14 Mart 2016 Pazartesi

Gönüllü Esaretten, Aydınlığa!


Akıllı telefonlar devrine geçeli, her ne ararsak ayağımızda artık. Müzik o anda, film şıppadak karşında, özlediğin bir dostun mu var, durma çevir canlı olarak muhabbete başla, oyunlar, yarışmalar, iddialaşmalar, mesajlar, konuşmalar, ne ararsan, ne istersen hemen emre amade.

Sen düşünme, arama motorlarından birinde cevap anında, hafızana almana gerek yok, binlerce baytlık alan bedava sana hizmette, kitap almana, okumana lüzum yok her şey elinin altında.

Bu hayatta bize düşen şey, pahalı da olsa akıllı bir telefona sahip olmak. Belli bir gideri aylık olarak ödemeye de razı olunca, artık kendini (beynini) devreden çıkartabilirsin.

Doğru ya, hep böyle olmuş, oluyor. Elindeki telefondan bir an bile ayrılamayanlar, caddelerde, kaldırımlarda, parklarda, sinemada, kahvede, stadyumda, televizyon seyrederken, radyo dinlerken, iş yerinde verilen işleri yaparken bir yandan da akıllı telefonumuzla işleri kolaylaştırmaya çabalıyoruz. Kolaylaştırıyor muyuz acaba?

Evet, makineler yardımcılarımız, işlerimizi havale ettiğimiz sadık dostlarımız. Programlarının dışına asla çıkmazlar, çıkamazlar. Bir hal hariç: sahibini kendine bağımlı kılar. Kılmaya çalışır. Her tür bağımlılık felakettir cümlesi dillerde pelesenktir. Lakin derinlik kaybedildikten sonradır ki, bağlanmaya amade yüzbinler makineleriyle nikâhlanmakta, bir anlarını bile ondan ayrı geçirmemekteler. Tapınma gibi, meczupluk gibi, kara sevda gibi…

Bu hal içinde, makinesi ve kendisinden meydana gelen dünyasında güya mutlu bir hayat sürer gider. Onun için mutluluk, dünyadan sıyrılmaktır, uzaklaşmaktır. Bir nevi, haberlerden, terör olaylarından, siyasi gelişmelerden, edebi yayınlardan, teknolojik ilerlemelerden, eş-dost, hısım-akraba hastalıklarından, kayıplarından bîhaber, mütecerrit yaşamaktır. Hiçbir endişeleri yoktur, zira ellerine tutuşturulmuş makineleri onları her türlü felaketten korur, her taleplerini yerine getirir. Tanrı gibi. Bu cümledeki, dünyadan sıyrılma kavramını biraz derinleştirmeliyiz. Esasen ‘dünyadan sıyrılmak’ istenen, arzulanan bir sonuç. Eldeki makinenin esiri olup, kendi küçücük dünyasına hapis olarak sürdürülen bir hayat ise, dünyanın aldatıcılığına yüz çevirmek değil, bilakis kendi yarattığı dünyasında bir başına mahkûm olarak ömür tüketmesi demektir. Ki, bu hiç de arzulanan bir durum değil. Beynin faaliyetlerinde kısıtlamaya gitmek, daraltmak gönüllü olarak mahkûmiyete evet demek olmaktadır. Zaten bu halde, dünyayı görmek değil, dünyayı ve sonsuz geleceği bir küçük makineye değiştirmek, bir küçük makineyi dünyası yapmak demektir. Bu ise felaketlerin en büyüğü olmalıdır.

“Her şeyi o kadar ezberden, hızlı ve yüzeysel yaşıyoruz ki, görmüyoruz, hissetmiyoruz. Derinlik dediğimiz şey kalmadı, çünkü artık her şey yüzeysel.” (Yaşar Kiraz, 7 Temmuz 2015, haberiniz.com.tr)

Bağımlılığın sonucunu ne güzel özetlemiş yazar. ‘ezber’ ve ‘yüzeysel yaşama’. Artık, aşılmaz duvarlarla çevrelenmiş mahpushaneler yapmaya gerek kalmadı. Esaretin altına almak istediğin milletin evlatlarına bağlanacakları küçük bir alet ver, istediğin bilgileri çarpıtarak beyinlerine yükle. Sonra yan gel yat!. Yapılan bu değil mi günümüzde? Elindeki makinenin aklını kendi aklı zanneden zavallı insanlar. Ya da kendi aklını, makinenin aklıyla değiştirerek, dünyayı fethe hazırlanan hayalci gençlik!. Küçücük ekrana sıkıştırılmış, dünyasındaki hayalleriyle yaşamaktan mutluluk doruklarında at koşturduğunu sanan, izandan, insaftan, vicdandan daha daha imandan uzaklaşmış yığınların oluşturduğu geleceği anlamsız, düşünceleri sığ, ufukları dar evlad-ı vatan.

Hakikatten uzaklaşarak, hayaller ile yaşamak, şimdinin ve geleceğin esaretine rıza göstermek değilse nedir?

Farkında mısınız, artık, konuşamıyoruz da. Konuşsak da anlaşamıyoruz. Anlaşmış gibi yapsak bile, bir sıkıntıyı yaşatıyoruz daima içimizde. Kulaktan dolma aşırılmış bilgilerle haddimiz olmayan alanlarda küfürlerle mukabele ediyoruz. Bir alime, bir büyüğe, bir devlet ricaline, bir abiye, bir ablaya tahammül gösteremiyor, bir cümlede alaşağı ediyoruz. Karşıdaki insan kalp taşıyor mu, onun da bir düşüncesi, onun da bir ruhu var mı? Hiç aldırış etmeden, küçük ekranlardan dimağımıza zerk edilmiş kirli bilgilerle yıkıp geçiyoruz. Bunun sonu nereye varır? Sarı trafik ışığı yanmak üzereyken, arkadan çalan kornaların pervasızlığı ne ise, Hakk’a karşı saygısızlık örneği hayatımızın da vazgeçilmezi oldu.

Bir yandan da unutkanlık peydahladı toplumu, hususa gençliği.

Ha, sahi hani sizin akıllı telefonlarınız vardı. Bari zahmete girin de arayın, üç-beş gün evvel neler söylenmişti. Can pahasına savunageldiğin değerleri nasıl ayaklar altına alıyorlardı. Ne oldu da şimdi onların peşlerinden gider oldun? Kaldır kafanı o küçücük ekrandan, çevrene bak, ormana dal, dağlara çık, ufkunu genişlet. O ekrana gömülü bulunduğun sürece, kendi dünyanda boğulmaya mahkûm, düşüncelerin dumura uğramaya mecburdur.

Kurtuluş mu?

Kolay:

İnsan olduğunu fark et. Kâfidir.

Not: Üç gün evvel yazılmıştır bu yazı. Ankara’nın kalbi, Türkiye’nin kalbidir. Devleti yönetenler hala mı kendilerinde bir sorumluluk görmeyecekler? Peki, devleti yönetenleri destekleyenler, hala mı desteğini sürdürecek? Böyle gitmez…

Milletimizin başı sağ olsun. Uyuyan gözler uyansın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...