28 Aralık 2010 Salı

Yandaşlık Tutulması

 “Sığınacak yeri olmamak ne demektir, bilir misin bayım?” sorusu bir kez daha mıh gibi çakılıyor beynime.

Soruyu Marmeladof, Raskolnikof’a sorar (Dostoyevski, Suç ve Ceza).

Rasim Özdenören 26 Aralık 2010 tarihli yazısına bu paragrafla başlar. Sonra ‘sığınacak yeri olmamak’ cümlesinin kendince manalarını verir. Mesela der ki; “Sığınacak yeri olmamak sefaletin ortasına düşmektir. Henüz tuzağın dışındayken kaçmakta olan birinin halidir. Umutsuzca sığınacak bir yer arayan, korkuya kapılarak kaçan birinin hali.. ve sonunda beklenmedik bir anda, kendini tuzağın içine düşmüş bulmak.. işte orada bir kere daha sığınacak bir yerinin bulunmadığını umutsuzca müşahede eden yaralının hali…” bu cümlelerden sonra savunma hakkından bahsederek, avcının “hayvana savunma hakkının tanımasının avcılık raconundan olduğundan da” bahsederek, sözü “orantısız güç kullanmaya” oradan da öğrenci hareketlerine getirir. Yumurta atmanın “orantısız bir güç kullanma” olduğunu filan anlatır. Saldırıya uğrayan polisin tümüyle savunmasız bırakıldığını ve “hukukça öne çıkartılması gereken hususun burada tebellür ettiğini”  ve polisin konumunun “tuzak kurulan kişininkine benzediğini” anlatır. Vay, vay,vay,vay…

Oysa ne de güzel başlamıştı yazısına. Nasıl oldu da hemencecik siyasilerin yorumladığı sonuçlara ulaşıverdi. Yazıları ve TV sohbetlerinden öğrendiğimiz kadarıyla, edebiyatçı, mutasavvıf biliriz Rasim Hoca’yı. Edebi yazıların üstadı olarak tanırız. Dostoyevski’den aldığı bir cümleyi “ki, bize göre muhteşem bir cümledir” açıklamaya girişir. Açıklamaları hatalı. Sefaletle, tuzakla, umutsuzlukla gibi kelimelerle kurduğu cümlelerle yaptığı açıklamalar hepten yanlış. Bu hatalara niye düşüyor dersiniz? Sözü öğrenci protestolarına, öğrencilerin yumurtalı eylemlerine getirecek de ondan. Sözü buraya getirecek ve mensubu olduğu ve ölesiye savunduğu siyasi tavra desteğini bildirecek!

Hak, hukuk, sevgi, birliktelik, kardeşlik… gibi konulara sık sık atıflarını, nasihatlerini okuruz. Pekte severiz hani, çirkinlik gösterilerine girişene kadar. Anlaşılıyor ki, Özdeneren Hoca, ezilmiş, sindirilmiş. Korkuyor. Nereye saklanacağını bilemiyor. Sanıyor ki, saklanabilecek. Tuzaklardan kurtulabilecek.

Yazarın, siyasi görüşler bildirmesi tabiidir. Bildirdiği görüşlere bakarız, kendisine mi aittir diye. Yanlışta olsa kendisine ait görüşe değer verir, saygı gösteririz. Kendimize göre yanlış olan tarafı atar, istifade edebileceğimiz taraflarını ise kullanırız. Bir başkasının -siyasinin- gözüne girmek, onun söylemleri ile konuşarak, yazarak kendini ona göstermeye çalışmak eylemlerine, dalkavukluk dendiğini ilk mektep hocamızdan öğrenmiştik.

Yazıya nasıl başlamış, nasıl bitirmiş. siyasetçi mübarek. İktidar sahiplerinden dinledik bu kabil sözleri, sen edebiyatına bak, güzel yazılarına bak. Kendini zorla soktuğun karanlıklar içindeki ışığa bak.

