31 Ekim 2015 Cumartesi

Yarın Bir Başka Gündür!


Sesi kısılmış. Sebebini bilmiyorlarmış. Dinleyicileri, misafirleri meraktan soruyorlar:

- Geçmiş olsun, üşüttünüz mü?

- Üstünüze afiyet, açık havada, rüzgârda kalmıştık, üşüttük herhalde.

Hâlbuki değil. Üşütmekten değil, cümle âlem biliyor ki, ona buna bağırmaktan. İşçisine, amirine, memuruna, çamaşırcısına, aşçısına durmadan bağırıyor. Bir de seviyor ki, bu durumu sormayın. Konuşmazsa, bağırmazsa ölecek sanki.

Rüyalarına kör bıçaklar giriyor, bıçak arkada o önde koşuyorlar. Kendisi kaçan, birisi kovalayan oluyor. Nasıl oluyorsa oluyor, bir şekilde ve bir fırsatta bıçağı ele geçiriyor. Önüne gelene doğru koşuyor. O kovalayan oluyor, işçileri kaçan. Durum budur. Rüyadan uyanmaya görsün, kan ter içinde. Ama çok mutlu, bıçağı ele geçirdi ya!

***

Sonrası…

Yeni bir hayat adeta. Dünyasına geri dönüyor. Dünya demişsek, dört yanı kalın ve yüksek duvarlarla çevrili daracık bir avlu mesabesinde. Kafasını yukarı kaldırsa, bir avuç mavilik, elindeki fırçasıyla halk olunmuş, sağa baksa sınırların tahkim edildiği garip bir alan, sola baksa öyle, aşağı baksa derin çukurlar.

Dünya denilen yer böyle bir kıskaç içinde, mahkûmiyetin tamamlanması için çabalanan dar bir yer. Ama öyle tatlı, öyle güzel, öyle dayanılmaz zevkler sunuyor ki…

***

Bir de şöyle söyleniyor:

“Hilafet canlandırılıp, halife olacakmış.” Öyle söylüyor destekçileri, hem de etkili ağızlar.

Geriye, bir adım kalıyor, hilafetin üstüne, saltanatını ilan etmek. Hazır oğlu da, doktora yapmak için ülke dışına çıkmışken ve hazır doktor unvanına sahip bir veliaht padişahımız olacakken!...

Niye söylüyoruz bunları? 7 Haziran seçimlerine bakınız, sonuçlarını değerlendiriniz, sonra olanları hatırlayınız. Niye hükumet kurulamadı, niye koalisyona hayır denildi, niye ille de azınlık hükumetinde ısrar edildi, niye seçim hükumetine gidildi? İlgililer tarafından, iktidar mensupları tarafından açıklananlarla tatmin oldunuz mu? Açıklanan cümlelerde bir yalan gördünüz mü? Yalanın, başka bir yalanla örtülmek istendiğine tanık oldunuz mu? Neyse sorular çoğalır. Kısa soru şu: “- Yapılmak isteneni anlayabildiniz mi?”

Söyleyelim, yapılmak istenen şu; “ille de ben, ille de benim iktidarım ve beni sakın iktidardan düşürmeyin. Yapacaklarım var, kapatacaklarım var, gizleyeceklerim var. Ve ben iktidardan düşersem, bunları yapamam ve bunlar millet menfaatinedir, ben gidersen millet ölür. Ben yoksam, her şey biter!..”

Mezarlıklara bakınız, kendisini vaz geçilmez sanan binlerce insan gömüleriyle doludur. Bunlar da ölecek ve oralarda kendilerine bir metre karelik ayrılacak. Kimse vaz geçilmez değildir. Ve devlet, kendini bilmez Üç-Beş kişi ile kaim değildir. Nasıldı şairin söylediği söz: “Baki kalan hoş bir seda imiş gök kubbede” kişi resimleri unutulur gidermiş. Yalnız bıraktıkları seda, kulakları tırmalamaya devam edecektir. Dikkat edilecek şudur ki, kulaklar tırmalanmaya devam ederken, uzaklardan gelen sedanın sesini mutlak kırmak lazımdır. Çünkü verimli olmasa da batak alanda üremeye meyyaldir. Ne yapıp edip, bu alanın kurutulması ve Cumhuriyet yüceliğine eriştirilmesi elzemdir.

Cumhuriyet yüceliğine… Cumhuriyet düşmanlarına inat… Ve cumhuriyet fazilettir.

***

Karmakarışık bir yazı oldu.

Fakat son cümlemizi de yazalım.

Sesi kısılmış. Sebebini de bilmiyorlarmış!

Yo, yo.. Soğuktan filan değil. Yalan söylemekten, bağırmaktan, ona buna vebal yıkmaktan kesildi sesi. Artık, konuşma sus, demektense, sesini kısmak yeğdir manasıyla.

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Meselince.

Niye ‘bir başka gündür’ dediğimize gelince: bu karmaşık yazının düzeltilmesi lazım. Düzelmesi ise 1 Kasım tarihine ayarlı. Her şey, milletin doğru düşünmesi, doğru karar vermesi, isabetli atış yapmasına bağlıdır.

Aşk ile…


30 Ekim 2015 Cuma

Yalanı Söyleten Kim?


"O kampanyayı yürüten ekip, yalanı ve iftirayı sürekli kullanın dedi. Çünkü sürekli yalan söyleyince artık doğru gibi algılanacağını belirttiler. Bunu aynen uyguluyorlar."

Bu cümleyi hatırlıyor musunuz?  Evet, doğru Cumhurbaşkanı televizyonda söyledi.

Cümleyi bir daha okuyunuz lütfen. Yalan vurgulanıyor, yalan!. Hitlerin propaganda modeli.

Demek, propagandanın bir yolu olan, yalan ve tekrarı iyi öğrenmişler. Daima uyguladıkları da bu. Yalnız bu cümleyi, başka bir parti için söylüyor. Güya o parti bir ABD şirketi ile bilmem nerede toplantı yapmış da, o toplantıya kendilerine muhalif olan gazete temsilcileri de katılmışlar da, o toplantıda bu talimat verilmiş de… miş, mış…

C. Başkanı’nın o televizyonda söyledikleri bire-bir, kelime kelime aynı olmak üzere 1) 11.9.2015 tarihinde yenisabah.com.tr’de bir Ak-Trol’ün ağzından, 2) 20.09.2015 tarihinde takvim gazetesinde Ergün Diler tarafından yazılmıştır.

Ortada bilgi filan yok, karalama ve yalan var sadece. Bir muhabirin, bir Ak-Trol’ün tiwitlerinden hareketle yaptığı haber yorum hepsi bu kadar.

Benim anlamadığım, devletin en üst yöneticisi ve devletin temsilcisi durumundaki bir Cumhurbaşkanı nasıl olur da doğruluğu test edilmemiş bilgileri, herkese açık televizyonda, milyonlara nasıl anlatır?

Şöyle ki;

Tamamen kendilerinin yaptığı ve uyguladığı propaganda yöntemini, başka bir siyasi partiyi suçlarken onlara yamıyor. Çok garip! Üstelik sadece bir parti değil, muhalif olan partilerin tamamı payını alıyor.

Peki neden?

Neden olacak, keten helva yandı. Misafirlerin burnu kötü kokuları aldı. Hepsinin mideleri bulandı. Buna bir çare bulmak lazımdı. Akıllarına gelen ilk kurtulma yolu uygulandı.

Yazık, bu ülkenin istihbaratı bitmiş ki, bir Trol’ün saçma-sapan yazısı C.Başkanı’nın ağzında, yalan sakızı oluyor.

Yazık, bu ülkenin emniyeti bitmiş ki, yargısı bitmiş ki, göz göre göre yalan televizyonlardan, gazetelerden siyasi propaganda aracı yapılıyor.

Yazık, bu ülkenin insan kalitesi bitmiş ki, yalana aşina olunmuş, kanıksanmış ve yalansız yaşanamaz olmuş.

Demek ki korku çok büyük, gelecek karanlık. Karabasanlar zihinleri dağıtıyor, akılları bulandırıyor… bu böyle gitmez.

Yazık, çok yazık!

1 Kasım, her şeyin değiştiği gün olsun.

Haydi, Bismillahirrahmanirahiym…


28 Ekim 2015 Çarşamba

Zulme Sessiz Kaldıkça…


Hatırlarsınız, istediği ihaleyi kolaylıkla alma keyfini yaşadığı günlerde, parası sayılamayacak noktaya, parası, mal varlığı, devlet yönetimi üstündeki etkisi üst seviyeye vardığında, edepsiz, ahlaksız bir müteahhit bozuntusu “milletin a..’sına koyarım” gibi bir lafı edivermişti. Bu sözün anlamını, anlaması gerekenler çözemediler de yeniden, yeniden büyük montanlı ihaleler verdiler ‘koymasına’ devam edebilmesi için. Belki de o koydukça, zevki ihale verenler alıyorlardı. Nasıl almasınlar, havuz kuruluşlarına en büyük destek ondan geliyordu. Yukarılardan birisi zart ettiğinde çuvalın ağzını açıyor, zurt ettiğinde sandığın kapağını kaldırıyordu. Eh, duyamazdılar, göremezdiler. Gebe kalmanın acı sefalet, zillet halini yaşıyorlardı çünkü.

Hakkını vermemiz lazımdır. Televizyona her çıkışında, fırsat düştükçe bu küfürbaz müteahhit bozuntusuna cevabı Yaşar Nuri Öztürk Hoca verdi. Hem de bu cevabı, kendi adına ve çocuklarının kendisine verdiği vekillik sıfatıyla yaptı. Aynı tonda olmak üzere ve aynı manada adı geçen kişiye aynı cümlelerle gereğini yerine getirdi. Hem de en az Beş kere. Yine de fırsat düştükçe iade etmekten çekinmiyor. Geçen hafta aynı konuda gereğini yerine getirirken, Ak-Troller sosyal medya hesaplarından hakaretler ettiler. Küfürbazı savundular, ertesi hafta Hoca yine aynı konuya temas ederek: niye bana çemkiriyorsunuz? “Alçak, milletin a’sına koyarken siz de vardınız içinde. Benim iadem sizin de hakkınızı koruyor.” mealinde diyerek onların da haklarını koruduğunu incitmeden anlatmıştı. Yürekliliğinden dolayı, tek kişilik uç beyi Yaşar Hocayı kutluyorum. Sırası geldikçe, bendeniz de vekâletimi kendisine verdiğimi arz ediyorum. Eline, beline, diline sağlık Hocam.

İnsanların birbirlerine yakınlaşmalarını, ‘hediyeleşme’ eylemi kolaylaştırır. Ve hediyeleşme, tavsiye edilmiştir. Hz. Resullullah hem hediye almış ve hem de hediye vermiştir. Bir istinası vardır ki, toplumsal insicamı sağlayıcı bir yasaklamadır. Kamu malının yerinde ve israfa sebep olunmadan kullanılmasını temin eden bir tavsiyedir. Kamu yöneticilerinin, özellikle iş yaptıkları, kamu işlerini ihale ettikleri kişi veya kurumlardan (aslında hiç kimseden) ‘hediye almaları’ kesinlikle ‘yasaklanmıştır’. Kamu yöneticisinin aldığı hediyeye, günümüzde ‘rüşvet’ adı verilir.

Ali Bulaç, iki hadisi şerif aktarmıştı bir yazısında: “Bir kimseye bir işi görmek üzere yollasak ve o kişi o işte herhangi bir hainlik yapacak olsa, o iş onun boynuna asılmış olarak kıyamet günü gelir” (Buhari, Eyman, 3). Bir başka buyruk: “Yöneticilere verilen hediyeler de hainliktir” (Müsned, V, 424)

Bulaç, aynı yazısında şunları da ilave etmişti: “Yöneticiler kendilerine takdir edilen makul ücretin dışında hiçbir şekilde kamu kaynaklarını kendi lehlerine; aile fertleri, akrabaları, yakın çevreleri, yandaşları çıkarına kullanamazlar, kullandırtamazlar. Böyle yapacak olsalar ‘gulul’ suçu işlemiş olurlar. Usulsüzlük, yolsuzluk, suiistimal, rüşvet, komisyon, iktisadi politikaların bir zümrenin lehine göre düzenlenip yürütülmesi, ihalelerin belli çevrelere verilmesi ve siyasetin kamu bütçesinden finanse edilmesi bu kapsama girer. Hz. Peygamber’i muhatap alarak inen ayetten istihraç edilen hükümler, kıyamete kadar yöneticiler için geçerlidir.” (Ali Bulaç, Zaman, 19 Ekim 2015)

Kamu yönetimi diken üstünden oturmaya benzer. Hazineye giren ve girmesi gereken her bir kuruş tüm toplumun malıdır. Yapılacak bir hata her bir kişiden özür dilemeye ve helallik alınmasını gerekli kılar, bu da mümkün olmayacağından, doğruluktan, dürüstlükten ayrılamadan işini yapmaktan başka çare de yoktur.

Hediye ile rüşveti karıştırmayalım. Üç kuruşluk değeri olan bir hediyenin, pahalı rüşvetlerle alakası yoktur. Kaldı ki, kamu yöneticisinin hediye alması bile tartışmalıdır, yasaklanmıştır. Nitekim Suudi Arabistan kralının yöneticilere gönderdiği hediyeler 8 yıldır tartışılmaktadır ve açıklanmamakta olduğundan, hala ilgilisi zan altındadır. (Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz’ın kulakları çınlasın)

Rüşvet, toplumsal ahlakı kolayca bozar. Hakkı olan, hakkını alamaz ve layık olmayana verildiğini görürse (anlarsa) kendisinin de rüşvete bulaşmasında sakınca görmez. Gittikçe herkes aynı boyaya boyandığında ise, yandı gülüm keten helva!.

Yukarıda zalimin bir yüzünün resmini çizmeye çalıştık. 1 Kasım, zalime ve zulümlerine karşı ayaklanma tarihi olsun. Hesap sorulmadan, hesabın sorulmasını görmeden, zillet içinde yaşamak istenmiyorsa, 1 Kasım hareket zamanıdır.

Arsıza, hırsıza, dolaplara, kutulara, gemiciklere karşı önümüzde 1 Kasım.

Dikkat:

Bu son seçim olabilir!..



26 Ekim 2015 Pazartesi

Okudukça bozulmak, düşündükçe batmak


Başlık cümlesindeki iki fiil de (okumak, düşünmek) farzdır. Eksikliği felakete götürür.

Peki, nasıl olur da okudukça bozulur, düşündükçe batar?

Tıpkı, yanlış iliklenen ilk düğme gibi. Birincisi yanlışsa, devam edenler de yanlıştır ve üzerinde yabancı bir elbise taşıyorsun gibi anlaşılır.

Yanlış başlamak da, doğru gibi gözükse de yanlış yürütür işleri ve varacağı nokta da yanlış olacaktır. Buradaki incelik şudur ki, gidişatın doğru olduğu düşünülür ve inatla takip edilir. Asla bir yanlışın içinde olunduğu anlaşılamaz. Çünkü bildiklerine, okuduklarına, dost bildiklerine! itimadı tamdır. Buna ‘vehmin’ gücü de diyebiliriz. Kişinin zannettikleri asla vazgeçilmezleri olur. Küçücük dünyasında, yalanları ve yalancılıklarıyla baş başadır.

İlim, yerinde saymaz, her an ve an be an ilerleme meylindedir ve kendini asla tekrar etmez. Bu iki tecellinin birbirinden farklı olması durumuna götürür bizi. Dünkü ilmi okuyarak öğrendiğini zanneden kişi, eğer o ilmi bilgiyi aşamamışsa, geri kalmış demektir. Çünkü “dün, dün ile geçti gitti can cazım, artık yeni şeyler söylemek lazım” kelamı Hz. Mevlâna’nın, tam da bu manayı anlatır.

Şu, havuz medyasının köşelerine kurulmuş, dini kisveli televizyonların baş aktörleri durumundaki sakallı, sözde ilim adamlarının yazdıklarına, konuştuklarına baktığınızda, tamamen dünü, tamamen asırlar evvelinden kendilerine kalan ilim kırıntılarını tekrar ettiklerini görürsünüz. Bir satır dahi üzerine konulan ilim veya düşünce yoktur. Taklit, hayatlarının düsturu olmuştur. Bakmayın isimlerinin başındaki koca koca akademik unvanlara. Bakmayın, iki lafının arasına bir hadis sıkıştırdıklarına. Uyuşmuş veya uyuşturulmuş beyinlerinin içinde gizlenmiş, Türk ve Cumhuriyet düşmanlıklarını açıktan olmasa da, tekrarları bu amaca hizmet etmektedir.

Kır yıldır bir ihtiyarı tanırım. Zaman zaman oturur muhabbete koyuluruz. Bu zaman içinde bir kere dahi siyasete meylettiğini, idarecileri eleştirdiğini, yönetime dair fikir ileri sürdüğüne tanık olmadım. Zaman zaman biz konu açarız. Bir fırsatını bulur ve uzaklaşır aramızdan, ne zaman ki, siyaset konusu kapanır, yeniden katılır aramıza.

Bakıyorum da, alim sıfatlı birisi (hatta müçtehit olduğunu kendisi yazmıştı) bir siyasi partiyi neden desteklememiz gerektiğini anlatıyor!. Hâlbuki insanlar onu, anlatmasını bekledikleri dini bilgiler nedeniyle okuyorlar. Ondan din dışında bir fikir bulunmayacağını zannettikleri için takip ediyorlar. Ne yapıyor bu, fetvacı sıfatıyla ünlenmiş kişi? Saf ve temiz Müslümanlara siyasi fikirler aşılıyor. Kendisinin yanlış ve sapkın siyasi düşüncelerini onlara aşılamaya çalışıyor.

Dikkatle bakarsanız, cemaat sıfatıyla faaliyet yürüten dini grupların tamamının amaçları siyasidir. Kullandıkları konular ise, tamamı Dinden, Peygamberden, ulu kişilerin hikâyelerinden alınmıştır. Bu konular anlatılarak insanların kafaları karıştırılıp, zihinleri bulandırılıyor. Sonra, hem siyasi desteklerini hem de paralarını kolaylıkla alıyorlar. Cemaat topluluklarının sayılamayacak derecedeki parasal varlıklarını düşününüz! Nasıl elde edilmiştir? Saf ve temiz Müslümanların destekleriyle.

Bakarsanız, bunlar haram değil fakat bir garibanın kendine has düşüncelerini anlatması ve o fikir etrafında destek çalışmaları yapması haramdır. İnsanların safiyetinden istifade ederek onları soyup soğana çevirenler cennetin en ala mevkilerine kendilerini layık görürlerken, diğer garibanlara biçtikleri yer ise cehennemin en dip noktalarıdır. Daima cehennem ile korkuturlar. Siyasi desteğin din ile ilişkilendirilmesi, insanımızı zora sokmakta ve bu safiyetten azami faydayı cemaat örgütlenmeleri ve iktidar destekçisi dini kisveli sakallılar sağlamaktadır.

Bütün bunlar yanlış eğitim, yanlış okumalar ve hatalı tefekkürden geçmektedir. Yanlışın üzerine ne koyarsanız koyunuz sonuç yanlış olacaktır.

Siyasi destek sebebini açıklarken şöyle bir cümle de yazmak cehaletini gösteriyor; “Uluslararası ilişkilerde ülkeyi kukla olmaktan çıkarıp ‘masada ben de varım’ diyen aktör haline getirdiği için.” Hiç de gülesim yoktu. Ne diyelim?

Hoca hoca bilmiyorsan, değerlendiremiyorsan, burnunun ucunu göremiyorsan bari “sus da seni adam sansınlar”.


24 Ekim 2015 Cumartesi

Hatırlatalım Dedik


“Kardeşim Esad” hitabını biz yapmadık, “düşman Esed” hitabına biz düşmedik.

PYD lideri Müslüm’ü Ankara’da birden fazla biz ağırlamadık, sonradan PYD düşmanlığını biz çıkartmadık, biz o günlerde de, PYD eşittir PKK diyorduk!.

BOP Eş Başkanlığını biz üstlenmedik, ABD politikalarına bugün olduğu gibi, o günlerde de karşı fikirlerimizi geliştirmiştik.

Vatan mallarının her birinin satılışında, bugün olduğu gibi karşı durmuştuk.

Türk Ordusunun kıymetli, kahraman generalleri tutuklanırken, haklarında ağırlaştırılmış müebbetler verilirken de karşı durmuştuk, tutuklamaları savunanlarla asla bir olmamıştık.

“Paralel devlet” yavelerinin atılmaya başlamasından çok, çok yıllar evvelinden, cemaat yapılanmasına karşı fikirler geliştirmiş ve bu ortaklığın ve bu fikirlerin memlekete zararlı olduğunu haykırmıştık.

Görüşmeler ifşa edildiğinde, “şerefsizlik” söyleminden asırlar evvelinden, yeni Sevr fikrinin odağından hareketle, yapılanların, Türkiye’yi köşeye sıkıştıracağını bildirmiş ve PKK ile değil müzakere, mücadele yapılmasının üstünde ısrarla durmuştuk.

“Arap Baharı” yanılgısını ilk keşfedenlerden olup, yeni bir BOP aldatmacasına karşı durarak, ilgilileri gücümüzün yettiği oranda uyarmıştık.

Irak, Tunus, Mısır, Suriye kalkışmalarının bir BOP projesi olduğunu görmüş ve tüm yapılanların yanlışlığını görev bilerek iletmiştik.

Memleketin bütün sathına mantar gibi yayılan AVMlerin kapitalizmin çok önemli bir silahı olduğunu anlatmamıza rağmen, kıymetli tarihi eserlerimiz, parklarımız yıkılarak yerine AVM yapılmasını biz değil, iktidardakiler istemişlerdi.

Halkı borçlandırmanın ileride büyük felaketlere yol açacağını defalarca anlatmamıza rağmen, şehir kaldırımlarında kredi kartı pazarlarını biz açmadık, sesimizi duyuramadık, kulaklarını tıkayanlar şimdi dizlerini dövüyorlar.

Banka kredilerinin, sanayiye, ticarete doğru yoğunlaşması yerine tüketici kredileriyle, ithal edilmiş kalitesiz malların alıcısı durumuna insanımızı biz düşürmedik.

İnsanlara bir meslek öğretilmesi, bir işyerinde çalışmanın huzurunun tattırılmasını yıllarca söylemiş olmamıza rağmen, kutu kutu makarna, kömür gönderenlerin insanları tembelliğe götürdüğünü fark etmeleri yıllarını aldı.

Her ilde üniversite açtıklarını propaganda edenlerin, bir kez olsun uyduruk duvarlar içine sıkıştırılmış okul adı verilen yapıların içine girmediği ve bir adet dahi kitabını bulunmadığı kütüphanelerin çevresine bile yaklaşmadıklarını da biliyoruz.

Dağ başındaki ilçelere arıcılık, hayvancılık, tarım mektepleri değil de, ‘moda yüksekokulu’ açmanın bilinmeyen zevkini biz değil, başkaları yaşıyordu.

Veya;

Yol yap, yolsuzluk yapma.

İş yap, işsizlik yaratma.

Vatandaşına değil, gücünü göster düşmana.

Ezberlenmiş laflarla değil;

İlimle düşün, irfan ile yönet Türkiye’yi.


23 Ekim 2015 Cuma

Nankör, İyilik ve Siyaset Sürçmeleri


“DEAŞ ne kadar nankörse, hainse, alçaksa PKK’da o kadar alçak, hain ve korkaktır.”

Profesör unvanlı bir Başbakan böyle demiş!..

Bizler IŞİD diyoruz, onların bazıları DEAŞ, bazıları DAİŞ, bazıları da DAEŞ diyorlar. Başbakan’ın ifadesine göre DEAŞ nankörmüş!...

Nankör IŞİD!

Kubbealtı Lügatine baktım şöyle tanımlamış nankör kelimesini: “Gördüğü iyiliği unutan, iyilik bilmeyen (kimse)”.

Ne iyilikler, ne iyilikler yapmışlar ki, sonradan ihanetini gördüklerinde nankör olduğunu anlayarak, ifşa ediyorlar? Çok enteresan!..

Bir zamanlar da birisi; “Ne istediniz de vermedik” gibi bir söz söylemişti. Aynı manayı muhtevi. Aynı nankör suçlamasının yöneltilmesi!.

Bunlar istemeden veriyorlar, istenmeden iyilik yapıyorlar galiba. Sonra da açığa düşürüyorlar. Hem veriyorlar, hem ağlıyorlar.

Nankörmüş!..



21 Ekim 2015 Çarşamba

Sitem!.


Futbol, futbol sahasında oynanır, boks ringde. Bol yıldızlı otellerin, bol ışıklı salonlarında ancak iki arkadaş sohbeti koyulaştırabilir.

Siyaset, siyasetin arenasında yapılır. Hatırlıyorum. Arenaya çıkmıştınız ve sonucu biliyoruz. Evet, kurultay sonunda sevilmiştiniz, sevmiştik. Doğrusu söyleyeceklerinizi de anlatmış, yapacaklarınız da not edilmişti.

Yanlış alan seçtiniz.

Yanlış arkadaşlıklar, elbette yanlış yollara sevk edecektir. Böyle mi oldu bilmiyorum. Biraz eseri var gibi.

En üst düzeyde, en tehlikeli alanlarda yapılan mücadeleler bir de bakmışsınız, sıfırlanmış gitmiş.

Tamam, alkışlayanlarınız var, tamam sizin gibi düşünenler ve bu aşamada muhalifi olduğunuz guruba verebileceğiniz en büyük zararı da vermiş bulunuyor ve sevenleriniz ve aynı yönde muhalefetini geliştirilenler tarafından kuvvetlice alkışlanıyorsunuz. Bunlara tamam. Şahsi olarak tatmininizi de en üst derecelere kadar yükseltmiş oldunuz, buna da eyvallah. Sizin hakkınız.

Ancaaakk!..

Oyun sahası ve başlama düdüğünün çaldığı zaman yanlıştı.

Bu yüzden diskalifiye edildiniz.

Gönüllerden düştünüz. Sevenleriniz uzaklaştı yanınızdan.

Rabbim yolunuzu açık etsin.


Başka, ama doğru sahalarda görüşmek üzere.

20 Ekim 2015 Salı

Terörizm, Terörist ve Mücadele Nasıl Olur?


Terörist, silahını doğrultmuş, illerde bombalar yerleştirmiş ha bire patlatırken, ilçelerde devletin gelememesi için kanallar açmış, cepheler tahkim edilmişken, büyük şehirlere kadar adamlarını aşırtmış ve istedikleri zamanda istedikleri şiddette eylemler yaparken, insanların can güvenliği sıfırlanmış, rahat uykularına varamazken…

Sen,

Terörizm ile mücadele edemezsin.

Terörizm ile mücadelenin ilk şartı, teröristi ekarte etmektir.

Yanlış bile olsa bir taraf fikirlerini ileri sürerken, üzerinde hiç düşünmeden, o tarafın terörizm hakkında hiçbir şey söylemediğini ve eğer iktidar olurlarsa, ortalığı kan götüreceğini söylemek, duymazdan gelmenin öteki anlamıdır.

Tekrar söyleyelim: terörizm ile mücadele etmek için, teröristlerin silahlarını bırakması, adalete teslim olması mutlak zarurettir. Yeni geliştirilen fikre göre, teröristlerin silahlarını gömerek, yurt dışına çıkmaları da ayrı bir seçenektir. Bunların da üzerinde durulur, düşünülür ve bir karar varılır.

Ayrıca, terörist ile mücadelede birlik şarttır. Terör ortamına şiddetle karşı çıkanları ayrı tutmak ve onların varlığını inkâr etmek, bilinsin ki, terörizme kucak açmakla eşdeğerdir. Bu itibarla, birliğin sağlamlaştırılması, düşüncesi ne olursa olsun, inançları ne olursa olsun bütün millet evlatlarının bir araya gelerek, belirlenen hedefe birlikte koşmalarıdır.

Dağlarımızı ve Doğu-Güney Doğu’daki il ve ilçeleri bir süreliğine (ki, 6 yıl kadar) terörizm ile mücadele adına, teröristlere terk etmenin bir fayda sağlamadığı anlaşılmış olmalıdır.

Bir devletten beklenen, suç işleyen her kim ise, yaka-paça edilerek adalet önüne çıkartılmasıdır. Bu sağlanmadığı takdirde, milletin diğer unsurlarının morali bozulur ve belki bir gün gelir, onlar da aynı yolu seçebilirler. Bu en tehlikeli gelişme olur.

Terörizm, yalnızca dağlarda gezen silahlı, bombalı kişilerin ürettiği bir ortam değildir. Dış kaynakların destekleri ve planlamaları terörizm ortamını yaratır. Teröristler bu ortamda yetişen ve yabancı servislerin direktiflerine göre verilen görevleri yapan zavallı satılmışlardır.

Öyleyse, terörizm ile mücadelede ilk yapılması gereken, dış planlamaların, yabancı desteklerin önüne geçmek olmalıdır. Terörist ile mücadeleyi bırakmadan.


19 Ekim 2015 Pazartesi

Adıyaman, IŞİD ve Anlayamadığım İlişkiler!


Ahmet Takan, “Fatura, il emniyet Müdürü ile ona bağlı çalışan iki şube müdürüne kesildi” haberini vermişti. Sorumluyu bulmakta üstlerine yok. Hep böyle olur zaten, bir memur, bir hizmetli, bir müdür yardımcısı bulunur suçu üstlenir ve onlar kurtulur. Nasıl da dikkatli çalışırlar buna benzer olaylar sonunda. Bir kısım troller “CHP ve MHP’nin, PKK ortaklığı ile patlamayı yaptırdığı” gibi anlamsız iftiraları söyleseler de, haberlere yansıyan, bombacıların polis-MİT takibinde olduğu ve isimlerinin de bilindiği yolunda. Bir taraf IŞİD yaptı derken, iktidar yanlıları bir türlü örgütün ismini söyleyememekte ve fakat savunmaları şöyle olmakta: “PKK terör örgütüdür.” Tamam, itiraz eden mi var? Belki HDP itiraz edebilir. Bu onların hali biliniyor zaten, bunu tekrar etmenin bir manası yok. Evet, PKK terör örgütüdür. IŞİD terör örgütüdür. DHKP-C Terör örgütüdür. Ve ismini şimdi bilmediğimiz ve hangisinin de söylenmesi gerekiyorsa tamamı terör örgütüdür. Biz rahatız, söyleriz. Onların hiç birisiyle ortaklığımız da olmadı, gebeliğimiz de!. Sizin rahatsızlığınız nereden geliyor? Niye IŞİD’in adını anarken titriyorsunuz? Önce IŞİD dedilerse de, sonra PKK – IŞİD ortaklığı dediler. Daha sonra da Suriye-PKK-DEAŞ dediler. Bir karar verin, kararınızda da durun artık.

IŞİD militanlara ait gazetelerde boy boy resimler, sayfalarca telefon görüşmeleri yayınlanıyor. Bizimkiler örgütün adını dillendirmekten korkuyorlar, çok garip, neden acaba?

Yine Ahmet Takan 14 Ekim tarihli yazısında akıllara durgunluk veren bir haber yayınladı: Ankara patlamasında iki bombacının da TNT kalıplarının bilyelerle güçlendirilen patlayıcılarla patladığı anlaşılmıştı. Takan, bunun üzerinde duruyor.  “9 Eylül tarihinde Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü, soğanlar içine saklanmış 5,5 Ton patlayıcı taşıyan bir TIR yakalar. Soruşturma sonunda bu TIR’ın Afyon Evciler ilçesi Taşlıburun Köyü’ndeki bir depoya ait olduğu anlaşılır.

“TIR şoförünün ifadesinde ‘gece geç saatlerde yüklemenin yapıldığını, jandarmaya haber verilmediğini, kendisini MİT görevlisi olduğunu söyleyen bir şahsın; bu patlayıcılar IŞİD’e ulaştırılacak, vatan için iş yapıyorsun’ dediğini söylediği yönündeki iddialar”

Gerçek mi? Diye soruyor. Tabi, Afyon Valisi’nin bu olayı basından uzak tutmaya gayret ettiğini de ilave ederek.

Bunlar henüz cevaplanmamış korkunç iddialar!

Yo, yo.. “Bunu devlet yapmıştır” iddiasına şiddetle karşı çıkıyoruz. HDP Genel Başkanı’nın desteksiz iftirası olarak kabul ediyoruz. Lakin yenilir yutulur cinsinden iddia da değil hani.

Cumhuriyet’ten Alican Uludağ, 17 Ekim tarihli haberinde, Adıyaman ileri gelenleri ile konuşmuş:

CHP milletvekili adayı: “IŞİD’çi faaliyetlere göz yumuldu”.

HDP milletvekili: “Türkiye’nin politikası ile paraleldir Adıyaman’da yaşananlar. IŞİD’in Kürtlere düşman anlayışı ile paraleldir bu. IŞİD yapılanmasına burada da göz yumulmuş.”

Adıyaman Baro Başkanı: “Eğitimsizliğin ve işsizliğin verdiği sıkıntılar nedeniyle gençler boşluğa düştü. Bana göre dini eğitim gençlere doğru bir şekilde verilmiyor. Bilgi eksikliği nedeniyle dini hassasiyetleri olan bu gençler IŞİD gibi örgütlerin ağına düştü”.

Ticaret Odası Başkanı: “İşadamları Adıyaman’a gelemez oldu. Gelenler de tedirgin”.

Görüldüğü gibi, Adıyamanlılar IŞİD’e olan katılımlara göz yumulduğunu, işsizliğin had safhada olduğunu, eğitimsizliğin veya yanlış dini eğitimlerin gençleri terör örgütünün kucağına itelediğini açık yüreklilikle anlatıyorlar. Terör örgütüne eleman bulmanın en kolay yolu, terörün yetişeceği alanı uygun hale getirmektir. Bu bataklıkta elbette eleman bulma sıkıntısı yaşanmayacaktır. İhmaller, vurdumduymazlıklar bu hale gelmenin sebepleridir.

Kemal Kılıçdaroğlu Star TV’de yaptığı mülakatta, Davutoğlu’nun anlattığı “IŞİD bağlantılarından” söz etti. Açıklayamam dedi. “Açıklarsam Davutoğlu zor durumda kalır” dedi. Ne demektir bu? Yani, devlet IŞİD’i biliyor. Hepsinin isimleri belli, resimleri belli. Belli olduğu halde, nasıl oluyor da ellerini kollarını sallayarak Ankara’nın göbeğine, Emniyet Müdürlüğü’ne 500 Metre mesafeye kadar (MİT’e de 2 KM) gelebiliyorlar? Yani muhalefet, basın-yayın, vatandaşlar bu soruyu sormayacak mı?

Hala yalanlarla bu gemiyi yürütebileceğinizi mi sanıyorsunuz?



16 Ekim 2015 Cuma

Bir Nasıl Toplanır, Çıkartılır?


“Kendisine ne eklenirse eklensin 1 kalacak 1'i ve kendisinden ne çıkartılırsa çıkartılsın hala 1 kalacak 1'i özlüyorum Füruzan!”
(Ayhan ERALP)

Füruzan’a çok, seslenişini biliyoruz Hoca’nın. Attığını vuran usta avcılar gibi. Bir eleştiri değil bizimkisi, düşünce platformuna atabildiğimiz kadar ve karşıyı düşünmeye sevk edebilecek kadar, küçük, parça pinçik düşünce kırıntıları.

Kendisi var, eklenecek – çıkartılacak var, kalacak var. Bu kadar çokluğu nerden de buldunuz aziz Hocam!. Kalabalıklardan kaçabildiğin kadar kaç ki, aradığın 1’i bulabilesin. Özlenen 1, ne toplamayla, ne de çıkartmayla bulunabilir. Ama şu var ki, başlangıçta ‘özlemek’ yolu bulmak için tek çare.

Toplamada da, çıkartmada da ikinci bir varlığın kabulü kesindir. Bir sepet armuttan Bir armut çıkarılabilir, Bir armut toplanılabilir. Özlenen ‘1’ için ise, ne çıkarmadan, ne de toplamadan bahis söz konusudur.

Hz. Muhammed’in Allah ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı buraya alalım:

“Allâh var idi ve O’nunla beraber hiçbir şey yok idi!”. Bu tanımlamayı duyanlar Hz. Ali’ye aktarırlar. Hz. Ali kısa bir süre düşünerek cevaplıyor: “El an kemâ kân – Hala, o andaki gibidir”.

O an, bu andır. O anda olan, bu anda da oluyor. Bizim için ölçü aracı olan zaman bildirimi, o an – bu an ikilemine düşürse de, kafa karıştırsa da, o an bu andır. Ve hala o andaki gibidir. Ve “O’nunla birlikte hiçbir şey yoktur.”

Öyleyse, Bir’e toplama ve çıkarma yapma imkânı da yoktur.

Hani Hz. Mevlana’nın şaşı hikâyesi vardır:

“Ustası, şaşı çırağına var o şişeyi evden getir dedi. Şaşı, O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi. Usta dedi ki: o iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma! Şaşı, usta beni paylama. Şişe iki dedi. Usta dedi ki: o ikisinin birini kır! Çırak, birini kırınca ikisi de gözden kayboldu.”

“İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne de öbürü. Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden göze, yüzlerce perde iner.”

‘Özlenen 1’in toplanmasından ve çıkarılmasından bahis, şaşının şişeyi iki görmesi gibi olmalıdır. Göz arızası. Arızaya sebep ise, içimizden bir türlü atamadığımız vehim. Vehim, İblis’in sürüklediği felaket ortamı. Şöyle tanımlarlar vehimi, Ulular: “Olmayanı varmış, olanı yokmuş gibi göstermek”. Var’ın yanında ikinci bir var yok ki, matematiksel işlem yapalım! Olsaydı eğer, vehime de gerek kalmazdı. Çünkü ikinci var zaten vehim demektir.

Bu badireden nasıl çıkılacak?

Beden bu dünyada yaşayabilmek için verilmiş bir elbise. Buradan başlanılmalı. İnsan bedeni ile ancak bu dünyada zahire çıkabiliyor. Beden bir araç. Olmasa da olur yani. Olmazsa ‘sen’ yine varsın, lakin dünya gözü ile görünemezsin hepsi o kadar. Oysa nasıl kabul ediyoruz, bu beden benim!. Yanlış burada. Bedeni ayakta tutan, bedeni taşıyan güç içeride. Aslında dünyada birbirlerine muhtaçlar. Mizan böyle kurulmuş. İçindekini taşımak bedenin, bedeni taşımak içindekinin görevi. Şimdi beden denilen aracı aradan çıkartırsak, geriye Hakk kalır ki, lazım olan düşünce de budur. Ve ilaveten, bu dünyaya ait ne kadar varlık görünürse, tamamı bir hayal ve vehimden ibarettir noktasına varılmalıdır. Bu durum ise, şaşının şişeyi kırması sonucuyla eşittir.

O zaman işte, ‘Özlenen Bir’ kalır ve O, sen olursun.

Niyazî Mısrî Hazretlerinin bir beyti ile noktalayalım:

“İşit Niyazi'nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak'tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş”        


13 Ekim 2015 Salı

‘Yarı Aydın’lar!


İçine yuvarlandığımız felaket çukurunda en büyük pay, bu yarı aydın denilen tiplerindir. Kendilerini bulunmaz Hint kumaşı gibi pazarlamayı becerebilen, diplomaları Fransa’dan, Almanya’dan, ABD’den alınmış veya bilvesile NATO içlerine kadar düşmüş ve eğitilmiş, yetiştirildikleri odaklarca verilen görevleri yapmak için çabalayan, görevlerinin içinde de Türk’e ait ne varsa, başta Cumhuriyet, Atatürk, Türk töresi gibi değerler üzerinde oyunlar kuran, hedeflerine ulaşmak için vaktiyle düşman belledikleri dincilerle birlikte ortaklık yapmaktan bile çekinmeyenlerdir.

Kimi zaman liberal sıfatıyla, kimi zaman demokrat sıfatıyla, kimi zaman komünist - sosyalist sıfatıyla, kimi zaman İslamcı sıfatıyla, kimi zaman Kürt, kimi zaman Ermeni sıfatlarıyla sahne aldılar sinsice, şeytanca.

Yazının başlığını Aslan Tekin’in 14 Eylül tarihli yazısından aldık. Tekin, yazısında gerekli cevabı veriyor bunlara.

‘Yetmez ama evet’ dalkavukluğunu bulanlar da onlardı. Devletin tarumar edilişi, yargının işlemez ve hatta belli bir grubun menfaatleri uğruna kullanılışı hep onların yardımları, destekleri ile gerçekleşti. Yıllarca mevcut iktidarın, güya demokrasi, insan hakları gibi kavramları kullanarak, barışı ve esenliği yerleştirme eylemlerinde katkıları oldu!. Bilemediler ki, bu kavramlar belli bir zihniyetin rövanşist hedeflerine varmak üzere kullandığı perdelerden ibaretti. Sağlanan gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından yıllarca Türk’e, ordusuna, kültürüne saldırdılar, küfürler ettiler, yalanlar söylediler. Her yaptıkları, Türk düşmanlarını ve iktidarı biraz daha güçlendirdi.

Sonra, iktidarda bocalamalar baş gösterdi. Yolsuzluklar ayyuka çıktı. Yavaş yavaş muhalefet etmeye başladılar. Bunlara ihtiyaç kalmadığını düşünen iktidar güçleri, etrafından uzaklaştırdı. Verilen köşeleri geri aldılar, ekranlardan kovdular. İyot gibi açıkta kaldılar.

Kendilerine yer bulmakta mahirdirler.

Vardılar, PKK’nın kucağına sığındılar. Hemence HDP sever oluverdiler. Belki de aldıkları emir gereği. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin kazanması için ne lazımsa yaptılar. Bunlara para ver, makamlar ver, gazete köşeleri ver, ekranlar ver yaptıramayacağın iş yoktur. Taşeron terör örgütlerini, her istihbarat servisinin rahatça kullandığı gibi, bunlar da farklı alanların terör örgütü elemanlarıdır.

Ülkeyi yıkıma götürmek, olmazları ilmi gibi göstermek gibi güzel cümlelerin içine sıkıştırılmış, yıkıcı, bölücü, vatan satıcı ne kadar hayalleri varsa hepsini sergilediler. Bunların hepsinin isimleri bellidir ve herkesin malumudur. Kimlerden bahsettiğimiz de okuyucumuzun bilgisi tahtındadır. Ne kaçabilirler, ne de bugüne kadar yaptıkları gibi yalanlarla avutabilirler. Hepsinin alnında kocaman, kapkara damgalar var. Ayırt edilmeleri hiç de zor değil.

