Yine geniş toplum kesimleri
ve onlar zaviyesinden gelişmeleri değerlendirenler üzerinde duralım.
Hayat villasını, cehaletin
tuğlalarıyla örmüşlerden, bu tuğla üzerine yalakalık kireci ile sıva yapanlardan,
bu sıvanın üzerine hayalcilik ve yalancılık boyasını vuranlardan nasıl bir bina
çıkacağını tartışalım.
Birbirine bilgi (hizmet)
aktaran insan grupları içindeki her fert, belli bir dünyanın (âlem)
temsilcisi olarak faaliyettedir. Aktarılan bilgi, yaşama tarzının, anlama ve idrak
etme ehliyetinin de anlatımıdır bir bakıma. Aynı konu çoğu durumlarda farklı
dillerde, farklı kavram ve metinlerle intikal ettirilebilir, bunun bir
yanlışlığı yoktur, her birinin almış olduğu eğitim ve yetişme tarzı öğrendiği
kelime ve kavramlara intikal etmiş ve kendisini de o kavramlarla ifade etmek
tabii bir durumdur.
Genel olarak bir gurubun
aktardığı şudur: “bu dünya imtihan sahasıdır. Gelirsin buraya, Allah’ın (ötelerdedir)
yap dediklerini yaparsın, yapma dediklerini yapmazsın. Sonra ölüm gelir, bir
zaman (ne kadar olduğu belli değil) geçer, İsrafil suru
üfürülünce ölüler dirilir ve Allah’ın huzurunda toplanılarak hesaba çekilir,
sevap kefesi ağır olanlar cennete, diğerleri cehenneme gider…” bu hemen
herkesin bildiği bir anlatımdır.
Buna karşılık mesela Kenan
Rıfaî hazretleri de şöyle söylemiştir bir şiirinde:
“Dünya diyerek geçme sakın,
burdadır her şey
Mîzân ü sırât’ı mutlaka orda
mı sandın?...
Cennet ü dûzah, gamm ü sürür,
zulmet ile nûr
Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın?..”
Biri birine zıt iki
anlatım, iki ifade. Fakat ikisi de doğru. Nasıl olur, iki ayrı anlatım
birbirine zıt, ikisi de doğru? İşte zor olanı budur. Her biri diğerine göre
küfürdedir. İkincisi, birincinin halinden anlar ne de olsa o da o mevkilerden
gelmiştir. Diğeri anlamaz. İlkokul talebesi de matematikten anlatır, fizik
profesörü de. İkisi de diğerine göre yanlıştır. Fakat fizikçi diğerinin halini
daha evvelinden yaşadığından, onu anlar ve susar. Mecazlar âlemine dalmadan bu
zıtlık ve zorluk çözülemez. Biraz dirsek çürütmek, kalemler bitirmek icap
edecektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, cehde soyunmuş her erin,
‘içinde yaşadığı dünyanın’ ve bu dünyada yaşayan kendisinin farkında olmasıdır
ya da fark etmeye azmetmiş olması.
Uzaklaşmak en büyük derdimiz,
üstelik uzaklığımızın farkında da değiliz. Beynimizi, zihnimizi başkalarının (belki
de şeytanın) emrine vermiş, hayal içinde yaşar(mış) gibi
yaparken, varımız-yoğumuz yükümüzü yine başkalarının kâr hanesine
aktarıveriyoruz, farkına bile varmadan. Ataların anlattığı eksik, zayıf, belki
de yanlış bilgilere sarılıp, imanımızın ana kayası olarak kabullerimize
aldığımız safsataları, hayatımızın değişmeleri olarak kaydedip, üstelik
kendimize kibir vesilesi kıldık. Anlatılan hakikati duymazdan, görmezden gelerek,
hurafeleri hakikat yerine ikame ettik. Pislikler yağdı bilemediğimiz,
anlayamadığımız, üstlenmediğimiz sebeplerden üstümüze. Silkinemedik,
temizlenemedik. Hezeyanlarımız içinde, kibirlerimiz yaşam hanelerimiz oldu. “Ona, kibir taslayarak, geceleri hezeyan
yaşıyordunuz” (Mu’minun/67) Kelamın söze indirgenerek,
siyaset meydanlarında oy kaygısına meze yapıldığı günlerde, alkışlar eşliğinde,
ellerimiz parçalanarak, keyifler içinde yüzer, birisinin yüksek katlara
itelenmesinden ne de büyük keyifler alırdık. Kamuya ait, toplumun sahip olduğu
değerleri bir gurubun har vurup harman savurmasına seyirci olduk, sadece, bu
yağmadan hakkımıza düşen bir çuval kömür uğruna. Şunu anlamadık: kamuya ait bu
değerleri, bize sunulan çok az menfaatler karşılığı verirken, tüm o ağırlığı
üstlendik. Taşıyamaz olduk, belimiz kırıldı, acaba düzeltebilir miyiz umuduyla,
desteklerimizi esirgemedik, artırdık. Bile isteye altına girdiğimiz yük,
dosdoğru cehennemimize taşıdığımız odunlardan başkası değildi. “Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve her
hususta adil olduğunu” ezberlerimizde dilimize doladık,
Mevlâna’ca söylemek icap ederse “Bu
hezeyanlara, bu küstahlığa cür’et ettik”. (Mesnevi tercümesinden) “Hezeyanlarımız hep zanlarımızdan
kaynaklanıyordu”, bilemedik, anlayamadık. Yoksa anlamak mı
istemedik, bize hacıların, hocaların, ataların anlattığı sahte, eksik
bilgilerle iktifa edip, yalanlarla mı oyalandık?
“Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahâ” (Allâh kimseyi kapasitesi
dışındakinden mükellef tutmaz). (Bakara/286) Özenle,
muazzam bir yapı olarak dünyayı şereflendirmiş olması gereken insanlık, yapay
olarak, başkalarını (şeytanı) memnun etmek üzere sırtlandığı
yüklerinin altında ezilirken, kendine ihanetin de ateşinde yanmaya devam
ediyor. Hz. Ali (Krv) şöyle buyurur: “Kendini başkasına kul etme; Allah seni hür yaratmıştır.” (Nehcul
Belaga)
Uzaklaşmak en büyük
derdimiz demiştik. Allah’ı unutup, zanlarımızda yarattığımız tanrıları rab
edinmek, uzaklaşmaktır. Her uzaklaşılan an, günaha bulaşılan, harama dolanılan
andır. Haram içindeki hayatta meydana gelenler şunlardır: beyin çalışamaz,
fikir stop eder, icat kapıları kapanır, kölelik kutsanır, hürriyetten nefret
edilir, dilencilik zirve yapar, işsizlik artar, borç batağına saplanılır,
gereksiz harcamalar tavan yapar, fakirler unutulur, yetimler tekmelenir… bir
kısır döngüye girilir. Her olumsuzluk, yeni haram yollarını döşer. Batış, çöküş
mutlaktır. Tarih bu örneklerle doludur.
Ezbere söylediğimiz bir laf
daha vardır. “Tövbe kapısı açıktır”.
Evet öyledir. Peki, günaha batık bu ülkede neden tövbe edilmez? Lüzumsuz laflar
edilmekten, zırvalara saplanmaktan fırsat bulamıyoruz da ondan. Şeytanın
vesveselerini gerçek zevk sanıyoruz da ondan. Düşmanın taarruz bombalarını,
çengi biliyoruz da ondan. Emek harcanmadan verilenlerin keyfiyle havalarda
uçuyoruz da ondan. Kardeşimizin hıçkırık seslerini oyun havası belleyip,
şıkıdım şıkıdım oynuyoruz da ondan…
Adam olma (sağlam
bina kurma) yolunda Hz. Ali’den bir cümle ile bitirelim
bu sohbetimizi:
“Kim çok söz söylerse hezeyan eder; kim düşünürse basirete erer.
Hayırlılarla eş-dost ol, onlardan biri olmaya bak; şerlilerden çekin, onlardan
ırak ol. Ne kötüdür haram şey yemek; zulmün en kötüsüyse zayıfa zulmetmek.”
(Nehcul Belaga)
*(NOT:
Hezeyan suçlamasını kendimiz için söylediğimizi herhalde fark etmişsinizdir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder