28 Haziran 2014 Cumartesi

İsraf Şeytanın Hedefidir


Bir haller olmuş, düşünemeyen, sorgulamayan, verilen yükleri ömür boyu taşıyıp, getirisinin ne kadar olması gerektiğini bilmeyen, yasalar karşısında hangi haklara sahip olup, bu haklara nasıl ulaşılacağından bihaber, bir tutam otun peşinde koşan, ona bile ulaşamayan garip bir topluluk!.

Nerede bir yanlışlık var, nasıl bir hata içerisindeyiz, niye böyle oluyor?

Cafcaflı dizilmiş alış-veriş merkezlerinin terekleri yanlarından geçeni cezbediyor. İhtiyaç olmasa da el, gayr-ı ihtiyari uzanıyor tereğe ve el arabasına neyi attığının bile farkında olmadan alıyorsun. Ödeme anına kadar da rahatsın. Cüzdanındaki üç-beş bankanın kredi kartlarını ödeme aracı gibi değil, kredi gibi kullanmayı öğrendin. Biri olmasa diğerini rahatlıkla uzatıyorsun kasiyere. Eline verilen alış-veriş fişini cüzdanına yerleştiriyor ve dışarı çıkıyorsun. Banka kredisi kullanarak satın almış olduğun arabanın kapılarını çook uzaktan cırt diyerek açıyorsun (o anların zevkini hissetmeye çalışın), bağaj kapısını açarken gözlerin parlıyor. Araban son model değilse de, az kullanılmış, az kilometre yapmış, idare eder, önündeki market arabası tıka basa doldurulmuş, çocuklar yanında dondurmalarını yalıyorlar, karın geçen hafta aldığı dönerli telefonu ile arkadaşını arıyor, birçok alışveriş yaptığını anlatıyor, o beğendiği eteği ve tişörtü de aldığını ilave etmeden duramıyor. Market arabasındaki eşyaları bagaja yüklerken terliyorsun. Biraz evvelki zevk halinde bir sıkıntı var. Şunu niye aldık, bunu almasaydık olurdu gibi düşünceler saplanıyor beynine. İade imkânı da yok. Eh.. Olsun diyorsun. Olsun bakalım. –Nasılsa üç taksit yaptılar, yavaş yavaş öderim. İyi ama geçen haftaki alışları da üç taksitte yapmıştık, arabanın da taksitleri bitmedi, daha üç ay okul servisleri ücreti ödenecek… -Ne yaptım ben, nasıl olacak? Aklına geliyor bankacı arkadaşın. Biraz kredi kullanırım, değilse altından kalkamam bu ödemelerin. Yarından tezi yok kredi aramalıyım, perişan olurum sonra.

Bagajı nasıl yükledin, eve nasıl geldin haberin bile olmadı. Şimdi bu eşyaları bir de yukarı taşıyacaksın.

Ve tekrar borçlanma. İlk heyecanın yatışıyor, aldığın borçla bir yerleri kapattın, biraz da olsa zaman kazandın. İşyerinde, evde rahatın kalmadı. Taksitleri alt alta yazıyorsun, topluyorsun. Gelirini en alta yazıp çıkarıyorsun. – batmışız. Batmışız. Gelirimiz kadar bir gelir daha lazım, olmadı. Çok açıldık. Bir daha dünyaya gelirsem!..

Düzenimiz böyle olmuş, hayat tarzımızı harcamaya ayarlamışız. Dolayısıyla aldıkça mutlu oluyoruz, harcadıkça gülüyoruz. Ya ödeme? İşte ödeme anında mosmor oluyoruz. Yorgan yetişmiyor ayak uzunluğuna. İlave çullar lazım.

Ve esaret!.

Doyacak kadar yemek, barınacak kadar mekân, örtünecek kadar giysi, ihtiyaç kadar birikim… Lazım olan bunlar. Fazlası?

Fazlası, ekonomik olarak ölüm demek. Ölüme doğru, dayanma gücü, itiraz, sorgu hususiyetleri yok olunca… işte gerçek esaret.

Artık kendi beyninle değil, sana tahakküm edenlerin beyinleriyle düşünürsün, onların istekleri doğrultusunda işlem yaparsın, onlar ne isterlerse baş eğersin.

Sebep, sebep ne?

Dünyalık.

Bitmeyecek sandığımız kısacık dünya ömrünü zehir etmeye değir mi? Gelir belli, giderler gelir miktarınca yapılmalı, hatta biraz tasarruf iyi olur ve hatta ekonominin temelidir tasarruf. Ülkemizin tasarruf oranı mesela Çin’in tasarruf oranından 7 defa daha düşük. Ülke kalkınması halkın tasarruflarıyla mümkün olur, elin verdiği borçlarla dönen değirmenin, bir gün suyu kesilir, çünkü geri ödeme istenir, o günlere hazırlık olunmalıdır. Bizim fazlaca harcamamız, borçlanmamız kimin işine yarar? Bizi boyunduruk altına almak isteyen, küresel güçlerin, isterseniz bunların adına şeytan da diyebilirsiniz. Öyleyse dikkatli harcamalı, israfa kaçmamalıyız. Müslümanlığımızla övünürüz, lakin önemli bir emrini yerine getirmeyiz. “Yiyin için, israf etmeyin.” (Araf/31) “Çünkü O israf edenleri sevmez”. Çünkü israf, başkalarının hakkının gaspıdır.

Dünyalık ve dünya sarhoşluğu yaşayan yorgunları Hz. Mevlâna Mesnevi’sinde şöylece uyarır: (Abdülbaki Gölpınarlı Şerhinden)

“Ömür, kimi dağlara tırmanarak, kimi denizleri geçerek, kimi ovalar aşarak karada geçip gittikten sonra,

Âb-ı Hayât’ı nerden bulacaksın; denizin dalgalarını nerden yaracaksın?

Toprağın dalgası bizim vehmimizdir, anlayışımızdır, düşüncemizdir; denizin dalgasıysa kendinden geçiştir, sarhoş oluştur, yokluktur.

Sen bu sarhoşlukta kaldıkça o sarhoşluktan uzaksın; bundan sarhoş oldukça o kadehe karşı kör kesilirsin sen.”

Hikâyede anlatılan kişinin kurtuluş şansı yok mu? Var. Feragat etmesi lazım, arabadan, lüzumsuz alışlardan, keyfi harcamalardan, lüks tutkusundan.. Feragat etmesi, kolayca gelinen şu dünyada kolayca yaşamayı becerebilmesi lazım.

Lazım olan, onu bunu yiyip tıkınmak değil, ölmeyecek kadar yiyip ve Âb-ı Hayat’ı aramak.

Öncelikle vazgeçebilmeyi becerebilmek.

Türk zevki, basireti ile nasıl da güzel anlatır Türkülerinde:

“Bir karakaşın bir kara gözün
Değer dünya malına”


Soma faciasında, kolayca borçlandırılarak köleleştirilen insanların hikâyeleri iyice anlaşılmalıdır!...

2 yorum:

  1. Tuncay Altunezen:

    "Ve esaret!.

    Doyacak kadar yemek, barınacak kadar mekân, örtünecek kadar giysi, ihtiyaç kadar birikim… Lazım olan bunlar. Fazlası?

    Fazlası, ekonomik olarak ölüm demek. Ölüme doğru, dayanma gücü, itiraz, sorgu hususiyetleri yok olunca… işte gerçek esaret."
    Hocam, kaleminize sağlık. Mümkün olsa herkese okuturdum. Kendimden başlamak üzere herkese uygulatırdım.

    YanıtlaSil
  2. Türkiye Cumhuriyeti Candan Nurgül :
    Özal’la çağ atladıktan sonra ''Ayağını yorganına göre uzatmak'' Atasözü unutuldu, hoş bizleri sıcacık turtan pamuk, yün yorganlar da kalmadı...

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...