PKK’nın azmasının, IŞİD belasının uç vermesinin, Suriye anlaşmazlığının, BOP eş başkanın C. Başkanı yapılmasının, yargının perişan hale getirilmesinin, Suruç, Reyhanlı ve Ankara saldırılarının hep sorumlusu bunlardır.

Ne kaçabilirler, ne de yalanlarıyla suçlarını kapatabilirler.

Yarın, belki de ‘yarından da yakın’ bir zaman içinde milli güçler iktidarı eline aldığında, ilk yapılacak işler arasında bunların yaka-paça yargı karşısına çıkarılması gerekecektir. Millete, orduya, kültüre, hukuka, kamu düzenine, bürokrasiye… yaptıklarının hesapları sorulmalıdır.

Ve,

Bunları asla ve kat’a hiçbir siyasi organizasyona, cemiyete, mitinglere, çıkartmamalıdır. Gazetelerden, televizyonlardan kovulmalıdırlar.

Şeytanla ne işiniz olabilir?

Şeytanı kovmadan millete ve dünyaya rahat yoktur.

‘Aydın’ sıfatını kedilerine yakıştırdıklarına bakmayınız. Karanlıklar içinde yaşayan köstebeklerdir bunlar. Yılan gibi sürüngenlerdir bunlar. Tilki gibi kurnazlık gösterirler bunlar. Hayatımızdan ve düşüncelerimizden kovmadıktan sonra, rahat, huzur hayaldir bize.


12 Ekim 2015 Pazartesi

Sorumlusu Bile Yok, Bu Nasıl İş?


Başbakan, “zaaf varsa tedbir alırız”, İç işleri Bakanı, “güvenlik açığı yoktur” dedikten sonra, hala bir sorumlu arayanlara ne demeli?

Koca koca adamlar yalan mı söylüyorlar yani!

Yoksa yoktur değil mi ya?

Nasıl bilirdik; “Akıl, insanı sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesidir” (Er-Razi, es-Sıhâh, S. 187. Aktaran, Adem Çatak, Şihabettin Sühreverdi hayatı ve eserleri, doktora tezi, 2007)

Liyakat sahibi kendini sorumlu görür. Yaptıkları ettiklerinde bir eksiklik görmese dahi, sorumluluğu başkalarına yıkmaya çalışmaz. Layık olmayanlara verilen görevlerde benzeri hatalı düşünüş ve uygulayışlara tanık oluyoruz. Adeta kendini la-yüsel görürler. Muhabirin, “İstifa edecek misiniz?” sorusuna sorumsuzluğunu anlatırken, yanındakinin de tebessümü zaten her şeyi anlatıyor. Onlar dokunulmaz, sorumsuz, istediğini istedikleri gibi yapabilme özgürlüğü ve yetkisine sahip kişiler. Böyle görüyorlar ki, yandaşlarının da sosyal medya hesaplarından, sevinç naraları atmaları için yüreklendiriyorlar. Evet, evet suç onların değil, bizim!.

Vahim olayın sebebini özellikle Suriye’de uygulanan, saçma sapan ve Türkiye menfaatleri ile hiç ilgisi olmayan yanlış politikalarda arıyoruz. Düşman yaratmada üstümüze yok. Ne diye, alakasız konularda, ilgisiz durumlarda bir kişiyi veya bir devleti düşman saflara çekiyoruz? Ne alakası varsa, komşu bir devletteki demokrasi dışı uygulamaların düzelttirilmesi, medeni dünya seviyesine getirilmesi sohbetlerle, konferanslarla, üniversal ilişkilerle olacağı yerde, ‘kardeşim’ söylemini bırakarak, ‘düşman’ söylemine geçmek, bizlere ne fayda sağlayacaktı? Olmadığını şimdi daha rahat görebiliyor olmalıyız.

Hala, rahatça “7 Haziran seçimlerinden sonra, muhalefet partilerinin koalisyona katılmadıklarından bu olayların” meydana geldiğini söylemek, yalanı, yalan üstüne yalanla kuvvetlendirmeye çalışmak demektir. Bu halin bırakılması gerekiyor. Bütün millet biliyor ki, koalisyonun kurulamaması, muhalefet partilerinin ileri sürdüğü şartların AKP tarafından kabul edilmemesidir. Ayrıca bu sözler de Ankara patlamasının sorumluluğunun muhalefet partilerine atılma gayretleridir. Bunu millete yutturamazsınız. Yutturup, sorumluluktan kurtulamazsınız.

Devlet kademelerinde görev almak ne demektir? O görevin yetkilerini kullanırken, yapılan işten de sorumlu olmaktır ve bu göreve gelirken millet adına devletin daha üst görevlisine söz vermektir. Bu söz verme açık da olabilir, zımnen de olabilir. Nitekim her devlet memuru göreve başlarken bir sözleşme imzalar. Söz-leşme. Söz verir. Allâh (C.C.) şöyle buyurur Kur’an’ı Kerîm’de. “Muhakkak ki söz veren sözünden sorumludur.” (İsra/34). Peki, devlete, millete, insanlara, halka söz veren kime söz vermiş oluyor? Üst yöneticilerimizin bu soruya doğru cevabı bulmaları millet bekası için, geleceği için önem arz eder. Üç-beş satır ezberle devlet yönetilemez, yönettiğini sananların da başı beladan kurtulmaz.

Oscar Wilde’nin muhteşem sözü tam konumuza uygun düşer: “Düşen bir çığda, hiçbir kar tanesi, kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz.” Böyledir, olayların gelişiminde yalnızca yardımcı rollerin adamları olanlar, asıl olarak rejisörü başoyuncuyu sorumlu tutarlar. Kendilerinin dahli yoktur. Oysa kar tanelerinin olmaması halinde çığında düşmeyeceğini hesap edemezler. Demek asıl sorumlu, küçük ihmallerle gününü geçiren ve ‘bi şey olmaz ya!’ diyebilen liyakatsizlerdedir.

Bir yandan devleti neredeyse tüm kurumlarıyla kaybetme derecesini yaşıyoruz, diğer yandan insanımız hastalık derecesinde kutuplaşmanın zirvesini yaşıyor. Haydi, birincisini zaman içinde düzeltiriz diye avunalım. Ya, ikincisini. Sosyal bozulmayı bir-iki yılda sağlayabilseniz de, düzeltilmesi o neslin dünyayı terkine kadar sürer. Neredeyse imkânsızdır. Sormak lazım, bunu nasıl başardınız?

Sosyal medyadaki Ak-Trollerin mesajlarını incelerseniz söylemek istediğimiz anlaşılır. Neredeyse zil takıp oynayacaklar. Size mi kaldı el âlemin dini imanı, size mi kaldı be heeyy alçaklar! Hayatını kaybedenler bu ülkenin vatandaşlarıdır. Senin gibi düşünmedikleri için onları tekfir etmenin ne âlemi var? Sen kendine bak asıl. İmanını muhafaza et.

Ve,

Sorumluluktan kaçma. İtiraf et rahatla ve kurtul.

Face Book’ta değerlendirmeler yayınlayan Naim Okur’un şu satırlarını alıntılamadan bitiremeyeceğim:

“Terörün esas hedefi öldürdüğü insanlar değil, geride kalanlar ve onların yaşadığı toplumdur…

“Panik, korku, gelecek endişesi ve herkesten ve özellikle devlet ve devleti yönetenlerden şüphe halini besler…

“Faili ilk ilan edenler, gerçek katili saklayan, hatta faillerin stratejik  partnerleridir…

“Terör, biz birbirimize düştüğümüzde, gölgesinden korkan insanlar olduğumuzda, bizi korumakla sorumlu olanlara karşı olan güven duygusunu tamamen kaybettiğimizde kazanır esas…”



11 Ekim 2015 Pazar

Kınama Mesajları!


Usulden midir bilmiyorum, böylesi bir vahametin ardından öncelikle devletlular, ardından irili ufaklı dernekler, şirketler kınama mesajları yayınlarlar. Hatta dış devletlerin de idarecileri baş sağlığı mesajlarını gönderirler.

Kınamayın. Kınamazdan evvel, nelerin olduğunu anlamaya çalışın derim. Anlayıp, tarafınızı belirleyin, pozisyonunuzu ayarlayın. Yoksa siz daha çookk kınama, baş sağılığı, taziye mesajları çekersiniz.

PKK saldırıyor, DHKP-C saldırıyor, IŞİD saldırıyor. Bunlar kim ve kimin adına yapıyorlar bu işleri? Çözün problemi. Eğer doğru sonuca ulaşırsanız, vahşet biter. Düşünelim, acaba terörü bitirmeye odaklanan devlet idarecileri bilmeden ve istemeden, terörü alevlendirenlerin hedeflerine hizmet mi ediyorlar? Bu soruya da doğru cevap vermek zorundayız. Mesela, mesela Oslo müzakeresi nasıl yapılmıştı? Habur girişi nasıl planlanmıştı? Türk silahlı kuvvetleri bir takım kumpaslarla nasıl darmadağın edilmiş, nasıl kışlasına tıkılmıştı? Teröristlerin şehirleri silah deposu haline getirdikleri (ki, devlet yetkilisi biliyoruz demişti) nasıl izin verilmişti? Bunlara doğru cevap bulmalıyız. Aksi halde daha çookkk taziye mesajı yayınlarsınız.

Düşman, kesin olarak Türk ve Türkiye düşmanıdır. Türk’ün gelişmesini istemeyen, güçlenmesinden korkan sinsi, kindar bir düşmandır. Komplolar kuruyor, kumpaslar planlıyor, pusular kazıyor, insanımızı birbirine düşürme çalışmaları yapıyor, iç savaş çıkartmak için çabalıyor…

Bu anlamdan olarak ve küresel çetelerin yeni buldukları savaş stratejisini izliyorlar. Bu strateji kendi adamlarını savaşa sokmamaktır. Savaşacağı milletin insanlarından yaptığı devşirmeleri kullanıyor. Hatta kocaman örgütler kuruyor. Silahlı terör örgütleri. Nasıl yapıyorlarsa, bu örgütler kendi vatanı için, kendi ailesi için göze alabileceği türden mücadeleye girebiliyorlar. İnsanımızı koruyamıyoruz. Mal ve can emniyeti içinde yaşayabilmek için, özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde Üç maymunu oynuyor haklı olarak. Devletten umudunu yitirmişler adeta, terör örgütüne tabi yaşıyorlar.

Devlet ise, bütün bunların üstüne kendini ve gücünü göstermek istediğinde; özellikle terör örgütlerini besleyip büyütenler, ‘PKK kara ordumuzdur’ demeci bile verebiliyorlar. Sesimiz çıkmıyor. Ordumuzun başarılı operasyonları sayesinde ağır kayıplar vermeye başlayan örgüt, sinsice yerleştiği büyük şehirlerde kalkışmalara çalışıyor. Meydana getirdiği silahlı, bombalı saldırılar sayesinde şehirlere bile korku salmaya başlıyor. Bunlar tamamen örgüt kurucularının planlaması ile ve tazyiki ile yapılmaktadır. Düşman Türk’ü zayıflatma ve parçalama faaliyetini sürdürüyor. Bu çalışmaların başında, Türkiye’de bir kardeş savaşanının çıkartılması gelmektedir.

Ülkenin bölünmesini isteyen kim ve bu yönde politikalar uygulayanlar kimler? Partisinin, derneğinin, lobisinin kuruluşunu ABD’lerde yapanlar kimler? Kuruluş gayesini ABD’li Neo-Conlara onaylattıranlar kimler? Peki, BOP nedir, başkanları kimlerdir?

Türkiye’deki gelişen olayları, Irak, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerin başına gelenlerden ayrı değerlendirirsek yanılırız. Her ağzını açan siyasi ‘birlik-beraberlikten’ bahsediyor, 86 kişinin öldürüldüğü (TTB 97 olarak açıkladı) olay sonrası, ‘güvenlik zafiyeti yoktur’ açıklaması yapan iç İşleri Bakanı’nın, ‘istifa etmeyeceğini de açıklaması’ dikkatlerden kaçmamıştır. Bir garabette şudur ki, terör saldırısı ve 86 kişinin hayatını kaybetmesi hakkında yayın yasağı getiriliyor. Ne ilginç, yasaklayarak yönetmek ve hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi pişkin pişkin konuşmak. Lakin içinde bulunduğumuz duruma getirenlerin hiç pişmanlık duymadan, hiçbir üzüntü eseri gözlerinden okunmadan ha bire konuşuyorlar. Ne yaptık? Diye soran yok. Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları doğrultusunda Türkiye’yi dönüştürmek isteyenlerin hala devleti yönetiyor olması da hayret edilecek noktadır.

Bir taraf ‘Kürdistan’ kurulması gayesiyle siyasetlerini geliştirirken ve ‘PKK’ya dayanarak’ bölünme çalışmaları yaparken, devlet yönetimi ise yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması çalışmaları içinde bulunması, bölücü örgütün amaçlarına hizmet etmek olan devletin paylaşılarak iki dilli, iki ortaklı bir devlet haline getirmek için anayasanın değiştirilmek istenmesi nasıl izah edilecektir? Özellikle Doğu ve Güney Doğu’da halk PKK’nın insafına terk edilmiştir. Bugün yaşananların temeli 2009’larda atılmıştır. ‘PKK açılımı’ dediler, ‘Kürt sorunu’ dediler, ’36 etnik’ durmaksızın kaşındı, yara su aldı, kokuşma had safhaya vardı.

Haydi, kınayıcılar durmayın yollayın mesajlarınızı. Kimseyi ırgalamayan kınamanızı bekliyoruz. Ama sakın, işlenen suçun kendini bilmez üç-beş kişi tarafından yapılmış olduğunu filan söylemeyin. Çünkü bu vahim olay, Türkiye’nin savaştığı küresel çetelerin yaptığı (yaptırdığı) bir iştir. Sakın ola ki, onları atlamayın. Öyleyse, kınayacağınız yeri de belirtin. ABD’ye, AB ülkelerine, İsrail’e ve onlarla birlikteliği bilinen ülkelerin adlarını açıklayarak yapınız kınamanızı. Aksi halde hiçbir değeri olmayacaktır.

Kuru bir: “lanetliyorum, kınıyorum” lafı, bir anlamda olayı yapanlara arka çıkmak olacaktır. Artık Türkiye’deki olaylar ‘kınama’ modundan çoktan çıkmıştır. Saldırı planına, saldırı taktiğine geçilmelidir.

Bu noktada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin arkasında durmak, yaptıklarını desteklemek vatanseverlik, milletseverlik, Hakseverlik olacaktır.


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...