18 Mayıs 2012 Cuma

Sığınak: Dost



İşinden kovulmuş, çocuklar aç, elde avuçta yok… Neredeyse üç aya yaklaşmıştı. Aylık gelirinden artırdığı az miktardaki para da bitti bitecekti. Bu zaman zarfında onlarca iş yeri ile görüşmeler yapmış fakat bir bahane ile geri gönderilmişti. Kötü şöhreti kendinden evvel işyerlerine ve patronlara uğramıştı. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı.

Bir başına nasıl estiyse rüzgâr o yöne vurup kendini, taa deniz kıyısına kadar varmıştı. Sahilden bir avuç küçük taş-çakıl aldı. Denizin sonsuzluklarına doğru, ufuklara doğru bakışlarını sabitledi. Birkaç adım geri atarak, elindeki çakılları birer birer denize atmaya başladı. Sanki her bir çakıl, içindeki sıkıtının birisini denizin derinliklerine taşıyor ve kendisi rahatlıyordu.

- “Heey sen.” İrkildi. Önemsemedi. Buralarda kendisini tanıyan kimse olamazdı. Üstüne alınmadı. Ufuklardan ayırmadan gözünü bir çakıl daha attı.

- “Heyy.. Ne yapıyorsun öyle?”

- “Hiiçç.. Böyle işte.”

- “Haa.. Denizi dolduruyorsun. Benim denizimi!”

- “Yok beyim. Ben üç-beş taş attım”

- “Hee.. Ben de inandım. Üç-beş taş”

-“Denizin her dolduruluşu, üç-beş taşla başlar. O üç-beş taş atılmadan sonrası da gelmez.”

– “İyi de bu deniz nereden senin denizin oluyormuş?”

- “Benim denizim yiğidim, benim denizim.”

Hangi düşüncelerdeydi… Bir ihtiyarın düşüncelerine müdahalesi ile nerelere gelmişti. Şimdi çıkmış bir deli ihtiyar bu deniz benim. Diyor. Gülmeli mi, acımalı mı? Bilemiyordu. İhtiyar kısa boyluydu, saçları, bıyıkları ağarmış, sakalları ise tıraş edilmişti. Saçı taranmış gibi düzgündü. Üstündeki ceketi yeni olmasa da temizdi. Pantolon ise sanki ütülenmiş gibiydi. Hafif rüzgâr estiğinden olsa gerek, ceketin yakası kaldırılmıştı. Bazen bir elini cebine sokuyor, diğer elini sallayarak konuşuyordu. Bu adamı memleketteki mahallesinde yaşayan Süleyman Amca’ya benzetmişti. O da böyle biraz kızgın, biraz alaycı tavırla konuşurdu. Kızgınlığı arttığında da ağzından küfürler çıktığı duyulurdu. Ona benzer bir tipse hemen buradan ayrılmalıydı. Bir karara varamadan, ihtiyar;

- “Delikanlı, gel şurada biraz oturup konuşalım”. Dedi. Daveti yaparken, biraz önceki haşin ihtiyar değildi, yumuşak bir çehreye bürünmüş, limonatayı andıran bir sesle hitap etmişti. Huzur verici bir ses. Peki önceki tarzı ne oluyordu? Bir anlam veremedi. Ret edemezdi, zaten gidebileceği, rahatlayabileceği bir yeri de, kimsesi de yoktu. Kabul ettiğini, ondan tarafa yürüyerek belirtti. Geriye dönüp, 250 metre kadar gittiler. Ağaç, tahta, teneke, naylon gibi malzemelerle yapılmış küçük bir baraka çıktı karşılarına. Barakanın ön tarafında üç metre kadar bir sundurma kondurulmuş, sundurmanın altına barakanın giriş kapısının önünde derme çatma yapılmış bir masa, dört tarafına da konulmuş, oturmaya müsait hale getirilmiş ağaç kütükleri. Yaklaşınca buyur etti ihtiyar. Oturdu kütüklerden birisinin üstüne. Dirseklerini masaya koydu. Etrafı meraklı gözlerle süzdü. İhtiyar içeri girdi, birkaç saniye sonra elinde bir testi, iki bardakla geri geldi. Testiden ayran boşalttı bardaklara ve geri götürdü testiyi. Dönüp o da oturdu.

- “Bir başına olduğumuzu düşünmeyesin” dedi. “Çok dostumuz vardır. Her gün birileri gelirler, ziyaretimizi yaparlar, konuşuruz, dertleşiriz, yeriz, içeriz.. Sonra giderler. Bende uykuya varırım. Yüce Allah Dost’suz, yarensiz, arkadaşsız bırakmasın.”

- “Merak ediyorsun değil mi, kim bu adam, ne yapar buralarda. Beni niye getirdi, niye benimle konuşmak istedi?”

Doğruya doğru, hem de dayanılmaz bir merak içindeydi. Tanımadığı kişiyi evine getiriyor, ayran ikram ediyor. Garip.

- “yok, o kadarda garip değil, şu yukarıdan tek başına gelirken gördüm seni. Yerleri tekmeliyordun. Taşlara vuruyordun. Geri dönüyor, vazgeçiyordun. Denize yaklaştın. Taş atmaya başladın. Ee.. Seninle nasıl tanışabilirdim. Benim denizime niye taş atıyorsun girişi, iyi bir çözüm gibi geldi bana.” “Belli ki, dertlisin, sorunlar içinde kıvranıyorsun. Hele anlat bakalım, anlat belki bir derman yolu zuhur eder kim bilir?”

Anlatsa mıydı? Kendini oyalayacak birisini aradığı için mi soruyordu bunları? Bu ıssız yerde konuşacak birisine ihtiyaç mı duymuştu? Bir ürperti, bir korku sardı benliğini. İhtiyarın müşfik bakışları imdada yetişti. Neredeyse bu esintili havada ve gölgede oturmuş halde ter basmak üzereydi. Kendisine yapılan hakaretler, küfürler aklına geldikçe kahrından ölmek istiyordu. Birde o hoyratların karşısındaki acizliği, onlara hiçbir şey diyemeyişi… Ölümü, kurtuluş olarak bile düşünmüştü.

- “Kaç çocuk var evlat… İki mi”? Başını sallayarak cevapladı. Cevapladı ama bir korkudur aldı zihnini. Bu adam beni nereden tanıyor düşüncesi kemirmeye başladı, yeniden bir tökezleme yaşadı.

- “Bizim köy buraya beş yüz metre kadar, şu tepenin hemen arkası” Dedi, yaşlı adam. Belli ki, rahatlamasını sağlamak istiyordu. Açılmasını sağlamak. Fakat zordu anlatmak. Hırsızlıkla suçlanmayı nasıl anlatacaktı, şurada oturmuş evinde misafir olmuşken?

- “Bizim çocuk geçen yıl tatil dönüşünde evinin soyulduğunu görür.” Yeni bir korku halesi kapladı yüzünü. Nerden çıktı bu hırsızlık olayının anlatımı? Bana ne senin oğlundan be adam..

- “Komşuları, biz gördük der. Filanca kişi; söyledikleri oğlumun arkadaşı. Polise de aynını söylemişler, polis tabiî ki o çocuğu gözaltına alıp, mahkemede tutukladılar. Neyse efendim, aradan bir hafta, on gün kadar geçince, bir başka hırsızlık vakasından yakalanan kişilerin bizim oğlanın evini de soydukları anlaşıldı. Hemence tahliye edildi tabii. Bu hatalar olabiliyor, üzülmemek, sabır göstermek lazım. Daha sonra bizim oğlanın arkadaşından hem komşuları, hem de polis özür diledi. Sen, muhasebeciydin değil mi?”

Nasıl olurdu? İmkânsız, inanılması güç olaylardı yaşadığı. Şuraya oturalı nerdeyse bir saat olmuş, ağzından daha bir kelime bile çıkmamıştı. Adam, sanki kendisinin hikâyesini anlatıyordu. Yine baş sallayarak geçiştirdi. Bu rahatlatma değil, bilakis sanki olayların içindeymişçesine, ayrıntıları bilen birisiydi. Yine, derinlere dalmak üzereyken, ihtiyar;

- “Hah, Ömer Bey geliyor.” Dedi. Sağ taraftan doğru uzunca boylu, iki elinde naylon torba ile Ömer Bey çıktı geldi. İçtenlikle selam verdi. İhtiyar’ın elini sıktı, sarıldılar. İhtiyar;

- “Bugün misafirimiz var, tanıştırayım, Süha Bey, Ömer Bey”. Tokalaştılar. Kibar adam Ömer Bey, memnuniyetini bildirdi. Hoş karşıladı. Artık anlamıştı, ihtiyar kendisini iyice tanıyordu. İsmini de söylemesi bir balyoz darbesi gibi indi beynine.

- “Hulusi Bey’e bir telefon ediver Ömer Bey, uğrasın buraya.”

- “Gelirken konuştuk, gelecek.”

- “Sen arayıver, biz istediğimiz için gelsin. Yani gelsin.”

Elindeki naylon torbaları bir kenara bırakarak, telefon etmek için 20 metre kadar yukarıya doğru yürüdü Ömer Bey. Bulunulan yerden cep telefonu çekmiyor olsa gerekti. Artık, hiç düşünmemeli, nasıl bir rüzgâr etkisiyle buralara kadar sürüklendiyse, kendini olayların akışına bırakmalıydı. Korkmamalıydı, bunlar Dost insanlardı. Zaten, zaman ilerledikçe korkuları yitmiş, ılık rüzgârın etkisiyle dünyasını değiştirmişti. Yakın geçmişini unutmuştu adeta. Heyecanı sonlanmış, kendisini hadisenin gelişimine bırakmıştı. Ne olacaksa olsundu. Ömer Bey, dönerek tamam der gibi bir baş işaretiyle onayladı. Gülümsedi adam. Başını salladı.

- “Süha Beyciğim, burada herkes işin bir ucundan tutar. Haydi, bakalım sende bir şeyler yap.” Ayağa kalkarak, iki elini öne doğru uzatıp, ne yapabilirim? Der gibi sordu.

- “Canım, sen de mangalı yakıver.”

Nasıl candan insanlardı bunlar. Etrafa bakındı. Kenarda ters çevrilmiş mangalı gördü. Ceketini çıkarıp astı, mangalı aldı. Sundurmanın dışına çıkardı. Etrafı taradı gözleriyle. Ömer Bey naylon torbaları masanın üzerine boşaltmaya başladı, domates, salatalık, biber, ekmek, rakı, naylon bardaklar… Etraftan kurumuş dal parçalarını toplayıp mangala yerleştirdi. İhtiyar elini bir yöne doğru uzattı. Torba içindeki kömürleri gösteriyordu. Ateşledi mangalı. Kuru dallar çıtırdayarak ateş bir anda başını yükseltti. Kömürü yerleştirdi. Hulusi Bey olmalıydı. İki elinde naylon torba ile çıkıp gelen. Selam ve tanışma faslı tekrarlandı. O da hemen ceketini çıkararak hazırlıklara koyuldu.

Yarım saatin içinde, derme çatma masa padişah sofrasına dönüşmüştü. Etrafında dört kişi zamanı durdurmuş, birbirlerinin konuşmalarına kulak veriyorlardı. Hafif esinti yakındaki söğüt ağacının yapraklarından geçerken, kulaklara bulunması imkânsız musiki terennümleri sunuyordu.

“Ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum…

Kısık bir sesle, yavaşça şarkıya başlayan ihtiyardı. Ömer ve Hulusi Beyler de iştirak ettiler. “Aklımı yağmaya verip fikrimi şaştım…

Biliyordu bu şarkıyı Süha. Dede efendinin Bestenigâr bestesi. Ah.. öğrencilik yıllarındaki, kendisini hayata bağlayan, tüm duygularının bir besteye sıkışmış şarkısı. İştirak etse nasıl olurdu? Ne kadar da güzel okuyorlar. Kararını verdi meyanı kendisi yapacaktı. “Mecnuna şimdi eş olup dağlara düştüm… Dağlara düştüm… meyan sırasında büyük bir hürmetle dinlemişlerdi Süha’yı. Sonra koro halinde bitirdiler şarkıyı. “Sor güle bülbül ne çeker hârın elinden, bir dahi gül koklamayım yârin elinden”

Çok güzel Süha Bey, bravo, tebrikler. Utanmıştı. İlk defa tanıştığı insanlar, hayatında yeni ufuklar açıyordu. Utanmıştı ama hatasız okuduğu içinde kendiyle gurur duymuştu. Ah şu gurur. Bir anda özür diledi içinden. Oturmuş dört arkadaş kendi hallerinde işte, söylüyorlar. Burada güzellik, zaten doğal bir hal. Çirkin bir şey yok ki… Hep birlikte kadeh kaldırdılar. Lokmalarını yediler.

- “Hulusi Bey, gördüğünüz gibi, Süha Beyle dost olduk, artık söyleyebilirim. Sizin Muhasebeciniz çok yakında emekli olacak. Ben her şeyine kefilim, Süha Bey de Muhasebecidir. Şimdiden işinize alınız ve birkaç ay sonra muhasebenizi rahat teslim edebileceğiniz kişi içerden birisi olsun.”

- “Başım üstüne babacığım. Emir telakki ederim.” Dedi. Cüzdanından bir kartvizit çıkararak, Süha’ya uzattı. “Benim yarın öğleye kadar işim var, dışarıdayım. Arar söylerim. Siz yarın saat 9 -10 gibi Hayrullah beyle görüşün. O her şeyi size anlatır.” Kartı aldı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kısa bir zaman içerisinde inanılmaz olaylar gelişmişti. Kendisinin hiç tanımadığı birisi, her şeyine kefil olmuştu ve hatta hırsızlıkla suçlandığını bile bile. Derin, derin bir nefes aldı. Hiçbir şey düşünemez oldu, zaten düşünmesine de gerek yoktu, gecenin tadını çıkarmak en iyisiydi.

Sohbetler, şarkılar, türküler, şiirlerle geçen bir gece.

Tüm dertlerin askıya alındığı gece.

Daha ne olsun, günün belki de ömrün kazancı biri birinden güzel üç inanılmaz dost.

Saat 11’e doğru kalktılar, masa toplandı, çöpler naylon torbalara dolduruldu. Vedalaştılar. Ayrılırken ihtiyara:

- “Anladım baba, gerçekten deniz, sizin denizinizmiş”.

10 yorum:

  1. Mehmetvelit Yurt :

    HOCAM ELİNİZE, YÜREĞİNİZE SAĞLIK. BEN DE İNANDIM. DENİZ GERÇEKTEN "BABA"NINMIŞ.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eyvallah, Mehmetvelit Yurt Bey, eyvallah.

      Teşekkürler..

      Sil
  2. Veysel TEKELİOĞLU:

    Bir an amak-ı hayalden esintiler gibi geldi. Hoş ve latif. Gerçek, neyin içinde içinde... "Veysel'ciğim, naz et! O zaman hallederler işini" dediğin günü hiç unutamam. Öyle yaptım, işe yaradı. Erenlerin denizine taş atmazsan, kulübelerinden çıkmazlar...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Erenlerin denizine taş atmazsan, kulübelerinden çıkmazlar..."

      Merkez Efendi bile bu kadar yakalamamıştı Merkezinden...
      Teşekkürler.

      Sil
  3. Harun Meral :

    Okudum ağabey.... çok güzel akıcı anlatım. Herkesin kendinden bir kesit bulacağı güzel bir hikaye.. Umudu kaybetmemek ve iyi insanlara denk gelebilmek esprisine dayalı kurgu.. Kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İyi İnsanlar, iyi İnsanlarla..

      Eyvallah Harun Bey.

      Teşekkürler

      Sil
  4. Başta biraz sıkıldım. Sonra sarmaladı beni. Hoş. Çok hoş bir hikaye.."limonatayı andıran bir ses" güzel bir benzetme. Güzel, hoş ve ilk...
    Kalemine sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 236'da yazılmıştır.

      Sayenizde.

      Teşekkürler.

      Sil
  5. Nidai Seven:

    İştahla okunacak ve pay çıkarılacak.

    Emeğinize ve yüreğinize sağlık. Herkesin okumasını tavsiye ederim.

    YanıtlaSil
  6. Simdiki okul kitaplarindaki hikayeler nasil bilmem ama, bizim zamanimizdaki okul kitaplarindaki hikayeler benziyor. Cok begendim.

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...