Şansız bir atış, anlamsız
bir şahlanış.
Kendini bilmezlerin alaylı,
sırıtık suratlarında beliren küfürle karışık hakaret.
Nasıl olsa, lüzumsuz
hayallerin ağırlığı altında ezilmişçesine ve utanarak;
- Niye.
Diyebildi sadece.
"Niye, hep gelenler ve
komşulara misafir olanlar bize uğramaz."
Tüm geçmişi gözünün önünden
geçiyor, annesi, babası, kardeşleri.. Tüm hayatları.
Nasıl da kaçmıştı köyden,
taa amcasının yaşadığı öte köye kadar. Babası, arkasından büyük ağabeyini
göndermiş, ağabeyi tam da amcasının evine girdiğinde köye ulaşmıştı. O an,
ağlamaklı mıydı? Şimdi hatırlamıyordu. Ne önemi vardı bunun. Ağabeyi ona güzel
laflar etmiş, gönlünü almış, amcasının karısı -yengesi- nin demlediği çayla
birlikte taze yapılmış peksimetlerden yiyerek karnını da doyurmuştu.
"Hey.. gidi günler hey.." "Çocukluk işte”.
Çocukluk hatırlarını göz
önünden geçirdiğinde zevklerin en büyüğünü tadar, severek yaşadığı anıları
tekrar tekrar film şeridi gibi başa sarar yeniden oynatırdı. Çokta fazla
değildi bir daha yaşamak istediği anılar. Üçü beşi geçmezdi. Köye gelen
çerçilerin eşeklerini arkalarından dürtmek, köyün çocuklarının tamamında neşe
kaynağı olur, bu yaramazlığı fark eden çerçinin elindeki sopasıyla koşturması
ile çocuklar çil yavruları gibi dağılırlardı. Bir seferinde kaçarken köyün
öğretmeni önüne çıkıvermişti. Heyecandan, (korkudan belki de) nerdeyse
bayılacaktı. Yumuşak sesiyle öğretmeni “korkma oğlum, hayırdır, ne yapıyorsun”
sesini duyduğunda ise bacaklarının titremesi geçmiş, “hiç öğretmenim,
arkadaşlarla oynuyorduk” gibi bir küçük yalana başvurmuştu. Aslında yalan da
değildi söylediği. Onlar için oyundu. Başka oyun bilmezlerdi. Ya, bekçi Mehmet
ağanın bahçesinden erik çalarlar, ya eşekçi (5 tane eşeği olduğu için ona
eşekçi derlerdi) Muhsin Ağa’nın eşeklerini ürkütürlerdi. Bir seferinde Muhsin
ağa eşeğin birisine dağdan odun yüklemiş, diğerine kendisi binmiş olduğu halde
yavaş yavaş köye doğru geliyordu. Birkaç saat önce ağabeylerinden birisinin
öldürdüğü iri ve uzun bir yılanı eşeğin önüne atıvermişler, eşekler ürkerek
koşuşturmaya başlamışlardı. Muhsin ağada dengesini bir anda sağlayamamış ve
düşmüştü eşekten. Vay babam vay, o ne zevkti öyle, o ne muhteşem kahkahalardı
öyle. Sonra köyün içinde günlerce Muhsin Ağa’nın eşekten düşmesi konuşulmuştu.
Gerçi babası tarafından bir kulağı iyice çekilmişti ya, eh olurdu artık bu
kadarı.
Hatıralardan gerçeklere
geçerken yavaş yavaş, bir ter basardı vücudunu. Alnı terler, gözlüklerinin
arasından akan ter gözlerine kadar girer ve tuzu hissederdi. Tam ayılma böyle
sağlanırdı. Alışılagelen bir tarzı olduğu içinde hiç yadsımazdı.
Köydeki geniş bahçelerinin
bir kenarına, köy halkı ortaklaşa çalışarak, imece usulü ile geniş bir oda
yaptırmışlardı. Köylerine gelen tüm misafirler ya da köylerinden geçen ve akşama
rastlayan tüm yakın köy ahalisi orada misafir edilirdi. Bu nedenle, evleri hiç
misafirsiz kalmazdı. Köylüler sıra ile ve ne varsa mevcutlarda gelen
misafirlere yiyecek hazırlar, soğuğa rastlayan günlerde sobayı yakarlardı. Bağ,
bahçe, tarla işleri ekim ayının sonlarına doğru bittikten sonra da artık kış
gecelerine hazırlık yapılır, kurutulan meyveler, kurutulmuş etler, çorbalık
tarhana odanın kilerine istif edilirdi. Her akşam odada oyunlar oynanır, köyün
aşığı Kör Hafızdan sazı ile koşmalar, deyişler, hikâyeler dinlenirdi.
Delikanlılık günlerinde hem çok dayak yemiş, hem de çok dayak atmıştı, bir
havlunun kenarına yapılan düğümle vurularak. Ne güzel günlerdi o günler.
Bu sebeple, şimdi
oturdukları büyük şehrin gelenlerinin kendilerine hiç uğramamaları kendisine
dokunuyordu. Aslında gelenleri tanısa evlerine buyur edecek, hiç olmazsa bir
çay, bir ayran ikramında bulanacaktı. Tanımıyordu ki, davet etsin. Komşuları
İsmail Efendiye sordu bir gün, o da aynı dertten muzdaripti. Gelen yok, soran
yok, ne olacak bizim halimiz? Demek, şehir hayatı böyle idi, demek şehirde
insanlar birbirinden habersiz, umarsız yaşarlardı. Yanlış, yanlış, yanlış.
İnsanların birbirlerine çok
muhtaç oldukları günler, düğün, bayram ve ölüm günleridir. Pek çok kere;
düğünlerde, şehir dışında bulunan bir yakının rahatsızlığını bahane ederek
şehir dışına çıkacağını söylemeler, bayramlarda tatil yörelerine kaçmalar,
ölümlerde cenaze işlerinin sonlanmasından birkaç gün sonra –“ya, niye bana
haber vermediniz”, siteminin cenaze yakınına yapılmasına tanık olmuştu. Ve
kanıksayarak artık kendisi de bu tür davranışlara girebiliyordu. Sonrasında
utanıyordu kendisinden ama yapacak da bir şey yoktu. Şehir hayatı böyle bir
şeydi.
İki oğlu, bir kızı
mekteplerini bitirsinler derhal ve hiç düşünmeden köye dönmeye karar vermişti.
Şehirdeki hıza yetişmek
zordu. Hayatın sükûn içinde, yavaşça, düşünerek geçmesinin üstünlükleri vardı,
bunu da ancak köylerinde bulabilirdi.
Şehrin kaldırımlarında
huzur içinde, yavaş yavaş yürüyen, yüzü gülen bir kişi ile bile karşılaşmak
neredeyse mümkün değildi. O insanların her biri binlerce derde gark olmuşken ve
onların yüzlerindeki acıyı defalarca her gün yaşıyorken kendisini de huzursuz
hissediyordu. Ne bir çare olabiliyor dertlerine, ne de bir çözüm bulabiliyordu.
Hele, çöpleri karıştıranları, pazarlarda yerlere atılmış sebze meyve
toplayanları gördüğünde içi burkulur, hüzün sellerine kapılır fakat elinden bir
şeyin gelmediğini düşününce de rahatlardı. Şehir fotoğrafıydı bu hafızasına
kazınan. Madem şehirlerde yaşıyorsun bedelini ödeyecek ve katlanacaksın.
Büyüdükçe küçülen dünyanın,
şehirlere biçtiği kader kaftanıydı bu, giy giyebilirsen.
Sonra, köyüne doğru uzanır
düşüncelerinde, hayallerinde yeniden.
Anlamsız kavgalar tırmalar
beynini. Hiç yüzünden hayatını kaybeden canlar belirir gözünün önüne. Bahçesine
giren bir keçinin sahibiyle tutuşulan kavgalar gelir hatırına. Sulanması için
yalağa sürülen hayvanlardan birisinin diğer sürüye karışmasının, hırsızlıkla
suçlanmalara sebep olması hücum eder beynine. İmece sıralamasında kimin daha
önce olmasının yarattığı huzursuzluğun tatsızlığı düşer yadına…
Hep cahilce, hep cehalet,
hep cahil hoyratlıkları savurur durur kararlarını…
Vazgeçer köyünden. Vazgeçer köylüden.
Çocuklarının hayatını
kurtarmak amacıyla vardığı şehirde mutlu olmak, huzuru bulmak, huzurda olmak
daha kolay, daha mümkün olmasını yeniden fikr ederek, verdiği karar dolayısıyla
kendisini bir kez daha sevdi.
Şehrin hızı, acımasızlığı,
diğer insanlar tarafından önemsenmemesini, köyün cehaletine yeğlemişti.
"Büyüdükçe küçülen dünyanın, şehirlere biçtiği kader kaftanıydı bu, giy giyebilirsen" olayın kısa özeti. Hepimizi boğuyor bu şehirler. Harika bir yazı, elinize sağlık..
YanıtlaSilHoşgeldiniz Erkan Dost.
SilTeşekkürler.
Harun Meral :
YanıtlaSilGüzel bir deneme yazısı. güzel bir anlatım .
Köyde en küçük bir meselenin grur meselesi haline getirilip büyütülmesine şehirde pek rastlamayız. Bir keçi için şehirde kavga çıkmaz ama, lüks te yarışmak, diğerine özenmek hırsı ayrı bir derttir şehirde, köyde olan belki şehirde yok, şehirde olayan köyde var belki, ama en iyisi, şehirde de olsak, köyde de olsak köylü mantalitesinden kurtulmak gerktiğini bilmemizdir.
Ali Haydar Zülfikar :
YanıtlaSilBugün kontrolsüz büyüme ve ekonomi alanındaki plansızlıklar neticesinde Şehirler büyük köy halini almış, şegir ruhu can çekişir hale gelmiştir.Köy hayatının kalitesinin yükseltilmesi, tarım ve hayvancılığın özendirilerek biliğmsel destekle yapılması köyü şehşrlileştireceği gibi,şehirleri de insanların kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşadıkları hapishane olmaktan kurtaracaktır.
Banu Hülya Şahin :
YanıtlaSil"Hadi gel köyümüze geri dönelim " .. Evet köyden kente göçün insanlar ve sosyal hayat üzerinde etkileri...