4 Mayıs 2012 Cuma

Köy, Şehir İkilemi



Şansız bir atış, anlamsız bir şahlanış.

Kendini bilmezlerin alaylı, sırıtık suratlarında beliren küfürle karışık hakaret.

Nasıl olsa, lüzumsuz hayallerin ağırlığı altında ezilmişçesine ve utanarak;

- Niye.

Diyebildi sadece.

"Niye, hep gelenler ve komşulara misafir olanlar bize uğramaz."

Tüm geçmişi gözünün önünden geçiyor, annesi, babası, kardeşleri.. Tüm hayatları.

Nasıl da kaçmıştı köyden, taa amcasının yaşadığı öte köye kadar. Babası, arkasından büyük ağabeyini göndermiş, ağabeyi tam da amcasının evine girdiğinde köye ulaşmıştı. O an, ağlamaklı mıydı? Şimdi hatırlamıyordu. Ne önemi vardı bunun. Ağabeyi ona güzel laflar etmiş, gönlünü almış, amcasının karısı -yengesi- nin demlediği çayla birlikte taze yapılmış peksimetlerden yiyerek karnını da doyurmuştu. "Hey.. gidi günler hey.." "Çocukluk işte”.

Çocukluk hatırlarını göz önünden geçirdiğinde zevklerin en büyüğünü tadar, severek yaşadığı anıları tekrar tekrar film şeridi gibi başa sarar yeniden oynatırdı. Çokta fazla değildi bir daha yaşamak istediği anılar. Üçü beşi geçmezdi. Köye gelen çerçilerin eşeklerini arkalarından dürtmek, köyün çocuklarının tamamında neşe kaynağı olur, bu yaramazlığı fark eden çerçinin elindeki sopasıyla koşturması ile çocuklar çil yavruları gibi dağılırlardı. Bir seferinde kaçarken köyün öğretmeni önüne çıkıvermişti. Heyecandan, (korkudan belki de) nerdeyse bayılacaktı. Yumuşak sesiyle öğretmeni “korkma oğlum, hayırdır, ne yapıyorsun” sesini duyduğunda ise bacaklarının titremesi geçmiş, “hiç öğretmenim, arkadaşlarla oynuyorduk” gibi bir küçük yalana başvurmuştu. Aslında yalan da değildi söylediği. Onlar için oyundu. Başka oyun bilmezlerdi. Ya, bekçi Mehmet ağanın bahçesinden erik çalarlar, ya eşekçi (5 tane eşeği olduğu için ona eşekçi derlerdi) Muhsin Ağa’nın eşeklerini ürkütürlerdi. Bir seferinde Muhsin ağa eşeğin birisine dağdan odun yüklemiş, diğerine kendisi binmiş olduğu halde yavaş yavaş köye doğru geliyordu. Birkaç saat önce ağabeylerinden birisinin öldürdüğü iri ve uzun bir yılanı eşeğin önüne atıvermişler, eşekler ürkerek koşuşturmaya başlamışlardı. Muhsin ağada dengesini bir anda sağlayamamış ve düşmüştü eşekten. Vay babam vay, o ne zevkti öyle, o ne muhteşem kahkahalardı öyle. Sonra köyün içinde günlerce Muhsin Ağa’nın eşekten düşmesi konuşulmuştu. Gerçi babası tarafından bir kulağı iyice çekilmişti ya, eh olurdu artık bu kadarı.

Hatıralardan gerçeklere geçerken yavaş yavaş, bir ter basardı vücudunu. Alnı terler, gözlüklerinin arasından akan ter gözlerine kadar girer ve tuzu hissederdi. Tam ayılma böyle sağlanırdı. Alışılagelen bir tarzı olduğu içinde hiç yadsımazdı.

Köydeki geniş bahçelerinin bir kenarına, köy halkı ortaklaşa çalışarak, imece usulü ile geniş bir oda yaptırmışlardı. Köylerine gelen tüm misafirler ya da köylerinden geçen ve akşama rastlayan tüm yakın köy ahalisi orada misafir edilirdi. Bu nedenle, evleri hiç misafirsiz kalmazdı. Köylüler sıra ile ve ne varsa mevcutlarda gelen misafirlere yiyecek hazırlar, soğuğa rastlayan günlerde sobayı yakarlardı. Bağ, bahçe, tarla işleri ekim ayının sonlarına doğru bittikten sonra da artık kış gecelerine hazırlık yapılır, kurutulan meyveler, kurutulmuş etler, çorbalık tarhana odanın kilerine istif edilirdi. Her akşam odada oyunlar oynanır, köyün aşığı Kör Hafızdan sazı ile koşmalar, deyişler, hikâyeler dinlenirdi. Delikanlılık günlerinde hem çok dayak yemiş, hem de çok dayak atmıştı, bir havlunun kenarına yapılan düğümle vurularak. Ne güzel günlerdi o günler.

Bu sebeple, şimdi oturdukları büyük şehrin gelenlerinin kendilerine hiç uğramamaları kendisine dokunuyordu. Aslında gelenleri tanısa evlerine buyur edecek, hiç olmazsa bir çay, bir ayran ikramında bulanacaktı. Tanımıyordu ki, davet etsin. Komşuları İsmail Efendiye sordu bir gün, o da aynı dertten muzdaripti. Gelen yok, soran yok, ne olacak bizim halimiz? Demek, şehir hayatı böyle idi, demek şehirde insanlar birbirinden habersiz, umarsız yaşarlardı. Yanlış, yanlış, yanlış.

İnsanların birbirlerine çok muhtaç oldukları günler, düğün, bayram ve ölüm günleridir. Pek çok kere; düğünlerde, şehir dışında bulunan bir yakının rahatsızlığını bahane ederek şehir dışına çıkacağını söylemeler, bayramlarda tatil yörelerine kaçmalar, ölümlerde cenaze işlerinin sonlanmasından birkaç gün sonra –“ya, niye bana haber vermediniz”, siteminin cenaze yakınına yapılmasına tanık olmuştu. Ve kanıksayarak artık kendisi de bu tür davranışlara girebiliyordu. Sonrasında utanıyordu kendisinden ama yapacak da bir şey yoktu. Şehir hayatı böyle bir şeydi.

İki oğlu, bir kızı mekteplerini bitirsinler derhal ve hiç düşünmeden köye dönmeye karar vermişti.

Şehirdeki hıza yetişmek zordu. Hayatın sükûn içinde, yavaşça, düşünerek geçmesinin üstünlükleri vardı, bunu da ancak köylerinde bulabilirdi.

Şehrin kaldırımlarında huzur içinde, yavaş yavaş yürüyen, yüzü gülen bir kişi ile bile karşılaşmak neredeyse mümkün değildi. O insanların her biri binlerce derde gark olmuşken ve onların yüzlerindeki acıyı defalarca her gün yaşıyorken kendisini de huzursuz hissediyordu. Ne bir çare olabiliyor dertlerine, ne de bir çözüm bulabiliyordu. Hele, çöpleri karıştıranları, pazarlarda yerlere atılmış sebze meyve toplayanları gördüğünde içi burkulur, hüzün sellerine kapılır fakat elinden bir şeyin gelmediğini düşününce de rahatlardı. Şehir fotoğrafıydı bu hafızasına kazınan. Madem şehirlerde yaşıyorsun bedelini ödeyecek ve katlanacaksın.

Büyüdükçe küçülen dünyanın, şehirlere biçtiği kader kaftanıydı bu, giy giyebilirsen.

Sonra, köyüne doğru uzanır düşüncelerinde, hayallerinde yeniden.

Anlamsız kavgalar tırmalar beynini. Hiç yüzünden hayatını kaybeden canlar belirir gözünün önüne. Bahçesine giren bir keçinin sahibiyle tutuşulan kavgalar gelir hatırına. Sulanması için yalağa sürülen hayvanlardan birisinin diğer sürüye karışmasının, hırsızlıkla suçlanmalara sebep olması hücum eder beynine. İmece sıralamasında kimin daha önce olmasının yarattığı huzursuzluğun tatsızlığı düşer yadına…

Hep cahilce, hep cehalet, hep cahil hoyratlıkları savurur durur kararlarını…

Vazgeçer köyünden.  Vazgeçer köylüden.

Çocuklarının hayatını kurtarmak amacıyla vardığı şehirde mutlu olmak, huzuru bulmak, huzurda olmak daha kolay, daha mümkün olmasını yeniden fikr ederek, verdiği karar dolayısıyla kendisini bir kez daha sevdi.

Şehrin hızı, acımasızlığı, diğer insanlar tarafından önemsenmemesini, köyün cehaletine yeğlemişti.



5 yorum:

  1. "Büyüdükçe küçülen dünyanın, şehirlere biçtiği kader kaftanıydı bu, giy giyebilirsen" olayın kısa özeti. Hepimizi boğuyor bu şehirler. Harika bir yazı, elinize sağlık..

    YanıtlaSil
  2. Harun Meral :

    Güzel bir deneme yazısı. güzel bir anlatım .
    Köyde en küçük bir meselenin grur meselesi haline getirilip büyütülmesine şehirde pek rastlamayız. Bir keçi için şehirde kavga çıkmaz ama, lüks te yarışmak, diğerine özenmek hırsı ayrı bir derttir şehirde, köyde olan belki şehirde yok, şehirde olayan köyde var belki, ama en iyisi, şehirde de olsak, köyde de olsak köylü mantalitesinden kurtulmak gerktiğini bilmemizdir.

    YanıtlaSil
  3. Ali Haydar Zülfikar :

    Bugün kontrolsüz büyüme ve ekonomi alanındaki plansızlıklar neticesinde Şehirler büyük köy halini almış, şegir ruhu can çekişir hale gelmiştir.Köy hayatının kalitesinin yükseltilmesi, tarım ve hayvancılığın özendirilerek biliğmsel destekle yapılması köyü şehşrlileştireceği gibi,şehirleri de insanların kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşadıkları hapishane olmaktan kurtaracaktır.

    YanıtlaSil
  4. Banu Hülya Şahin :

    ‎"Hadi gel köyümüze geri dönelim " .. Evet köyden kente göçün insanlar ve sosyal hayat üzerinde etkileri...

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...