İşinden kovulmuş, çocuklar
aç, elde avuçta yok… Neredeyse üç aya yaklaşmıştı. Aylık gelirinden artırdığı
az miktardaki para da bitti bitecekti. Bu zaman zarfında onlarca iş yeri ile
görüşmeler yapmış fakat bir bahane ile geri gönderilmişti. Kötü şöhreti kendinden
evvel işyerlerine ve patronlara uğramıştı. Bütün kapılar yüzüne kapanmıştı.
Bir başına nasıl estiyse rüzgâr
o yöne vurup kendini, taa deniz kıyısına kadar varmıştı. Sahilden bir avuç
küçük taş-çakıl aldı. Denizin sonsuzluklarına doğru, ufuklara doğru bakışlarını
sabitledi. Birkaç adım geri atarak, elindeki çakılları birer birer denize
atmaya başladı. Sanki her bir çakıl, içindeki sıkıtının birisini denizin
derinliklerine taşıyor ve kendisi rahatlıyordu.
- “Heey
sen.” İrkildi. Önemsemedi. Buralarda kendisini tanıyan kimse
olamazdı. Üstüne alınmadı. Ufuklardan ayırmadan gözünü bir çakıl daha attı.
- “Heyy..
Ne yapıyorsun öyle?”
- “Hiiçç.. Böyle işte.”
- “Haa..
Denizi dolduruyorsun. Benim denizimi!”
- “Yok beyim. Ben üç-beş
taş attım”
- “Hee..
Ben de inandım. Üç-beş taş”
-“Denizin her dolduruluşu,
üç-beş taşla başlar. O üç-beş taş atılmadan sonrası da gelmez.”
– “İyi de bu deniz nereden
senin denizin oluyormuş?”
- “Benim
denizim yiğidim, benim denizim.”
Hangi düşüncelerdeydi… Bir
ihtiyarın düşüncelerine müdahalesi ile nerelere gelmişti. Şimdi çıkmış bir deli
ihtiyar bu deniz benim. Diyor. Gülmeli mi, acımalı mı? Bilemiyordu. İhtiyar
kısa boyluydu, saçları, bıyıkları ağarmış, sakalları ise tıraş edilmişti. Saçı
taranmış gibi düzgündü. Üstündeki ceketi yeni olmasa da temizdi. Pantolon ise
sanki ütülenmiş gibiydi. Hafif rüzgâr estiğinden olsa gerek, ceketin yakası
kaldırılmıştı. Bazen bir elini cebine sokuyor, diğer elini sallayarak
konuşuyordu. Bu adamı memleketteki mahallesinde yaşayan Süleyman Amca’ya
benzetmişti. O da böyle biraz kızgın, biraz alaycı tavırla konuşurdu.
Kızgınlığı arttığında da ağzından küfürler çıktığı duyulurdu. Ona benzer bir
tipse hemen buradan ayrılmalıydı. Bir karara varamadan, ihtiyar;
- “Delikanlı,
gel şurada biraz oturup konuşalım”. Dedi. Daveti yaparken,
biraz önceki haşin ihtiyar değildi, yumuşak bir çehreye bürünmüş, limonatayı
andıran bir sesle hitap etmişti. Huzur verici bir ses. Peki önceki tarzı ne
oluyordu? Bir anlam veremedi. Ret edemezdi, zaten gidebileceği,
rahatlayabileceği bir yeri de, kimsesi de yoktu. Kabul ettiğini, ondan tarafa
yürüyerek belirtti. Geriye dönüp, 250 metre kadar gittiler. Ağaç, tahta, teneke,
naylon gibi malzemelerle yapılmış küçük bir baraka çıktı karşılarına. Barakanın
ön tarafında üç metre kadar bir sundurma kondurulmuş, sundurmanın altına
barakanın giriş kapısının önünde derme çatma yapılmış bir masa, dört tarafına
da konulmuş, oturmaya müsait hale getirilmiş ağaç kütükleri. Yaklaşınca buyur
etti ihtiyar. Oturdu kütüklerden birisinin üstüne. Dirseklerini masaya koydu.
Etrafı meraklı gözlerle süzdü. İhtiyar içeri girdi, birkaç saniye sonra elinde
bir testi, iki bardakla geri geldi. Testiden ayran boşalttı bardaklara ve geri
götürdü testiyi. Dönüp o da oturdu.
