“Yeni Türkiye” söylemini siyasetin merkezine
yerleştirme çalışmaları, AKP’nin iktidar olduğu günlere dayanır (aslında
evveliyatı da var, diğer partide). Bunun için yapılacak ilk
iş, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, Lozan gibi değerlerin yerle bir edilmesi
çalışmalarıdır. Sözü bir vesile ile bu konulara getirip, olumsuz mesajın
çakılması ve sık sık değişik ağızlarla tekrar ettirilmesi çabasıdır. Darbeyi,
12 Eylül 2010 anayasa referandumunda vurdular, ‘demokratik açılım’ dedikleri sözde açılımı
ise, sağında ve solunda üçer Türk Bayrağı konularak, izleyicinin dikkatinin
bayraklara çekildiği yıkım açıklamaları ile yaptılar.
Propaganda tekniklerinin
içinde bayrak, Atatürk, analar ağlamasın gibi nesneler veya söylemler öne
çıkarılıyorsa, bilinmeli ki mutlak surette atılan ve veya atılacak bir yumruk
daha vardır.
2003 yılında Irak
tezkeresinin reddedilmesini takiben, Amerikalı bir yetkilinin “bunu not ettik” tehdidini
söylemesinden sonra, Türkiye’ye karşı uygulayacağı politikalarında değişikliğe
gittiler ve Türkiye idarecilerine de istediklerini dikte ettiler. Nitekim
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 2003’te TBMM Başkanı sıfatıyla yönettiği
oturumda alınan sonucu, iki yıl sonra 26 Mayıs 2005’te Washington’u ziyareti
sırasında değerlendirirken “1
Mart, ABD ile yeni ama çok sağlıklı bir dönemi başlattı… 1 Mart hayırlara
vesile oldu” diyebilecektir.
Arınç, doğru söylemişti. O
günden sonra yapılan çalışmaların hedefi ve yöntemi iyiden iyiye
değiştirilmişti. Bilinen gerçeklerdendir, tekrara lüzum yok. Gayr-ı menkulü,
silahı, toplantı salonu, teberru makbuzları, başkanı, toplantı resimleri,
iletişim bilgileri… Bulunamayan devasa bir ‘terör örgütü’
uydurularak adına ‘Ergenekon’ denildi ve birçok isim altında darbe planları
düzenlettirilerek yüzlerce ordu mensubu cezaevlerine tıkıldı. ‘Yeni Türkiye’
idealizminin ilk önemli adımı, NATO’ya bağımlı olmayan, bilakis karşı fikirleri
olan, milli veya ulusalcı fikir akımlarını benimsemiş subayların ekarte
edilmesiyle atıldı. Bir taraftan ABD, diğer taraftan AB dayatmaları ardı sıra
gelmeye başladı, hazırda ne istenirse yapan (yapacak) bir idare işbaşındaydı.
27 Ocak 2010 tarihli Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde onaylanan raporda istenilenlerin bazıları
şunlardır: “-Dini azınlıkların, dini
temsilcilerinin eğitimiyle ilgili sorunların çözülmesi, -Patrikhanelerin tüzel
kişiliğinin tanınması, -Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, - Fener Rum
Patrikhanesi’ne ekümenik sıfatının verilmesi, -Mor Gabriel Süryani Ortodoks
Kilisesi’nin mülkiyet hakkının tanınması, -azınlık mezarlarının korunması, ..” taleplerin
tamamı Lozan sözleşmesine aykırı olarak ve Atatürk’ün yaptıklarının
karartılması üzerine inşa edildiğini dikkatle okumak lazımdır. Bunun üzerine
hükümetin yaptıkları da izlendiğinde, verilen talimatlara ne kadar uyulduğu
görülür. Bizzat Başbakan ağzından dillendirilen “iki sarhoşun yaptığı kanunlar” ifadesi ile nelerin
anlatılmak ve nelerin yapılmak istendiğinin de iyice anlaşılması gerektiğini
not etmeliyiz.
“Yeni Türkiye” ifadesi, bir öncekine reddiyedir. Van
konuşmasında yaptığı, sosyoloji ve tarih ilimlerine aykırı millet tanımını
incelediğimizde, yeni Türkiye stratejisinde, Sünni İslam düşüncesinin hayata
geçirileceği ve Selefî’ci felsefelerin dayatılarak devletin rejiminin yeniden
tanzim edileceği sonucuna varıyoruz. Nitekim başörtüsü ve kızlı-erkekli
tartışmaları, karma eğitime son verilmesi talepleri gibi, öteden beri
sürdürülen alkollü içkilerle ilgili yapılanlar tamamen çok eskilerden kalma
Selefi yorumlarının sonucudur. Aklı bir kenara bırakarak, geçmişten kalan
bilgilerin devlet rejimi haline getirilmek istenmesidir.
Tam da, ABD ve AB’nin
istedikleri gibi. Onlar, asla yönetimine tasallut ettikleri ülkelerin
insanlarının ilim yolunda ilerlemelerini istemezler, teknoloji buluşları
yapmalarını istemezler. Onların, kuru softa hayatı yaşamalarını isterler, dinin
özünü değil ve fakat kelime anlamlarını geçemeyen tedrisatın devam
ettirilmesini isterler. Bizimkilerin yaptıkları da bundan farklı değildir.
Hedeflerine giderlerken ilk
işleri, taraftarları denen orta burjuva sınıf yaratma çabalarına giriştiler.
Kaynak dağıtımını belli isimler etrafında gelişen bir programla Anadolu
şehirlerine kadar genişlettiler. Parayı kazananlar aynı zamanda harcama
eğilimini de artıracaklardı. Otomobiller, yatlar, katlar her şey tamam edildi.
Lakin bu orta burjuva sınıfı, harcadığı para, kullandığı meta, arzuladığı hayat
seviyelerine bağlı olarak İslami bir dünya görüşü meydana getiremedi. Görünüşü
Müslüman gibi olan fakat fikir (medeniyet) düzeyi, ortaçağ seviyesini aşamayan
bu taraftarlarla gidilmesi gereken hedefe bir türlü gidememişler, topallamaya
başlamışlardır. Hesap edemedikleri bir husus, kolay gelen para ve mala bağlı
mutluluk, kolayca gidecekti. Tedbir olarak düşündükleri, kutsal ay ve
zamanlarda öne çıkartılan sakallı kişilerin dini vaazları da pek bir işe
yaramadı, çünkü din adına anlattıkları yüzlerce yıl evveline ait hikâyelerden
ibaretti. Paraca zengin yapıldığı kadar manevi zenginlik aktaramadılar, sakal
bırakmak, gümüş yüzük takmak gibi sıradan göstermelik yüzeysel hayat tarzını
aşamadılar. “Yeni Türkiye”
yoluna kendi yetiştirmeleri böylece engel oldu.
Başkalarından kopya
almadıklarını sıklıkla söyleseler de, etkilendikleri ve sözünden çıkamadıkları
Graham Fuller’in yazdığı kitabın adı: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” dir.
Ne kadar bağımsız
oldukları, kullandıkları terimlere kadar yansımaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder