarımız kadar işimizi “en iyi bir şekilde yapmaya” azmetseydik, her halde cellatlar işsizlikten çıldırırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...