Faruk Beşer Hoca gazete
köşesinde ‘Sünnet’ hakkında
bir seri yazı yayınladı. Ara sıra okuruz yazılarını. Sevdiğimiz yanları da,
eleştirdiğimiz yanları da vardır. Ne de olsa, akademinin Profesörlük unvanı
verdiği ve yıllarca konusu üzerinde dirsek çürüten bir kişi olarak
saygılıyızdır.
Gerçi, kendileri eleştiri
getireceği cümleleri kimin söylediğini, nerede söyleyip/yazdığını bir türlü
açıklamadan eleştirisini getiriyor; biz onun yolunu tutmayalım ve cümlenin
kendisine ait olduğunu direkt olarak belirterek yazalım. Seri yazısında
takıldığım bir cümlesi oldu. Ayniyle buraya alalım: “Şu gerçeği kabullenmek dinî makulün gereğidir; eğer müminler İslam’ı
doğru yaşayabilmek için sünnete/Peygamber’in örnek uygulamasına ihtiyaç
duymasalardı Peygamber gönderilmesine de gerek kalmazdı.” (Y.Şafak,
21.08.15)
Bu cümleden bendenizin
anladığı şudur: ötelerde Allah ismini verdiğimiz bir varlık var. Çok çok
uzaklarda. Yeryüzünde Muhammed ismi verilen bir insan var. Allah, Muhammed’i
Resul olarak seçiyor ve insanların yapmalarını istediklerini ve yapmamalarını
istediklerini elçisine bildiriyor. Elçisi de insanlara, sözle, tilavetle,
kıraatla ve yaşayarak fiilen göstererek bildiriyor. Çünkü insanlar, Allah’ın
dileyişini doğru olarak yaşayabilmek için, Peygamber’in örnek uygulamasını görerek
öğrenmelerine lüzum vardır. Zaten böyle olmasaydı, Peygamber’e de ihtiyaç
olmazdı.
Uzaklarda bir Allah,
yeryüzünde bir Muhammed, arada Allah ve Peygamber arasındaki iletişimi sağlayan
vazifeli Cebrail isimli melek. Bilmem hocanın cümlesini yanlış mı anlıyorum?
Bu görüş sanırım yalnızca
Faruk Hoca’ya ait değildir. Tüm ilahiyatçılar ve Diyanet teşkilatının tüm
fikriyatı bu görüş üzerine oturur. Hatta tarihçilerimiz, edebiyatçılarımız ve
konuya ilgi duyan irili ufaklı ilim adamlarımız, fikirlerini bu görüş üzerinden
hareketle olgunlaştırmaya çabalarlar. Allah uzakta, Peygamber aşağıda ve arada
görevli melek.
Bize göre, içine düştüğümüz
ilimsizlik, fikirsizlik kuyusudur bu. Kendi kendimize, ilmin ve tefekkürün
yolunu kesiyoruz. Böyle olunca, Allah-Vahiy-Peygamber ayrılıyor, böyle olunca
Cebrail-Peygamber-insan ayrılıyor. Çoklu, yapılar içinde, sayısız vücut içinde
tevhit yalanıyla kendimizi avutuyoruz. Dil ile söylenilen bazı kelimeleri
yeterli görüyor, derununa inemiyor ve yüzeysel bilgilerimizi bir birimize satıp
duruyoruz. Maşallah, alıcısı da pek çok!.
Bilinmeyi isteme dileğinin,
planlanıp, programlanıp ‘dünya’ âleminde zuhur etmesi,
görünen âlemde, çok çeşitli yollarla, çok çeşitli suret vücutlarında yaşatılan
(faaliyette bulunan) ‘Hakk’ın, İlahi programa uygun olarak,
‘Halk’ içinde vazife yapmasından maada değildir, ‘Halk’, ‘Hakk’ın perdelenmiş
zahiri ismi olarak, dünya vazifelileridir. Nitekim ‘Halk’a hizmet, ‘Hakk’a
hizmettir kelamı günümüzde çok meşhurdur. Sistem, ‘Sünnetullah’tır. Allah
sistemidir ve bu “sistemde değişiklik asla yoktur”.
Araya, başka bir vücudun girmesi muhaldir. Zaten, başka bir vücuttan bahis
ikilik alametidir. Şehadet kelimesinde (ki, İslam dairesine girmenin
ilk şartıdır) başlangıçta, şahit olunan ve şahit olan diye
iki varlık var gibi görünse de, zaman ilerleyip, sınıflar atlatıldıkça,
idrakler genişledikçe, şahit olunan ile şahit olanın aynı, kendisi olduğu fark
edilir. Nitekim Allah’a şahit olunurken, hemen akabinde, “Hz. Muhammed’in, kulu ve resulü olduğuna” da
şahitlik edilmektedir. Burada, ulûhiyeti icabındandır ki, Allah’a şehadetin tam
olarak idrak edilmesi, ancak, ‘Kulu
ve Resulu olan Muhammed’e’ şahit olunmakla mümkün olacaktır.
Ki, söz konusu şehadet, ‘kendisinin’
bizatihi
görev yapmak üzere, dünyayı şereflendirmesinden başka bir şey değildir. Zaten
böyle olmasaydı, ‘Şah
damarından yakınım’ ayetinin bir manası kalmayacaktı. Ve
hatta ‘kendine şahittir’ ayet
hükmü bile bu duruma örnek olabilir.
Faruk Hoca’nın yukarıya
aldığımız cümlesi ve benzeri söyleyişler, bir türlü ‘Tenzih’ hükmünün yerine getirilmesi çabası
olabilir. Bu durumda tenzih anlayışı da, yine Allah’ı ötelere atmak ve
ulaşılmaz, anlaşılmaz bir varlık hükmüne indirmek. Oysa Allah muradı bilinmek,
anlaşılmaktır. Kurulan sistem ise ‘Sünnetullah’ bu
muradın tahakkukuna yöneliktir. 124.000 Peygamberliği ile aşağıdan yukarıya
doğru her mertebede açıklanan husus, Allah’ın bilinmekliği talebine yönelik
çalışmalardır.
Böyle olmakla birlikte,
Allah kemali ile bilinemez. Her bilindiği noktada bilinenin ancak bir miktar (cüz)
olduğu
fark edilir ve bilinmek ilmi sonsuzluğa uzar gider.
Her Peygamberi bir
mertebenin yaşanarak açıklaması ve Hz. Resululuh’ta ise tam kemalatı ile zuhura
çıkmasından başka değildir. Miraç hadisesinden sonra buyurduğu: “Beni gören, Hakkı görmüştür”
hadisi şerifleri her şeyi açık açık anlatmaktadır. Çünkü “O’nu gören gerçekte O’nu görmüştür” ve
O’na Şeytan yaklaşamaz. Çünkü Ayetel Kürsî fiilen O’nda yaşanmaktadır.
Emeti Saruhan’ın,
Cemalnur Sargut ile yaptığı ve Yenişafak'ta 20.02.2011 tarihinde yayınladığı röportajında
Sargut hanımefendi Hz. Ali hakkındaki bir soru üzerine şunları söyler:
“Hz. Ali şunu anlatmış. Kâbe'nin içindeler. Peygamberimiz, "Omzuma
çık, putları kır Ya Ali" demiş. Peygamberimiz'in boyu uzun, elinde asa
var, istese putları kendi kırar. 3 kere "Ali omzuma çık" demiş. Ali
"Ben omzunuza çıkamam" demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz "Benim
emrim senin edebinden üstündür Ya Ali" demiş. Hz. Ali çıkmış. "Yere
baktım her yer Kadem-i Resu-lullah (ayağı), hizama baktım her yer Sadr-ı Resulullah (göğsü), yukarı baktım her yer Cemali Resulullah.
Bütün âlem Resulullah'tı."…
Nazik bir konu üzerinde laf
dolaştırdığımızın farkındayız, bu kadarı kâfidir. En iyisi, verilenlerle iktifa
ederek, okuyucuya düşünme fırsatı tanımaktır.
Ne demişler:
“Danışan dağları aşar mı aşar / Danışmayan düz yolda şaşar mı şaşar”