- “Bir
başına olduğumuzu düşünmeyesin” dedi. “Çok
dostumuz vardır. Her gün birileri gelirler, ziyaretimizi yaparlar, konuşuruz,
dertleşiriz, yeriz, içeriz.. Sonra giderler. Bende uykuya varırım. Yüce Allah
Dost’suz, yarensiz, arkadaşsız bırakmasın.”
- “Merak ediyorsun değil mi,
kim bu adam, ne yapar buralarda. Beni niye getirdi, niye benimle konuşmak
istedi?”
Doğruya doğru, hem de
dayanılmaz bir merak içindeydi. Tanımadığı kişiyi evine getiriyor, ayran ikram
ediyor. Garip.
- “yok, o kadarda garip
değil, şu yukarıdan tek başına gelirken gördüm seni. Yerleri tekmeliyordun.
Taşlara vuruyordun. Geri dönüyor, vazgeçiyordun. Denize yaklaştın. Taş atmaya
başladın. Ee.. Seninle nasıl tanışabilirdim. Benim denizime niye taş atıyorsun
girişi, iyi bir çözüm gibi geldi bana.” “Belli ki, dertlisin, sorunlar içinde
kıvranıyorsun. Hele anlat bakalım, anlat belki bir derman yolu zuhur eder kim
bilir?”
Anlatsa mıydı? Kendini
oyalayacak birisini aradığı için mi soruyordu bunları? Bu ıssız yerde konuşacak
birisine ihtiyaç mı duymuştu? Bir ürperti, bir korku sardı benliğini. İhtiyarın
müşfik bakışları imdada yetişti. Neredeyse bu esintili havada ve gölgede
oturmuş halde ter basmak üzereydi. Kendisine yapılan hakaretler, küfürler
aklına geldikçe kahrından ölmek istiyordu. Birde o hoyratların karşısındaki
acizliği, onlara hiçbir şey diyemeyişi… Ölümü, kurtuluş olarak bile düşünmüştü.
- “Kaç
çocuk var evlat… İki mi”? Başını sallayarak cevapladı. Cevapladı
ama bir korkudur aldı zihnini. Bu adam beni nereden tanıyor düşüncesi kemirmeye
başladı, yeniden bir tökezleme yaşadı.
- “Bizim
köy buraya beş yüz metre kadar, şu tepenin hemen arkası”
Dedi, yaşlı adam. Belli ki, rahatlamasını sağlamak istiyordu. Açılmasını
sağlamak. Fakat zordu anlatmak. Hırsızlıkla suçlanmayı nasıl anlatacaktı,
şurada oturmuş evinde misafir olmuşken?
- “Bizim
çocuk geçen yıl tatil dönüşünde evinin soyulduğunu görür.”
Yeni bir korku halesi kapladı yüzünü. Nerden çıktı bu hırsızlık olayının
anlatımı? Bana ne senin oğlundan be adam..
- “Komşuları,
biz gördük der. Filanca kişi; söyledikleri oğlumun arkadaşı. Polise de aynını
söylemişler, polis tabiî ki o çocuğu gözaltına alıp, mahkemede tutukladılar.
Neyse efendim, aradan bir hafta, on gün kadar geçince, bir başka hırsızlık
vakasından yakalanan kişilerin bizim oğlanın evini de soydukları anlaşıldı.
Hemence tahliye edildi tabii. Bu hatalar olabiliyor, üzülmemek, sabır göstermek
lazım. Daha sonra bizim oğlanın arkadaşından hem komşuları, hem de polis özür
diledi. Sen, muhasebeciydin değil mi?”
Nasıl olurdu? İmkânsız,
inanılması güç olaylardı yaşadığı. Şuraya oturalı nerdeyse bir saat olmuş,
ağzından daha bir kelime bile çıkmamıştı. Adam, sanki kendisinin hikâyesini
anlatıyordu. Yine baş sallayarak geçiştirdi. Bu rahatlatma değil, bilakis sanki
olayların içindeymişçesine, ayrıntıları bilen birisiydi. Yine, derinlere dalmak
üzereyken, ihtiyar;
- “Hah,
Ömer Bey geliyor.” Dedi. Sağ taraftan doğru uzunca boylu, iki
elinde naylon torba ile Ömer Bey çıktı geldi. İçtenlikle selam verdi.
İhtiyar’ın elini sıktı, sarıldılar. İhtiyar;
- “Bugün
misafirimiz var, tanıştırayım, Süha Bey, Ömer Bey”.
Tokalaştılar. Kibar adam Ömer Bey, memnuniyetini bildirdi. Hoş karşıladı. Artık
anlamıştı, ihtiyar kendisini iyice tanıyordu. İsmini de söylemesi bir balyoz
darbesi gibi indi beynine.
- “Hulusi Bey’e bir telefon
ediver Ömer Bey, uğrasın buraya.”
- “Gelirken konuştuk,
gelecek.”
- “Sen arayıver, biz
istediğimiz için gelsin. Yani gelsin.”
Elindeki naylon torbaları
bir kenara bırakarak, telefon etmek için 20 metre kadar yukarıya doğru yürüdü
Ömer Bey. Bulunulan yerden cep telefonu çekmiyor olsa gerekti. Artık, hiç
düşünmemeli, nasıl bir rüzgâr etkisiyle buralara kadar sürüklendiyse, kendini
olayların akışına bırakmalıydı. Korkmamalıydı, bunlar Dost insanlardı. Zaten,
zaman ilerledikçe korkuları yitmiş, ılık rüzgârın etkisiyle dünyasını
değiştirmişti. Yakın geçmişini unutmuştu adeta. Heyecanı sonlanmış, kendisini hadisenin
gelişimine bırakmıştı. Ne olacaksa olsundu. Ömer Bey, dönerek tamam der gibi
bir baş işaretiyle onayladı. Gülümsedi adam. Başını salladı.
- “Süha
Beyciğim, burada herkes işin bir ucundan tutar. Haydi, bakalım sende bir şeyler
yap.” Ayağa kalkarak, iki elini öne doğru uzatıp, ne
yapabilirim? Der gibi sordu.
- “Canım, sen de mangalı
yakıver.”
Nasıl candan insanlardı
bunlar. Etrafa bakındı. Kenarda ters çevrilmiş mangalı gördü. Ceketini çıkarıp
astı, mangalı aldı. Sundurmanın dışına çıkardı. Etrafı taradı gözleriyle. Ömer
Bey naylon torbaları masanın üzerine boşaltmaya başladı, domates, salatalık,
biber, ekmek, rakı, naylon bardaklar… Etraftan kurumuş dal parçalarını toplayıp
mangala yerleştirdi. İhtiyar elini bir yöne doğru uzattı. Torba içindeki
kömürleri gösteriyordu. Ateşledi mangalı. Kuru dallar çıtırdayarak ateş bir
anda başını yükseltti. Kömürü yerleştirdi. Hulusi Bey olmalıydı. İki elinde
naylon torba ile çıkıp gelen. Selam ve tanışma faslı tekrarlandı. O da hemen
ceketini çıkararak hazırlıklara koyuldu.
Yarım saatin içinde, derme
çatma masa padişah sofrasına dönüşmüştü. Etrafında dört kişi zamanı durdurmuş,
birbirlerinin konuşmalarına kulak veriyorlardı. Hafif esinti yakındaki söğüt
ağacının yapraklarından geçerken, kulaklara bulunması imkânsız musiki
terennümleri sunuyordu.
“Ben seni sevdim seveli
kaynayıp coştum…
Kısık bir sesle, yavaşça
şarkıya başlayan ihtiyardı. Ömer ve Hulusi Beyler de iştirak ettiler. “Aklımı
yağmaya verip fikrimi şaştım…
Biliyordu bu şarkıyı Süha. Dede
efendinin Bestenigâr bestesi. Ah.. öğrencilik yıllarındaki, kendisini hayata
bağlayan, tüm duygularının bir besteye sıkışmış şarkısı. İştirak etse nasıl
olurdu? Ne kadar da güzel okuyorlar. Kararını verdi meyanı kendisi yapacaktı. “Mecnuna
şimdi eş olup dağlara düştüm… Dağlara düştüm… meyan sırasında
büyük bir hürmetle dinlemişlerdi Süha’yı. Sonra koro halinde bitirdiler
şarkıyı. “Sor güle bülbül ne çeker hârın elinden, bir dahi gül koklamayım yârin
elinden”
Çok güzel Süha Bey, bravo,
tebrikler. Utanmıştı. İlk defa tanıştığı insanlar, hayatında yeni ufuklar
açıyordu. Utanmıştı ama hatasız okuduğu içinde kendiyle gurur duymuştu. Ah şu
gurur. Bir anda özür diledi içinden. Oturmuş dört arkadaş kendi hallerinde işte,
söylüyorlar. Burada güzellik, zaten doğal bir hal. Çirkin bir şey yok ki… Hep
birlikte kadeh kaldırdılar. Lokmalarını yediler.
- “Hulusi Bey, gördüğünüz
gibi, Süha Beyle dost olduk, artık söyleyebilirim. Sizin Muhasebeciniz çok
yakında emekli olacak. Ben her şeyine kefilim, Süha Bey de Muhasebecidir.
Şimdiden işinize alınız ve birkaç ay sonra muhasebenizi rahat teslim
edebileceğiniz kişi içerden birisi olsun.”
- “Başım üstüne babacığım.
Emir telakki ederim.” Dedi. Cüzdanından bir kartvizit çıkararak, Süha’ya
uzattı. “Benim yarın öğleye kadar işim var, dışarıdayım. Arar söylerim. Siz
yarın saat 9 -10 gibi Hayrullah beyle görüşün. O her şeyi size anlatır.”
Kartı aldı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kısa bir zaman içerisinde
inanılmaz olaylar gelişmişti. Kendisinin hiç tanımadığı birisi, her şeyine
kefil olmuştu ve hatta hırsızlıkla suçlandığını bile bile. Derin, derin bir
nefes aldı. Hiçbir şey düşünemez oldu, zaten düşünmesine de gerek yoktu,
gecenin tadını çıkarmak en iyisiydi.
Sohbetler, şarkılar,
türküler, şiirlerle geçen bir gece.
Tüm dertlerin askıya
alındığı gece.
Daha ne olsun, günün belki
de ömrün kazancı biri birinden güzel üç inanılmaz dost.
Saat 11’e doğru kalktılar,
masa toplandı, çöpler naylon torbalara dolduruldu. Vedalaştılar. Ayrılırken ihtiyara:
- “Anladım baba, gerçekten
deniz, sizin denizinizmiş”.
Mehmetvelit Yurt :
YanıtlaSilHOCAM ELİNİZE, YÜREĞİNİZE SAĞLIK. BEN DE İNANDIM. DENİZ GERÇEKTEN "BABA"NINMIŞ.
Eyvallah, Mehmetvelit Yurt Bey, eyvallah.
SilTeşekkürler..
Veysel TEKELİOĞLU:
YanıtlaSilBir an amak-ı hayalden esintiler gibi geldi. Hoş ve latif. Gerçek, neyin içinde içinde... "Veysel'ciğim, naz et! O zaman hallederler işini" dediğin günü hiç unutamam. Öyle yaptım, işe yaradı. Erenlerin denizine taş atmazsan, kulübelerinden çıkmazlar...
"Erenlerin denizine taş atmazsan, kulübelerinden çıkmazlar..."
SilMerkez Efendi bile bu kadar yakalamamıştı Merkezinden...
Teşekkürler.
Harun Meral :
YanıtlaSilOkudum ağabey.... çok güzel akıcı anlatım. Herkesin kendinden bir kesit bulacağı güzel bir hikaye.. Umudu kaybetmemek ve iyi insanlara denk gelebilmek esprisine dayalı kurgu.. Kalemine sağlık.
İyi İnsanlar, iyi İnsanlarla..
SilEyvallah Harun Bey.
Teşekkürler
Başta biraz sıkıldım. Sonra sarmaladı beni. Hoş. Çok hoş bir hikaye.."limonatayı andıran bir ses" güzel bir benzetme. Güzel, hoş ve ilk...
YanıtlaSilKalemine sağlık.
236'da yazılmıştır.
SilSayenizde.
Teşekkürler.
Nidai Seven:
YanıtlaSilİştahla okunacak ve pay çıkarılacak.
Emeğinize ve yüreğinize sağlık. Herkesin okumasını tavsiye ederim.
Simdiki okul kitaplarindaki hikayeler nasil bilmem ama, bizim zamanimizdaki okul kitaplarindaki hikayeler benziyor. Cok begendim.
YanıtlaSil