15 Temmuz 2014 Salı

‘Din Adamı’ Tartışması


Kendini ‘Din Adamı’ sıfatıyla adlandıranlardan değilim. Ne İlahiyat eğitimimiz var, ne de İmam Hatip Okulu. Okuduğumuz bir-kaç satır kitaptan, dinlediğimiz üç-beş vaazdan maada din bilgisi aldığımız da yok.

Doğrudur, insanların en kolay laf dolaştırdığı alan dindir. Hemen herkesin her dini konuda bir fikri, bu fikir üzerine de geliştirdiği bir takım dini temaları vardır. Kendini bu konular üzerinde konuşmaya ve tartışmaya ehil görür.

Konular, insanların konuşmaları ve birbirlerine bilgi aktarmalarıyla genişlik/derinlik kazanır. İsterse bildiği ve inandığı yanlış olsun. Fikrini özgür ortamda ve inanarak açıklıyorsa, bilerek ve isteyerek ‘yıkıcılık’ yoksa bundan bir zarar gelmez. Tam tersi, yanlış bilinenler diğerinin açıklamasıyla doğrultulur, artık yanlış bilgi sahibinin düzeltme yapıp, yapmama hakkı kendi iradesine ve kabullerine bağlıdır.

Pek çok makalede, kitapta okuduğumuz, pek çok itibar edilen ilim adamından duyduğumuza göre, ‘Din Adamı’ tabiri yanlıştır. Ne kitabımız Kur’an’ı Kerîm’de, ne de günümüze ulaşan hadis-i şeriflerde ve ehli irfanın bıraktıklarında bu tanımla karşılaşmayız. Söylenildiğine göre de İslamiyet’te ruhban sınıfı yoktur, din adamı tanımlamasından, ruhbanlık sınıfına adım atılabileceği tembihlenerek, bu tanımlamadan kaçınılmasını istemektedirler. Biz de bu açıklamaya göre hayat tarzımızı düzenleyenlerdeniz. Bizdeki sıkıntının kaynağı ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ organizesidir. Camilerde namaz kıldıracak ‘İmam’, yardımcısı ‘Müezzin’, geniş zamanlarda halkın aydınlatılması için ‘Vaiz ve vaize’, Kur’an’ı Kerim’i öğretmek için açılan kurslara tayin edilen hocalar diyanetin resmi kadrolu elemanları olup, aylık gelirlerini de devlet bütçesinden almaktadırlar. Bu itibarla, Diyanetin atadığı kişilere ‘Din Adamı’ denilmesi gelenek olmuştur. Lakin anılan bu kadrolular kendilerini geliştirememekteler. Geçmişten öğrendikleri kadarıyla işlerini yürütmekteler. Konuşmalarının arasına sıkıştırdıkları ayet ve hadislerle dini vaaz verdikleri intibaını yaratmaktalar, dinleyiciler de konuya yabancı olduklarından ne itiraz edebilmekteler, ne de bir soruyla karşılık vermekteler. Sadece dinleyip çıkmaktalar ve anlatılanlar orada kalmakta.

Oysa toplum hayatını düzenleyici bir işlevi olmalı bu tür faaliyetlerin. Görevlilerin tavır, hareket ve hitabetleri hayatın içinden, toplumun dinamiklerinden örnek alarak ahaliye intikal ettirilmelidir. Halkın büyük çoğunluğu fakirlik sınırında, önemli bir kısmı da açlık sınırında yaşamaktadır. Kur’an yaşayan, konuşan kitaptır. Problem çözen kitap seviyesine indirgemeden, Kur’an’ın; halkın sorunlarına, yaşam tarzlarına, işlerine, güçlerine, aile meselelerine, yaşadıkları toplum içindeki gelişmelere, devletin, yasaların ve yargı teşkilatının adaleti eşit olarak dağıtıp dağıtmadıkları hususlarında, toplumun kazandığı ekonomik değerlerin, aralarında emekleri oranında (mümkün mertebe) adaletli dağıtılıp dağıtılmadığını incelemek ve sorunlara çözüm getirmek vardır.

Böyle değilse, insan nefsinden kaynaklanan haset, hırs ve kıskançlık illetleri baş verdikçe toplum içinde huzursuzluk yayılır ve önlenemez boyutlara ulaşır. Çünkü Hz. Ali buyurmuştur; “Aç adamın dini olmaz”!. Bu kelamdaki ‘aç’lığı, karın açlığı olarak okumakta mümkün, daha geniş anlamında, ilim açlığı, adalet açlığı, güzellik açlığı olarak da okumak mümkün. Biliyoruz ki, Diyanet görevlileri olanlar, sohbetlerinde, vaazlarında toplumun dinamiklerini ayarlayan konular yerine, namaz kılmak, oruç tutmak gibi dinin ferdi ritüellerini öne çıkarmaktadırlar. Doğrusu, amacından çok uzaklaşmış bir program üzerine devam ediyorlar.

‘Aç’ insana, ne kadar namaz anlatırsan anlat, asla duyuramazsın.

Metin Boşnak Hoca’ya kulak verelim: “Batı’da din ve bilim boyutunda gerçekleşen savaş, aslında ‘din adamı’ ve ‘ilim adamı’ arasında oldu. Bu da daha önce başlayan ve Kilise ve Devlet arasındaki iktidar savaşının yeni boyutunu ifade ediyordu: bilimsel gerçek ve dinsel gerçek. Ya da akademi ve kilise. Ya da laboratuvar ve nefis muhasebe hücreleri. Kilisenin etkisi ve nefsin yankı hücreleri daraldıkça, kapitalizmin ruhu ortaya çıkmaya başladı. Weber Protestanlıkla Kapitalizm bağlantısı kurarken, dâhili murakabe yerine harici muhasebeleşmeyi vurguluyordu. Nefsin terbiyesi, Doğa’nın terbiyesiyle yer değişti. Doğa’nın zaptı, başka insan doğalarının zaptına evrildi.” (28 Aralık 2011, haberiniz.com.tr) demek ki, kadim bir kavgadır, din adamları ve ilim adamları arasındaki kavga. Arada halk hangisine tabi olacağını şaşırmış durumda.

Bizim ‘din adam’larımız gerçeğin yalnızca kendilerinden çıkacağının iddiasındadırlar. Bu yanlış bir kabuldür, temelsiz bir iddiadır. Gerçeklerin gün yüzüne çıkma âdeti vardır, fakat kimden zuhur edeceği belli değildir. Bu bir ilim adamı da olabilir, toprağında çapa yapan bir çiftçi de olabilir, bir çocuk da olabilir.. önemli olan, sunulan gerçeği sahtesinden ayırt edebilmektir, kimin tarafından dillendirilmiş olması değil (çünkü o kişinin halini bizim anlamamız zordur). Günümüz artık, vahşi kapitalizmin işgali altında. Dağlarımız, tarlalarımız, fabrikalarımız, okullarımız, ne varsa tamamı onların işgali altında. Böyle olunca, sosyal desteksiz ve aç kalan insanların manevi tefekküre geçip, manevi alanda ilerlemeleri de mümkün olamaz. İşte, hocalarımızın üzerinde duracağı konu bu olmalı. Doğası zapt edilen insanımızı vahşi kapitalizmin esaretinden kurtarmak.

Bırakalım, birileri bir fikir söylüyorsa ki, size (din adamlarına) ters bile geliyorsa, bu sorudan bir hayır umun ve hayır yorumlayın.

Bu kadar lafı niye ettiğimizi soracak olursanız:

İlgilisinin dikkatini çeker ve okur, yorumlarsa amacımıza ulaşmış olacağız.

Allah Büyüktür!..

Nadim Macit Hoca’nın 20 Ocak 2012 tarihinde Ortadoğu Gazetesinde yayınlanan, Hz. Ali Hutbelerinden birisini anlattığı makalesinden bir iki cümle alarak bitirelim:

“Ey insanlar, inatçı ve kindar bir dönemde bulunmaktayız. Bu dönemde iyi ve temiz insanlar kötü sayılmakta; zalimler, zulümlerini giderek artırmaktadır. Bildiklerimizden faydalanmıyoruz, bilmediklerimizi sormuyoruz, her yeri kuşatan ezici musibetlerden bizim başımıza gelmedikçe korkmuyoruz…”

Fakir’den size bir tavsiye:

Siz, siz olun düşünenlerin, düşüncelerine ket vurmayın. İnsandan zuhur eden her fikir değerlidir. Tartışabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, ama asla düşüncesini sınırlandıramazsınız.

Her düşünce saygıyı hak eder.


Çünkü Hakk’tır.

3 yorum:

  1. Ilim Talepedenler :
    Bunlara din adamı değil, "din'i maskaralığa alanlar" denir. Din hususundaki bakış açınıza hayranım. adaletli biçimde çok güzel ve anlaşılır biçimde konuyu özetlediniz. Yüreğiniz hep felahta olsun.

    YanıtlaSil
  2. TC Omayra Can:

    bunlar mı din adama..bunlar kin adamı..bunlar kainattaki ateşin savaşların kinin düşmanlığın emperyalizmin sapıklığın sömürücülerin başları..ALLAH 'ım şahit olsun kainatta nerde mazlum fakir muhtaç varsa .bunlara sebep olanların da bir gram sebebiyeti varsa hesap günü hakkımı helal etmeyeceğim.benden helallik almadan sorgulanamayacaklar..olsun bende bekleyeceğim...buna tayyoş , sülalesi ,bunlara oy veren benim akrabalarım dahil..geberin bok böcekleri

    YanıtlaSil
  3. Tuncay Altunezen:

    Hocam, bana göre "olması gerekenleri" çok net ortaya koymuşsunuz. Bu arzu ettiğiniz duruş, yaklaşım Peygamberimizin ölümünden sonrasından itibaren hiç bir zaman olmadı.
    Din ve dinden anlayanlar devleti yönetenler tarafından araç olarak kullanılırken, dinden az buçuk bilgisi olanlar da kendi dokunulmaz sınıflarını oluşturdu.
    Bunların kendi arasındaki paslaşma, uzlaşma ya da bilek güreşi ile bugünlere geldik.
    Belirttiğiniz doğru davranışa "Her düşünce saygıyı hak ediyor"a ulaşmak çok zor.

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...