Biz söylemeye çalışalım o halde. ”sığınacak yeri olmamak” ilahi kelamdır. Askıda bırakılabilecek sıradan bir söz değil. Hem de senin anlattığın gibi sefaletin ortasında kalmak filan hiç değildir. “sığınılacak yeri olmayan” kişinin, sığınacak yeri “Allah”tır. ve bu kelam bir ayeti kerimedir. “hiç bir sığınılacak yer yoktur -kıyame/11”, “ondan başka sığınak bulamazsın -kehf/27-”

Öyleyse sayın yazara diyebiliriz ki, Allah’tan başka sığınılacak yeri olmayanlara korku yoktur.

19 Aralık 2010 Pazar

Şeb-i Arus Töreni

TRT’de yayınlandı.

Hz. Mevlânâ göçtüğü güne “düğün gecesi” dedi.  O gün için düzenlenen geceye de bu gün, “Mevlana’yı anma gecesi” veya “Şeb-i Arus” diyorlar, bu gece için yapılan törenler TRT’de yayınlandı. Türk Sanat Müziği Sanatçısı Ahmet Özhan muhteşem bir konser verdi. Bu konseri kayıt ettim, istediğim zaman yeniden dinlemek üzere. sonra, ilgisiz Beş siyasi kişinin uzun uzun nutkunu dinledik. Doğrusu ben dinlemedim. Sadece seslerini -gürültülerini- duydum. Hz. Mevlânâ’nın anma gecesinde siyasilerin konuşmalarının manasını anlamak da zordu. Doğrusu ben de anlayamadım. Siyasi konuşmalar! Ne anlamı var? niye konuşurlar? Niye konuşturulurlar?

Bir konuşmanın içerisinde “Mevlânâ” kelimesi geçiyor diye veya “Mevlânâ’nın sözlerinden”, “beyitlerinden” konuşma içerisine sıkıştırıldı diye, bu konuşmanın “Mevlânâ konuşması” olduğunu mu diyeceğiz yani? Ne anlamı var? ne gereği var? dinden, tasavvuftan, bilimden hakikatten bihaber kişiler, konuşuyorlar. Ne anlatıyorlar Hz. Mevlânâ’nın anılması gereken gecede.

Siyaset.

Biribirlerine Ulu zatın mesnevisinden alınma beyitlerle siyasi mesajlar veriyorlar. Ne kadar ayıp.

Haa. Seyredenler de alkışlıyorlar. Bu da bizim kalitemiz.

Alkışlayan varsa, siyasiler de konuşurlar da konuşurlar. Hazır mesaj verilecek kitle önünde ya, konuş…

Büyük bir hakikat erinin, aşk erinin düğün gecesinde yapılan anma toplantısını bar eğlencesine kim, nasıl çevirir. Dünyayı güldürüyorsunuz kendinize. Siyasi parti başkanının, partisi adına konuşmasının manasını kim anlar bu dünyada. Olabilir, bir fırsat buldun konuşursun. Sadece iki cümle. Günü kutlarsın. O büyük zatın affına, lütfuna, himmetine talip olursun ve geçersin yerine. Başka hiç bir şey söyleyemezsin. Orası konferans salonu değil, tartışma salonu değil, üniversite değil, okul değil, cami değil, mescit değil, kahvehane değil, değil, değil,değil… binlerce insan toplanmış, manevi lezzet, Mevlânâ tadı almak üzere gelmiş, siz siyasi konuşmalar yapıyorsunuz. Dünyayı güldürdünüz kendinize.

 Haa. Gülünen sadece siz değilsiniz. Bize gülüyorlar efendiler, bize. Millete gülüyorlar. Millete güldürdünüz dünyayı bilesiniz.

Birde geceyi hazırlayan, gösteriyi düzenleyen kişi ve kuruma da bir çift söz gerek. Ne sema vardı orada ne sema eden. Sanıyorlar ki, tennure giydirilmiş, sakallı kişiler ortada dönünce sema meclisi kurulacak! Yazık, koca bir medeniyeti, büyük bir tasavvuf felsefesini üç kuruşluk ‘tanıtım’ adına heba ettiniz. Yazıklar olsun size.


12 Aralık 2010 Pazar

Yumurtalı Protestolar

 “Öğrenci protestolarında patlama var.” (Gazeteler)

Bizim, lise çağımızda öğretilen dersler neredeyse ilk okullarda öğretilmeye başlandı. Her yeni doğan, ‘toplam aklın’ üstüne doğuyor.

Gençlerimiz, bizden çok ilerdeler. Onları anlayamıyoruz. İstedikleri bir şeyler yok. Sadece, görüşleri, gördükleri bizlerin gördüklerine benzemiyor. Leb demeden hocaları, leblebiyi anlıyorlar. Derin meseleler üzerinde kafa patlatıyorlar. Mantık süzgecinden geçirilen problemlerin çözümü üzerinde fikir üretiyorlar. Üretimleri, bizim düşüncelerimizle çelişiyor. Kabul edemiyoruz. Hata bizim. Onları anlamıyoruz.

Bazen de, söyledikleri söylemek istedikleri olmuyor. Anlatamıyorlar. Çünkü dinleyenleri, düzeltenleri yok.

Öğrenme (hazineleri) imkanları kısıtlı.  Epi-topu birkaç kitap, gazete yazısı, mizah dergisi, tamamı bu. Üniversite amfilerinde kendilerine söz hakkı tanınmıyor. Ne varsa ne yoksa hocanın anlattıkları. Sonra da imtihan safhası. Sık sık sınavlar, sadece dersten geçebilmek için, hocanın istediklerini öğrenme telaşı. Kütüphaneler zayıf, yeterli çağdaş ve güncel bilimsel eserlerin kitaplığa girdiği yok, yada yeterli değil.

Yeni kurulan üniversiteler zaten hepten donanım, hoca ve kitap fakiri. Tartışmaya hazırlanamıyorlar. Okullarda verilen sadece öğreticinin dersi. Gençlerin sorumlu oldukları sadece derslerde öğretilenler. Kendi başlarına yapabileceklerini göstermek istediklerinde biber gazı ile karşı çıkılıyorlar. Hiç bir şeye güçlerinin yetmediği, kafalarının çalışmadığı gibi bir inancımız var. Onların tek başlarına hiç bir sorunu başaramayacakları inancımız var. Onlara fırsat vermek bir yana, kendilerinin yarattıkları imkanlarının da önüne geçiyoruz. Onların, bizden daha ileride, onların bizden daha demokrat olduklarını bir türlü kabullenemiyoruz. Problem onlar değil.  Bizleriz.

Onları anlamak için hiç bir çabamız yok. Sadece bizlere muti olsunlar, sadece bizlerin söylediklerini yapsınlar ve sadece bizim gibi düşünsünler istiyoruz. Oysa, bizler; onlar gibi düşünmemiz, çağı onlar gibi anlamaya çalışmamız gerektiğini bir anlasak, sorunu belki de temelden çözeceğiz.

Bizim, doğduğumuz dünyanın üzerinden, Altmış “dünya yılı” geçti. Mantalitesine vukufiyet kuramadığımız, yeni bir asrı yaşıyoruz ve/maalesef asrı idrak edemiyoruz. Anlayamadığımız bu. Sorun bu.

9 Aralık 2010 Perşembe

Parktaki Adam

Sabahleyin saat sekiz de çıkıyorum evden. İşyeri ev arası yürüme kırk dakikalık yol. Kurtuluş Parkı’ndan geçerek, parkın serinliği içinde kaybolarak gidiyorum her gün. Bir küçük spor oluyor hem de. Sekizi yirmi geçe civarında parkın içine varıyorum, yolu takip ederek, Sıhhiye’ye doğru yol alıyorum.  Yaklaşık üç aydır dikkatimi çeken bir adam var parkta. Her gün tam da benim geçtiğim zamanlarda, sabah sporunu bitirdikten sonra, yol üzerindeki bir banka oturuyor, terlerini siliyor, dinleniyor. Bu üç ay içerisinde, birkaç defa selamlaştık. Öyle ki, iyiden iyiye tanışıyoruz gibi. Gün be gün tanışıklık artıyor.

Artık, başla gülümseyerek değil, sesli olarak selamlaşıp, hal hatır soruyoruz. Bazen yanına oturup bir iki satır sohbet ettiğimiz de oluyor.

Yine aynı saat yine aynı banka oturmuş beni bekler gördüm.

-“Sabah sporu yorgunluğu var üzerinizde. Sıhhatler olsun.” Deyip, selam verip oturdum yanına.

-“Öyle.. atınıza iyi bakarsanız sizi köye kadar götürür, bu vücut bu dünyada ömrümüzü sürdürebilmemiz için bizlere verilmiş bir attır. O halde iyice bakmamız, tımarını zamanında yapmamız gerek.”

-“At! Yani, bizden farklı bir varlık mı? bizi taşıyor. Bizden ayrı mı? biz/ ben ve vücut ayrı mı? nasıl anlayacağız bunu. Eğer bizden ayrı ise, ölüm dediğimiz nedir? Sorular çoğalıyor.”

-“Ölüm den sonra cesetten bir koku oluşur. peki, şimdi bu kokmamayı sağlayan kimdir? Ölüm olayı ile vücuttan ayrılan birisi mi var? öyle olmalı. Elbise değiştirmek gibi bir olay. Üzerindeki eskirse, kirlenirse gider evinde değiştiririsin. Sonra dışarı çıkarsın. Sen dışarıda iken, evdeki elbisenin senden haberi var mıdır? Onun gibi işte.”

Kısa kısa cümlelerle konuşmalar sürdü gitti, yıllar boyu. Her sabah parkta onunla karşılaşmak, onun söyleyeceği bir cümleyi almak ve günlerce o cümle üzerinde düşünmek. Yıllar böylece geçti, hep aklımda bulunan sorularla.

Ertesi günü, yine aynı zaman ve yerde bankta oturuyorlardı. Çoğul söylüyorum çünkü iki kişi idiler. Selamlaşıp oturdum. Tanıştırdı. Oğlu Murat, üniversiteyi bitirmiş, işe başlamış, evlenmiş, bir çocuk sahibi olmuş… bu sabah sporu baba oğul birlikte yapmışlar. Delikanlının daha koşası var ama babasına uyduğu için o da bankta oturuyor. Tanıştık. Havadan sudan sohbet ettik birkaç cümle. Ben işe doğru ayrıldım.

Dünya, üzerinde yaşayan güzellerden bihaber, habire dönüp duruyor. Belki de dünyanın dönmesi aşkındandır. Sevgisi olmasaydı, aramaz, olduğu yerde durur muydu? Dönmesi aramak mıdır? Kavuşmaya çalışmak mıdır? Yine de inanıyorum, dünya bihaberdir. Balık misali, deryayı tanımazlar.

Üç gün sonra;

Parka yaklaştıkça her günkü heyecanım vardı üstümde. Parka girer girmez uzaktan gördüm, aynı bankta oturuyordu. Yaklaştıkça fark ettim. Takım elbisesini giymiş, kravatını takmış, sinek kaydı tıraşını çekmiş, güzel kokular sürünmüş bekler halde idi.

-“Günaydın” diyerek oturdum. Güvercinler hep bir arada kümelenmişler, sabah sporu yapanların getirdiği bayat ekmekleri didiklemekle meşguller, bir ilk mektep talebesi ayağını sürüyerek geçti önümüzden, sanki uyukluyor gibiydi, yolun diğer tarafındaki çay-simit büfesinin kepengi açıldı gürültü ile, bir taksi acı acı kornasını çaldı, asfaltı yakan bir firen sesi duyuldu, trafik polisinin düdüğü karıştı meltem esintili havaya, bir başkalık vardı dünyada, bir başkalık vardı rüyada.

-“Hayırdır baba. Spor yapmadığınız belli oluyor.  Güzel elbiseler içindesiniz. Bilmediğimiz bir şey mi var?”

-“Haa evet.” Dedi. “evet. Yakında taşınacağız da haber vereyim dedim.”

-“Taşınmak mı? nereye” adeta bağırarak sormuştum, soruyu.

-“Ankara dışına” dedi.  “Elbiselerimi giydim ki, diğer tanıdıklarla da vedalaşmaya gideceğim.”

Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Şu dünyada selamlaştığım, oturup iki cümle laf ettiğim bir kişi vardı, o da gidiyor iyi mi? ayrıldığımızda herhalde ağlıyordum. Yaş aktı mı, akmadı mı? bilmiyorum. İşyerine vardığımda, hemen izin alıp ayrıldım. Sonra ne yaptığımı hiç sormayın.

Parktan her geçişimde selam vererek o banka oturuyorum birkaç dakika, geçmiş yılların sohbetlerini, derslerini özlemle yâd edip, boynu bükük vaziyette işime doğru gidiyorum.

Bir ay sonra;

Parka girdiğim de bankta oturan birisi vardı. Gelmiş diyerek sevindim. Yaklaştıkça "O" olmadığını anladım. Oğlu murat idi. Selam verdim.

-“Siz gitmediniz mi?” diye sordum.

-“Nereye” dedi. Babasının bir ay kadar önce Ankara dışına taşınacaklarını söylediğini, ailecek gideceklerini düşündüğümü anlattım.

-“Haa.” Dedi. “Babam, sizlere ömür. Göçtü bu dünyadan.”

Kaynar sular döküldü başımdan aşağı, göç tarihi tamda bana söylediği tarihe denk geliyordu. Aptallık ettiğimi düşündüm. Cenaze merasiminde bile bulunamadım.

-“Vah! eşşek kafam…”

3 Aralık 2010 Cuma

Deli Çavuş

“İnsan”a Helaldir.

Sabah ezanlarında besmele ile kalkar yataktan, az uyumuşluğun mahmurluğu ile zar zor bulur musluğu, soğuk su uyandırır ancak uykudan. Elleri, yüzü, başı, ayağı… derken, iş malzemelerini alır doğru camiye… sabah namazından sonra, eve uğramadan bahçeye. Bu tempo 40 yıldır devam ediyor. Böylece oluştu, gelişti, güzelleşti bahçesi. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, mevsimine göre…

Deli Çavuş şehrin delisidir. Arkadaşlarının delisi. Kendine deli. Bildiğinden şaşmayan bir inanç abidesi.

Bahçesi, hemen hemen her çeşit meyvenin bulunduğu büyük bir bahçe. Deli çavuş bizatihi çalışarak yıllar içinde oluştu, elma, armut, kayısı, ceviz, badem neler neler… hemen bütün meyveler var. hatta fındık ağacı bile var fakat fındık vermiyor. Mevsim ve coğrafya gereği. Bahçenin bir kıyısı yola bakar. Yoldan tarafta bir tabela italik yazı ile yazılmış “’insan’a Helaldir”. Her gören okur geçer. “Deli Çavuş işte, aklı ne eserse onu yazar, onu söyler.”  Der. Geçerler.

Üçüncü ya da dördüncü geçişimizdi oradan. Tabeladaki yazıyı okuyabiliyordum, ama laf olsun işte, öylesine bir okuma. Sonuncu geçişimizde iyice okumuştum. “İnsana helal”. İnsana? Yani ne demek şimdi bu?

Sonraki geçişimizde durdurduk arabayı, indik. Bahçeye doğru yürüdük. Derme çatma bir çit. Küçük bir kapı, açıktı. Girdik içeri. Şöyle bir etrafa bakındık. İleride birisi çalışıyordu. Elinde çapa, keser gibi bir şey toprağa doğru sallıyordu. Yaklaştık, bizi görmüştü. Çalışmaya devam etti. Biraz daha yaklaşıp selam verdik. “Ve aleyküm selam. Buyurun, buyurun. Hoş geldiniz” dedi. “Rahatsızlık vermeyelim. Çalışıyorsunuz.” Dedik. “Buyurun, şöyle geçelim.” İki kütüğün üzerine uzatılmış kalası işaret etti. “Buyurun.” Oturduk.

-“Maşaallah bahçeniz çok güzel, bakımı iyi. Çeşitli meyveler, şuradakiler de sebze olmalı.. çok iyi. İyi bakılmış.”

-“Buralardan mısınız?” misafir olduğumuzu anlattık. Birkaç keredir, bahçenin önünden geçtiğimizi, kapının üzerindeki tabela dikkatimizi çektiğini anlattık. “insana Helal”. Ne demek? Diye sorduk.

-”Gayet basit “ dedi. “İnsan olanlar rahatlıkla girerler, istediklerini alırlar, yerler, içerler. Helaldir.

-“Peki. Bahçeye giren, istediğini alıp yiyenler oldu mu hiç?”

-“Hayır. İlk defa siz geldiniz ve bu konuyu soruyorsunuz. Diğerleri korkuyorlar. Bahçeye asla giremezler. Ne bileyim işte korkuyorlar herhal.”

-“Ama, siz hiçte korkulacak biri değilsiniz.”

-“Demek ki, insan olmaktan, insandan korkuyorlar.”

-“Oysa insan korkulacak değil, sevilecek bir varlıktır değil mi?”

-“Kime anlatırsın efendim. Nasıl anlatırsın.” “fakire -Deli- derler buralarda. Belki de deliliğimizden korkuyorlardır. Oysa şu ana kadar hiç ama hiç kimseye bir zararımız dokunmamıştır.”

Yıllar yüzünde derin çizgiler açmıştı Deli Çavuş’un. Alnındaki kırışıklıklardan süzülen terler gözlerine dökülüp, yanaklarından aşağıya akıyordu. Cebinden çıkardığı mendili ile temizledi terlerini. Uzaklara doğru baktı.

-“Tabelayı astıktan sonra, bizim bahçe adres tarif yeri gibi oldu. Herkes tarifi -helal bahçesine- göre yapar oldu. Helal bahçesi derler ama bir türlü girip, ne yaptığımızı, niye böyle bir yazı yazdırdığımızı sormazlar. Biz yine de ürün aldığımız mevsimlerde, sepet içinde bahçenin önüne bırakır, özellikle çocuklar gelir alırlar. Komşularımıza dağıtırız üçer beşer. Çok sevinirler. Bu da bizi memnun eder. Hem, bütün bir evreni insan için yarattığını söylemiyor mu? Eee. Ben kim oluyorum ki, kainatı emrine verdiği insandan iki elmayı, üç kayısıyı esirgeyeceğim. Olabilir mi?”

Oturduğu yerden kalktı, bahçenin içlerine doğru gitti. “biraz bekleyin lütfen.” Diyerek. Kısa bir süre sonra elinde bir sepet, bir testi ile geri döndü. Sepetten elmalar, kayısılar, şeftaliler çıkardı. Kenara koydu. Su bardağı çıkardı testiden ayran doldurdu, “haydi, haydi buyurun” dedi. Afiyetle yedik, içtik. Öyle güzellerdi, öyle lezzetlilerdi ki, anlatılamaz.

-“Deli Çavuş hele anlat, bu meyvelerden yiyenler de insan olabiliyor mu? Sır meyvelerde midir?”

-“İnsan ki, güzelliği her nerede, her kimde bulursa almalıdır. İnsan alabilendir işte. Ama bir meyveden, ama bir bir çift sözden fark etmez.”

Müsaade istedik Çavuş’tan. Memnuniyetimizi bildirdik.

-“Unutmayın ha. Buralar sizindir. Girin bahçeye, keyfinizce gezin, yiyin, için. İnsana helaldir.”

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...