Muhafazakârlara (artık
dinci olarak anılırlar) durmaksızın dersler (sözde
öğütler) veren Mehmet Şevki Eygi,11 Ağustos yazısında, “politikacıların
On Bir büyük noksanı”nı anlatırken şu maddeyi de ilave eder:
“Halkın değil, Hakk’ın
rızasını kazanmanın önemli ve hayatî olduğunu unutmak.”
İlk bakışta doğru gibi
duran bir anlam içeriyor değil mi?
Fakat öyle olmadığı, biraz
incelikli tefekkür edilince ortaya çıkıyor.
İkilemlerle düşünmek ve
hayatı bu ikilik içinde kabullenmek. Hem var, hem yok diyen uluların zerrece
düşünce ufkuna yaklaşamamak. Varlıkla yokluk, senlikle benlik, o ile ben, ben
ile o, Hak ile Halk.
Oysa çok iyi biliyorlar
veya bildiklerini sanıyorlar. Bilgileri, bir-kaç kitap okumak ve okudukları içinden
bilgi kırıntılarını aşırmak. İşte bu. Hâlbuki okumak, öğrenilecek taze
bilgilerle düşünmeye çalışmak içindir. Düşünerek, öğrenilen bilginin üzerine
yeni bilgiler inşa etmek demektir. Yeni inşa yoksa okuduğunun da bir anlamı
olmayacaktır. Gereksiz bilgi yükten ibaret.
‘İki’ imiş gibi
kabullenmek, ‘perdelerin’ algılara yüklediği bir problemdir. Çıplak gözle
güneşe bakılamayacağı gibi, hakikati şıp diye anlamak-kavramak diye bir şey söz
konusu değildir. Güneş ile göz arasına bir perde konulmalıdır. Perdeler kâinat
ile arana konulmuş kalın duvarlar değil, kâinatı ve varlığı anlayabilmek için
yardımcı malzemelerdir. O yardımcı malzemeleri ezberlerimize alarak, kendimizi
şartlandırıp, gerçeğinden uzaklaşıyoruz. Görünenin, görünmeyene perde olduğunu
fark edemiyoruz. Böylece, şartlanmalarımızın ve değer ölçülerimizin beynimize
yüklediği ve tamamı nefisten gelen duygulardan, nefsaniyetimizin kabarmasından
bir türlü kurtulamıyoruz. Böylece, görünenin derinliğinden habersiz, yüzeysel
bilgi ve görgülerin kabulüyle hevaya yaşayıp gidiyoruz ve ömür tüketiyoruz.
Zanlarımız inançlarımız
olursa, baş edemeyeceğimiz sonuçlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur.
Test yöntemi
geliştirebiliriz kendi kendimize. Mesela, kişinin aklına gelen herhangi bir
duygu ve düşünce, zanların körüklediği, tarihi kabullenmelerin (oradan-buradan,
ondan-bundan öğrenilenler) dayattığı bilgilerden mi, yoksa özgür
beyinlerin ürettiği saf ve hakiki bilgilerden midir? Bunun farkına varmak
gayreti kişiyi doğru yola çıkartacak ve hakikat sonucuna ulaştıracaktır. “..Muhakkak ki, zan gerçeği yansıtmaz!” (Necm
Suresi/28)
Karagöz oyununu izlerken,
perdenin farkında olmamak, seyircinin zevkine zevk katar. Arada perdeyi fark
etmek oyun zevkini bitirir. Bitirir ama yepyeni bir zevk alanı açılır.
Ve…
Sır
açılır. Anlaşılır ki, bizim sır diye öykündüğümüz meğer yıllarca önümüzde
çırılçıplak duran, fakat bir türlü sır manasını üzerine konduramadığımız mana
imiş. Karagöz diye seyrettiğimiz, meğer gerçek değil, gözümüzün gördüğü
perdeden ibaretmiş. Öyle algılamış ve fakat öylece kabul etmişiz. Kabul etmiş
ve inanmışız, iman derecesinde.
Şu sonuca ulaşıyoruz; ne ki
görüyor, ne ki duyuyor, ne ki anladığımızı varsayıyoruz, tamamı, ama tamamı
olduğu gibi değil, olması gibi değil… Ancak anlayabildiğimiz kadarıyladır. Anlamamıza
sebepler ise, hakikatin önüne kondurulmuş perdelerdir.
Bize yüklenilen görev ise;
o perdeleri yarıp, perdenin ötesine geçmektir.
Öneri; kaldır şu ‘L’ perdesini üstat, geriye kalan
hayatın gerçeğidir.
Laf uzadı. Anlayan anladı.
Son olarak şu dörtlük ile bitirelim;
“Cemâlün cilve-ger eşyâda eşyâ bî-haber
senden
Celâlün perdesidür eyleyen men’-i nazar
senden
Mezâhir vechüne mir’ât ü nûrundan eser
zerrât
Cihân hep cümleten âsârun ammâ yok eser
senden”
Nev’î Yahyâ
NOT: “bütün yazarlarımız o tarihten itibaren bir
türlü kurtulamadılar darbe ve FETÖ konularından. Dikkatle okunursa, biz de
kurtulamamışız.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder