Devletler – milletler, içinden
çıkardıkları Adamlar sayesinde ayakta dururlar ve asırlara hitap eden sağlam
ayaklar üzerinde seyahatlerini yaparlar. Dört dörtlük bir tanımını ortaya
koymadan adamın, neyin medeniyetinden, kimin medeniyetinden söz edilecektir.
Yükselmek ancak, basamakları sağlam merdivenlerle mümkündür. Adam, dayanılacak
en sağlam basamaktır. Basamaklar çürüdükçe düşüşler, yuvarlanışlar
kaçınılmazdır. Adamlara yer açmalıyız hayatımızda. Adam ilmi ile adam ahlakıyla
doldurmalıyız dünyamızı, onları incitmeden, kırmadan, küstürmeden. Ha,
incinmezler, kırılmazlar, küsmezler. Peki, dünyamızdan kendileri çekilebilir
mi? Olabilir derim bu soruya, ancak çekilmek anlamında değil de, -hele biraz
seyredelim neler olacak- anlamında. Bu zamanda onların yerlerini başkaları
dolduracaktır, tam da onlara denk olmayan. Koyunun bulunmadığı yerlerde ortaya
çıkan Abdurrahman Çelebiler bunlardır. Her yaptıkları yardımın karşılığını para
olarak tahsil ederler. Tek amaçları daha fazla zengin olmak ve dünyada daha
rahat yaşamanın yollarını aramak, bulmak ve bulduklarını satmaktır. “Anlam
zafiyetindeki” insanlar da onların gönüllü müşterileri olurlar. En kolay
satılacak mal da; barış, insan hakları, analar ağlamasın, bedensel zayıflama, organik
beslenme, hastalıklara deva…
Çoğunluğu ele geçirmenin
yolu, çoğunluğun, istenildiği gibi düşünmesini ve kabul etmesini sağlamaktır.
Bildiklerinin yanlış, kabullerinin eksik, inançlarının zayıf olduğunu onlara
anlatmak ve durmaksızın tekrar ederek beyinlerini yıkamak gerekir. Böylece
çoğunlukta bir “anlam zafiyeti” yaratılır ve istediğiniz gibi yoğurabilirsiniz.
Bu aşamada kullanılabilecek iki önemli alan vardır. Birincisi, din ve dini
kavramları kullanarak onların beyinlerini ele geçirmek, ikincisi karınları
doyacak kadar bir beslenme ihtiyaçlarını karşılamak ama dünyanın zenginliğini
ortaya dökerek ve gözlerinin içine içine sokarak onlara nasıl sahip
olacaklarını renkli sayfalarda, coşkun müzikler eşliğinde anlatmak. Böylece
hayallerini kullanarak esaret altına alamayacağınız yığınlar yoktur. Bu
çalışmaların sonunda yığınların içinde istenilen gibi davranış gösterilmesi
şimşek hızıyla yayılır ve karşı çıkanlar ne yapsalar buna mani olamazlar.
Artık, bu durumda egemen
olan ve adeta saltanatını ilan etmiş olan, yığınlar tarafından şöyle kabul
edilir: hata yapmaz, günah işlemez, daima milletin yararına çalışır, uyusa da,
uyumasa da amacı milleti içindir, onun derdi ve çabası asla kendisi için değil,
milleti içindir… Dokunulmazlığını ve gücünü sonuna kadar yaşar ve asla
kaybetmek istemez. Onu tanımamak adalete karşı çıkmaktır, o asla eylemleri
nedeniyle suçlanamaz ve cezalandırılamaz. O her türlü davayı sonuca
ulaştırabilecek yegâne güçtür. Naslar bile onun yanında yapay dururlar. Yetkilerini
de gücünü de asla kimseyle paylaşmaz; bu nedenle güçler ayrılığı ilkesine
karşıdır ve bu düzeni istediği biçimde değiştirme çalışmalarını yapar.
İstişare adını verdikleri
toplantılar aslında dikte toplantılarıdır. Önceden nelerin dikte edileceği
belirlenmiş ve uzun uzun konuşmalarla dinleyicilerin beyinleri allak bullak
edilmiş ve mesajlar cümleler arasına sıkıştırılmıştır. Amaç, düşünen
bireylerden oluşan düşünen toplum (topluluk)
değil, söylenilenleri ayniyle yapacak maraba topluluktur.
Zaaf yaratıp, zafiyete
düşürüp öylece yönetmeye kalkmak, toplumun dinamiklerini köreltmek, aktif
beyinleri felç haline getirmekle eş değerdedir. Hatta atom bombası bile bu
derece etkili bir silah olamaz. Çünkü bireyler birbirleri ile etkileşim halinde
olduklarından, almış oldukları zehirli bakteriler diğerine kolaylıkla sirayet
eder. Ne de olsa tembellik, kolayca kabullenilebilen sevimli bir hastalıktır.
Rûm Suresi 54. Ayette, “Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin
farkında olmaksızın) yarattı!” buyurulur.
Fakat ayetin devamında, zayıflığa karşılık “bir kuvvet (hakikatini-Rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu!”
açıklaması da vardır. Sonra ak saçlı hale gelinerek yeniden zayıflık zamanları
yaşanır. Bu döngü devamlıdır. Sabır gösterip takvayı koruduğunuz sürece zafer
vaat etmiştir. Nitekim
“Allâh güçlüklere tahammül edenleri sever” (Âl-u
İmran/146) buyurularak, başa gelenlere karşı sabır gösterilmesi, sıkıntıda
olunmasına karşılık dünyadan yüz çevrilmesi istenmektedir.
Elbette zafiyet gösterilen
durumlar tamamıyla dünyadan gösterilen ve verilen, aslında hiçbir değeri
olmayan güzellik sandıklarımızdır. “Ancak
Allâh size sevdiğinizi (zafer ve ganimet) gösterdiğinde zayıflık gösterdiniz ve size verilmiş olan hükme isyan
edip tartıştınız.” (Âl-u İmran/152)
Muhiddin Arabî Hazretleri
bu ayeti şöylece te’vil etmiştir:
“Yakini inancınıza sirayet etmesinden, Hakk’ın kendisine karşı
inancınızın fesada uğramasından, ganimet edinmeye cevaz vermesini yanlış
yorumlayıp mal düşkünlüğünü sergilemenizden dolayı içinize korku düştü.
‘Tartışmaya kalktınız’. Rasule karşı gelip ve dünyanın çekici süslerine
meylettiniz. Bütün bunları size gösterdiğinden, Allah’a şükretmenizin, O’na
büyük bir arzuyla yönelmenizin zamanı gelmişti. Ama siz bunu göz ardı ettiniz”.
Korkular, dünyanın çekici
süslerine meyletmekten kaynaklanıyor. Korktukça zaaflar beliriyor, zaaf
korkuyu, korku zaafı tetikliyor ve bu kısır döngü içinde yenilgi kaçınılmaz
oluyor. (Bu noktada aşırı borçlandırılmış ve ödeme imkânı olmayan çok geniş
halk kesimlerini düşününüz ki, sayısının 15 Milyon civarında olduğu
söylenmektedir..)
Korku ve zaaf ortaklığı,
topluluk içinde yayıldıktan sonra da (fikri hür, vicdanı hür fertler olmaktan
çıkıp, yığın haline gelinince de), düşmanın (şeytan)
başaramayacağı, yapamayacağı bir iş kalmıyor.
Allâh sonumuzu hayr etsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder