Akıllı telefonlar devrine
geçeli, her ne ararsak ayağımızda artık. Müzik o anda, film şıppadak karşında,
özlediğin bir dostun mu var, durma çevir canlı olarak muhabbete başla, oyunlar,
yarışmalar, iddialaşmalar, mesajlar, konuşmalar, ne ararsan, ne istersen hemen
emre amade.
Sen düşünme, arama motorlarından
birinde cevap anında, hafızana almana gerek yok, binlerce baytlık alan bedava
sana hizmette, kitap almana, okumana lüzum yok her şey elinin altında.
Bu hayatta bize düşen şey,
pahalı da olsa akıllı bir telefona sahip olmak. Belli bir gideri aylık olarak
ödemeye de razı olunca, artık kendini (beynini) devreden
çıkartabilirsin.
Doğru ya, hep böyle olmuş,
oluyor. Elindeki telefondan bir an bile ayrılamayanlar, caddelerde, kaldırımlarda,
parklarda, sinemada, kahvede, stadyumda, televizyon seyrederken, radyo
dinlerken, iş yerinde verilen işleri yaparken bir yandan da akıllı
telefonumuzla işleri kolaylaştırmaya çabalıyoruz. Kolaylaştırıyor muyuz acaba?
Evet, makineler yardımcılarımız,
işlerimizi havale ettiğimiz sadık dostlarımız. Programlarının dışına asla
çıkmazlar, çıkamazlar. Bir hal hariç: sahibini kendine bağımlı kılar. Kılmaya
çalışır. Her tür bağımlılık felakettir cümlesi dillerde pelesenktir. Lakin
derinlik kaybedildikten sonradır ki, bağlanmaya amade yüzbinler makineleriyle
nikâhlanmakta, bir anlarını bile ondan ayrı geçirmemekteler. Tapınma gibi,
meczupluk gibi, kara sevda gibi…
Bu hal içinde, makinesi ve
kendisinden meydana gelen dünyasında güya mutlu bir hayat sürer gider. Onun
için mutluluk, dünyadan sıyrılmaktır, uzaklaşmaktır. Bir nevi, haberlerden,
terör olaylarından, siyasi gelişmelerden, edebi yayınlardan, teknolojik
ilerlemelerden, eş-dost, hısım-akraba hastalıklarından, kayıplarından bîhaber,
mütecerrit yaşamaktır. Hiçbir endişeleri yoktur, zira ellerine tutuşturulmuş
makineleri onları her türlü felaketten korur, her taleplerini yerine getirir.
Tanrı gibi. Bu cümledeki, dünyadan sıyrılma kavramını biraz derinleştirmeliyiz.
Esasen ‘dünyadan sıyrılmak’ istenen, arzulanan bir
sonuç. Eldeki makinenin esiri olup, kendi küçücük dünyasına hapis olarak
sürdürülen bir hayat ise, dünyanın aldatıcılığına yüz çevirmek değil, bilakis
kendi yarattığı dünyasında bir başına mahkûm olarak ömür tüketmesi demektir.
Ki, bu hiç de arzulanan bir durum değil. Beynin faaliyetlerinde kısıtlamaya
gitmek, daraltmak gönüllü olarak mahkûmiyete evet demek olmaktadır. Zaten bu
halde, dünyayı görmek değil, dünyayı ve sonsuz geleceği bir küçük makineye
değiştirmek, bir küçük makineyi dünyası yapmak demektir. Bu ise felaketlerin en
büyüğü olmalıdır.
“Her şeyi o kadar ezberden, hızlı ve yüzeysel yaşıyoruz ki, görmüyoruz,
hissetmiyoruz. Derinlik dediğimiz şey kalmadı, çünkü artık her şey yüzeysel.”
(Yaşar Kiraz, 7 Temmuz 2015, haberiniz.com.tr)
Bağımlılığın sonucunu ne
güzel özetlemiş yazar. ‘ezber’ ve ‘yüzeysel
yaşama’. Artık, aşılmaz duvarlarla çevrelenmiş mahpushaneler
yapmaya gerek kalmadı. Esaretin altına almak istediğin milletin evlatlarına
bağlanacakları küçük bir alet ver, istediğin bilgileri çarpıtarak beyinlerine
yükle. Sonra yan gel yat!. Yapılan bu değil mi günümüzde? Elindeki makinenin
aklını kendi aklı zanneden zavallı insanlar. Ya da kendi aklını, makinenin
aklıyla değiştirerek, dünyayı fethe hazırlanan hayalci gençlik!. Küçücük ekrana
sıkıştırılmış, dünyasındaki hayalleriyle yaşamaktan mutluluk doruklarında at
koşturduğunu sanan, izandan, insaftan, vicdandan daha daha imandan uzaklaşmış
yığınların oluşturduğu geleceği anlamsız, düşünceleri sığ, ufukları dar evlad-ı
vatan.
Hakikatten uzaklaşarak,
hayaller ile yaşamak, şimdinin ve geleceğin esaretine rıza göstermek değilse
nedir?
Farkında mısınız, artık,
konuşamıyoruz da. Konuşsak da anlaşamıyoruz. Anlaşmış gibi yapsak bile, bir
sıkıntıyı yaşatıyoruz daima içimizde. Kulaktan dolma aşırılmış bilgilerle
haddimiz olmayan alanlarda küfürlerle mukabele ediyoruz. Bir alime, bir büyüğe,
bir devlet ricaline, bir abiye, bir ablaya tahammül gösteremiyor, bir cümlede
alaşağı ediyoruz. Karşıdaki insan kalp taşıyor mu, onun da bir düşüncesi, onun
da bir ruhu var mı? Hiç aldırış etmeden, küçük ekranlardan dimağımıza zerk
edilmiş kirli bilgilerle yıkıp geçiyoruz. Bunun sonu nereye varır? Sarı trafik
ışığı yanmak üzereyken, arkadan çalan kornaların pervasızlığı ne ise, Hakk’a
karşı saygısızlık örneği hayatımızın da vazgeçilmezi oldu.
Bir yandan da unutkanlık
peydahladı toplumu, hususa gençliği.
Ha, sahi hani sizin akıllı
telefonlarınız vardı. Bari zahmete girin de arayın, üç-beş gün evvel neler
söylenmişti. Can pahasına savunageldiğin değerleri nasıl ayaklar altına
alıyorlardı. Ne oldu da şimdi onların peşlerinden gider oldun? Kaldır kafanı o
küçücük ekrandan, çevrene bak, ormana dal, dağlara çık, ufkunu genişlet. O
ekrana gömülü bulunduğun sürece, kendi dünyanda boğulmaya mahkûm, düşüncelerin
dumura uğramaya mecburdur.
Kurtuluş mu?
Kolay:
İnsan olduğunu fark et.
Kâfidir.
Not: Üç gün evvel yazılmıştır bu yazı.
Ankara’nın kalbi, Türkiye’nin kalbidir. Devleti yönetenler hala mı kendilerinde
bir sorumluluk görmeyecekler? Peki, devleti yönetenleri destekleyenler, hala mı
desteğini sürdürecek? Böyle gitmez…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder