Savaş şartlarında dikkat
edilmesi gereken iki kuralı önemserim: birincisi, yeni düşman cepheleri
açmamak, ikincisi müttefiklerinin sayısını artırmak. Savaşı mümkün mertebe tek
cepheye indirgemek ve düşmanın silahlarını kullanmasına mani olmak,
kullandırtmamak, silahlarını işlevsiz hale getirmek, komuta kademesinin yanlış
kararlar almasını sağlamak ve ilahir.. Böylece asıl düşmanı cenderesinde
sıkıştırmak ki, kemikleri kırılıncaya, silahlarını bırakıncaya, inadından vaz geçinceye
kadar. Osmanlı’nın son dönemindeki çok cepheli savaşları hariç, “Osmanlılar, iki cephede aynı anda savaşmak
zorunda kalmaktan daima kaçınmışlardır. Bu amaçla doğuda ve batıda münavebeli
bir savaş ve barış siyaseti izlemekte dikkatli davranmışlardır.” (Prof.
Dr. Yusuf Halaçoğlu, Türk tarihi üzerine çalışmalar, S. 55-60)
Doğrusu akıl da bunu gerektirir.
Derin bir savaşın
içindeyiz. Geriye baktığımızda çok uzun bir geçmişi var, ileriye baktığımızda
ise ucu görünmüyor. Daha çok uzun bir zaman bu illetle boğuşacağıza benzer. Bu
itibarla, kurmay heyetinin yüksek savaş yeteneği ile teçhiz edilmesi başarının
şartıdır.
Biz böyle yapmadık
maalesef. Darbe dedik, balyoz dedik, fuhuş dedik, casusluk dedik daha nice
suçlamalarla ordumuzun hareket kabiliyetini, karar verme ve uygulama
kabiliyetini törpüledik. Kanunlara, yönetmeliklere uygun vatan koruma
görevlerini yerine getiren ordu mensupları, yıllarca mahkemelerde cedelleşmişler,
kimileri inanılmaz cezalara çarptırılmış, kimileri de cezaevlerinde canlarından
olmuşlar, aileleri uzun yıllar perişanlık yaşamışlardır. Tam istenilen gibi
olmasa da, yıllar geçip de yüksek yargı marifetiyle düzeltilen kararlardan
sonra ordu elemanları biraz da olsa rahatlığa kavuşmuşlardır. Lakin henüz
yargılamalar sonuçlanmamıştır, hala aynı kaygıları taşıyan ordu mensupları
bulunmaktadır. Şimdilerde düşünülen şudur: teröristle mücadele sonu, cezaevleri
olmuştur, öyleyse niye karşı durayım? Siyasetin çözmesi gereken en önemli
psikolojik problem budur. Savaşma azmini yitiren orduyu rayına oturtmak, asli
görevine döndürmek.
Oturup derin düşünülmeli;
yüz yıllardır İran ve Rusya ile dostluğumuza ne oldu? Tamam, zaman zaman ufak
tefek devletlerarası menfaatler sebebiyle tartışmalar yaşandı, lakin düşmanlık
sınırına asla yaklaşmadan. Gerçekten ne oldu da, nasıl oldu da bu düşmanlık
ateşlendi? Mesela, ne oldu da söz söyleme yeteneğini bile yitirmiş ve iç
sorunlarıyla boğuşan Irak nasıl oldu da düşman cepheye ait oluverdi? Biz mi
hata yaptık, yoksa onlar zaten düşman devletlerle birlikteydi de bizi de mi
karşılarına aldılar?
Karar alma ve uygulama
süreçleri önem arz ediyor bu aşamada. İlmin, derin düşüncenin, müşaverenin
hiçbir öneminin kalmadığı zamanımızda, kararların da yalnızca (korkarım
ki)
‘bir kişi’ tarafından alındığı ve devlete, devletin güçlerine ve tüm millete
uygulama zorunluluğunun doğurtulduğunu belirtebiliriz. Makul kararların uygulanması
halinde, ne yaşadığımız durumlarla karşılaşırız, ne de pişmanlıklar duyarız.
Özellikle Mısır olaylarının
başından itibaren, tarafımızdan verilen destekler tamamen mezhep ve bir
derneğin yandaşlılığı ile anlatılagelmiştir. Suriye düşmanlığı da benzer inanç
duygularıyla geliştiği büyük çoğunluk tarafından kabul edilmektedir.
“Bir şeyin politik olup olmadığı hakkında verilen karar, kimin verdiği
ve hangi gerekçelere büründüğünden bağımsız olarak, daima politik bir
karardır.” (Carl Schmitt, Siyasi ilahiyat, aktaran,
Dr. Aliye Çınar, Uludağ Üni. İlahiyat Fakültesi, Politik Teoloji adlı makale)
Makale yazarı şu
alıntılamalarla açıklamayı ilave eder yazısına: “Schmitt’in burada asıl itirazı, modern devlet algısındaki, egemenin
totaliter bir hüviyete bürünmesidir. Çünkü politik olanının bileşenleri teorik
olarak formüle edilse de -tartışmalıdır- tabir caizse onun sahnelenmesinin
nasıl sonuçlanacağı kestirilemez. Dahası politik olan konusunda düğmeye basan,
belirlenmiş bir ilke olmayıp, bir şahıs olmalıdır. Kararı veren şahıs,
şartların ve durumun anında değişmesini kavrayabilir ve ona göre tavır
alabilir. Oysa total bir yasa, şartların değişmesini ve istisnai çıkışları
belirlenmiş kuralların içine dahil edemez. Dolayısıyla farklılıklar, istisnai
durumlar her daim yok sayılır. Programlanan politik düşünce her halükarda aynı
işler ve aynı neticeleri verir. Demek ki, totalleşen bir politik görüş,
temel bir norma tutunduğu için istisnayı ve olağanüstü durumu hesaba katmaz.
Bu esnada doğal olarak somut durum, kamusal ve devlet çıkarında ‘kimin’ veya
hangi ‘şahsın’ karar vereceği görmezden gelinir. Modern devlet düşüncesi, ister
doğal, isterse de kurgusal kişiler olsun, bundan böyle kişilerin hâkimiyeti
altında değil, kuralların ve manevi güçlerin hâkimiyeti altında yaşadığımızı
söylemek ister. Bu güçlere insanın itaat etmesinin sebebi de, onun kendini
sunuşundan kaynaklanır. Çünkü söz konusu güçler, menşeinin insanın manevi
olduğunu dikte eder.” (aynı yazar, kitap, makale)
Peki, gerçekten manevi mi
sorusunu soralım?
Maneviyat düşüncesinde
asla, saldırı yoktur, suçlama bulunmaz, hakaret yasaktır. Bu düstura göre yakın
geçmişi değerlendirirsek, maneviyattan eser bulunmadığını görürüz.
Tamamen, bir inat, bir ben
bilirim havası, bir ille de benim söylediklerim dayatmasını görüyoruz.
Yumuşamanın olmadığı ortamlarda maneviyat işlemez. Bilakis yerini nefsani
saldırılara bırakır. Nitekim Suriye anlaşmazlığı ortaya döküldükten sonra,
Esat’ın adı önüne ‘katil’ kavramı getirilmeden anılmadı. Böyle olunca karşının
da durumunun benzeri olması halinde ne yumuşama olur, ne de bir anlaşma.
Nitekim bu kargaşa neredeyse bir üçüncü dünya savaşının eşiğine taşıdı bizi. Ne
yazık ki, bu inat yüzünden dostlarımızı da kaybettik. Stratejik ortağımız ABD
bile, yaptıklarımızı eleştiriyor ve geri adım atmamızı salık veriyor. Musul
Konsolosluğu basılıp çalışanları esir alındığında yapılması gerekenleri, aradan
aylar aylar geçtikten sonra yapmaya kalkmanın hiçbir anlamının olmadığını
galiba, ordumuzun kurmay heyeti hesap edemediler. Belki de, fikirlerini
bildirdiler lakin ‘tek
karar verici olan politik kişi’nin söyledikleri kanun
mesabesinde algılandığından, verilen yanlış kararlar da uygulamaya konuldu ve
dostlarımız düşmanımız oluverdiler.
Aynı kafa karışıklığının,
Güney Doğu il ve ilçelerinde de yaşandığı muhakkaktır.
Son günlerde iki önemli
karar daha alındı. İlki, İsrail ile normalleşme dönemine girilmesi (henüz tasarı halinde olduğu söyleniyor),
ikincisi ise Suudi Arabistan önderliğinde kurulacak olan İslam ittifak ordusuna
iştirak etmek. Her iki kararında ABD’nin istekleri doğrultusunda alındığına
dair haberler, yorumlar yazıldı. Böyle olması doğaldır. Artık onların talebi
olmadan karar alamıyoruz. Rus uçağının düşürülmesi sonucu Suriye semalarına
doğru bir kere bile uçaklarımızın uçmayış haberleri de bizleri yaralayıcıdır.
İttifak ordusuna gelince:
İran bu ittifaka dâhil edilmemiş. Zaten önerilseydi de kabul edeceklerini
sanmıyoruz. Demek ki, Şiilere karşı kurulan bir Sünni ittifak. Üstteki
satırlarda da söylediğimiz gibi bir Sünni dayanışması izlemini veriyor.
Özellikle Türk askerini Suudilerin emrine vermek demek, orta çağa ilhak etmek
demektir. Kabul edilemez bir durumdur ve bu anlaşmadan bir an evvel
dönülmelidir. Çünkü bu ordu gün gelir namlularını bizim üzerimize çevirebilir.
Unutmayalım ki, Suudi Arabistan ve Katar uçakları, dostları, kardeşleri Yemen’i
aylarca bombaladılar (sanırım hala devam ediyorlar).
Bunlara asla güvenilmez, özellikle bu ordunun komutası onlara asla verilemez ve
onların komutasındaki Türk askerlerinin orada bulunması asla kabul edilemez. Bu
kararın düzeltilmesi gerekmektedir. Bu sözde ittifak Türkiye için yeni bir
cephe açılması demek olur, çünkü yeni bir cephenin açılması düzeltilmesi imkânsız
zararlar açacaktır.
Aklımızı başımıza devşirelim!...
Mehmet Kınacı ;
YanıtlaSilBu "ordu" kurulamaz...Mısır,SUUDİLERİ kabullenmez...Suudiler de Mısır ile anlaşmaz....Siz tarihin hangi devrinde ARABIN ARABI KOLLADIĞINI GÖRDÜNÜZ????Her zaman Arap öteki Arabın ayağına basar!!!!O bakımdan ORTADOĞU kan gölü..O bakımdan batı Ortadoğu'yu oynatıyor!!!Birini şeyh,ötekini kral ilan et..BİRBİRİNE KIRDIR!!!