29 Nisan 2015 Çarşamba

Lazım Olacak Öneriler:


Not ediniz;

Sakın ola ki, yolun sağından çıkmayınız.

Duvar kenarına yakın yürüyünüz.

Size bakana bakmayınız, omuz vuranı görmeyiniz.

Çelme takana, küfür edene gülerek mukabele ediniz.

Olur a, bir dolandırıcı, bir yankesici çıkar karşınıza,

Sakın ola ki, karşı durmayınız, ne isterse buyursun alsın.

Evinize, diyelim ki hırsız girdi.

Çayını-kahvesini eksik etmeyiniz.

Gerekirse çuvalı aşağıya kadar taşıyınız.

Yanılıp edip polise filan haber vermeye kalkmayınız.

Sorgular, ifadeler derken vardınız Savcının, Hâkimin karşısına.

Kimdir?

Paralel midir, yamuk mudur nerden bileceksiniz.

Hem bilseniz de, onların dilediği şekilde nasıl konuşacaksınız?

Onlar ne isterler nerden bileceksiniz?

Ne olur ne olmaz.

Harp olur, darp olur.

Hükumet işin içine bir de karışırsa,

Yandım Allah deyip perişanları oynarsınız.

Bitmez bu davalar,

Ömrünüz bir hücrede tek başınıza biter maazallah.

Size ne, aman ha, karışmayın kimseye.

Eğin başınızı,

Yapın işinizi,

Alın maaşınızı,

Hakim, Savcı mı?…

Tövbe Billah, aman uzak dur…



27 Nisan 2015 Pazartesi

Mehmet Uçum


Mehmet Uçum:

Avukatmış, akillerdenmiş, iktidarın Kars milletvekili adayı imiş.

Demiş ki;

“Muhalefetin direnci halk karşısında tuz buz olur.”

Ne cafcaflı bir laf!.

Öncelikle bu kendini bilmez yandaşa, ‘muhalefet direnç göstermez’ demekle başlayalım. Neye direnç gösterecekmiş? Zayıflamış, gücü kuvveti kalmamış, yaptığı hatalarla kendini zehirlemiş ve ne yapacağını bilemeyen bir siyasi yapıya mı direnç gösterecek?

Muhalefet direncini;

Ergenekon, Balyoz, Eldiven, Casusluk, Odatv.. gibi saldırılarda gösterdi. Ne oldu? Direnenler kazandı.

Şimdi direnmeye muhalefetin değil, adayı olduğun iktidar güçlerinin ihtiyacı var. Yani sizin ihtiyacınız var.

Sizin muhalefet diye küçümsediğiniz kuvvetler atağa kalktı, saldırıyorlar. Saklanacak, pısacak yer arıyorsunuz…

Evet, halkın gücü direnenleri ezer geçer.

Unutmayasın Uçum Efendi,

Hesaba çekilecekler içinde yer alırsan, sorgudan kurtulamazsın. Madem, Avukatmışsın akıllı ol, hukukla, Hakla, insanla oynama. Hakka saygılı ol, hakaretten uzak kal…

Şimdi senin sözünü tekrarlıyorum.


“Hırsızların, arsızların, iş bilmezlerin direnci, halk karşısında tuz buz olur.”

Markar Esayan


AKP’nin “Ermeni soy kırımı olmuştur” diyen milletvekili adayı Markar Esayan;

“Mustafa Kemal de buna benzer bir şey yaptı. Muhtemelen dinin afyon, aklın da tüm zamanların şampiyonu olduğunu düşünen sıradan bir radikal aydınlanmacıydı. Böylelerinde, dinin yerini milliyetçilik alır ve dini duygular zayıfladığı oranda, inşa edilmiş milliyetçi damar güçlenir.”
Gazete köşesinde yazmış.

Bak aslanım;

Bilmediğin konulara girme. Gerçi, sen bilmediğin konularda konuşmayı efendilerinden öğrendin. Atatürk, senin hiç tanımadığın ve tanıdığın zaman aklını yitireceğin bir muhteşem dehadır.

‘Dinin afyon olduğunu’ hiçbir zaman düşünmediği gibi, dinden nemalanan bir zavallı da değildi, dini kullanarak nemalanmak isteyenlerin önünde de set oldu senin ağa babaların gibi.

Şimdi, vekil adayısın. Daha damarlarına kadar da nüfuz ettiğini sanmıyorum içinde bulunduğun siyasi kuruluşun. Ancak, senin ekmeğini verdiler. Seni zengin ettiler. Bu biliniyor.

Sırf bunlar için, sırf bunların hatırına bir milletin değerlerine küfür etmene müsaade edemeyiz. Sana ait olmayan, Atatürk’e küfür hayatlarının tek misyonu olanların fikirleri yukarıda aktardığımız satırların..

Aklını kullan. Heey, sana söylüyorum. Sen de aklını kullan ve adam olma yolunda bir gayretin olsun.

Biz affetmeyi severiz, bu özellik bize Mustafa Kemallerden geçmiştir. Ama şunu iyi bil: içinde bulunduğun siyasiler içinde bu vasıfta bir kişi bile bulamazsın. Çünkü onlar Türk olmadıklarını ve misyonlarının Türkiye Cumhuriyetinden, yani Mustafa Kemal’den intikam almak olduğunu açık yüreklilikle söylüyorlar.

Unutma ki, sen ve ait olduğun etnik kimlik.

Mustafa Kemal sayesinde varsınız.

Tıpkı ağa babalarının var olduğu gibi…

Biz intikam düşünmeyiz. Biz de kin bulamazsın. Mustafa Kemal ve Ehl-i Beyt yolunun erleri kalbimizi sevgiyle doldurmuştur. Ama bulunduğu siyasal grup içinde anlattığım vasıfta bir kişi bile bulamazsın.

Sana son olarak şunu söyleyeyim.

Sana acıyorum.

Yazık!..

Bu yazıya dostumuz İlhan Yalçın aşağıdaki katkıyı sunmuştur:

 "Merak edenler için hikâyenin sonunu anlatayım. Lastik için para isteyen gayrimüslim tüccarın torunlarının şu an şirketleri, bankaları, restoranları, otelleri, distribütörlükleri, yatları katları var. Şehit düşen subayın torunları da bu şirketlerde sabah 8 akşam bilmem kaç 3 kuruşa işçi olarak çalışıyor. Vatan sağ olsun! Öbür dünyada kralız!"



26 Nisan 2015 Pazar

Arif, Asrı İdrak Etmiştir!


‘Modernden kadime hicret’ başlıklı bir yazı okumuştum, arif kavramı üzerinde, tarif yaptıktan, vasıflarından da bahsettikten sonra şu cümleyi ilave eder yazarı: “İrfandan yoksun olan ya moderndir ya da bedevi”. Eleştiri niyeti ile değil, bu cümle üzerine görüşlerimizi kısaca şöylece belirtebiliriz.

Kadim, temeldir. İnşaat temelin üzerinde büyür. Lakin inşaa, modern görüşler, ilmi gelişmeler, teknolojik buluşlarla birlikte büyürse, depremlere dayanıklı olur, düşmana karşı tahkim edilmiş olur.

Yani,

Arif, aynı zamanda moderndir.

Deriz.

Ancak yazarın modern karşıtlığının manasını anlayabiliyorum. Mesela buna, Batı karşıtlığı diyebiliriz. Fransız Rönesans’ına karşıtlık diyebiliriz. Seküler siyasi düşüncelere karşıtlık diyebiliriz…

Biz de deriz ki;

Modernleşmeyen, asra uygun olup, asrın üzerinde fikir sahibi olamayan hiçbir düşüncede arifiyet arayamayız. Bu sebeple arif, modern (asrını idrak edip, yaşayabilen) olmak zorundadır. İlme, irfana karşı olmak, gelişmeye de karşı olmaktır.

Sayın Yazar’ın makalesi bizi düşüncelere sevk etti. Yazarına teşekkürler borcumuzdur. Var olsunlar.

****

Dâhili çelişki:

Okudum.

…(4,5 saat sonra).

Okumadım. Okuduğumu söylemedim.

Bence ikincisi doğru. O, okumaz. Okumadığını kendisi ifade etmişti. “Arkadaşlarım okur, özetler bana söylerler” demişti.

Okumamıştır. Okumaz. Zaten hayatında iki satır okuduğuna tanık olan yoktur.

Bir özelliği vardır. Verilen emirleri ayniyle yerine getirir ve takip eder. O kadar. Öyle ki, millet – memleket için hayati konular hakkında verilen kararları bile okumadığına bahse girerim. Cafcaflı imzasını çakar, neyi imzaladığının farkında bile değildir. Arkadaşlarına güvendiğini söylemesi, tembelliğindendir. Okumaz, okumamıştır.

Yalnız, okuduğunu söylemesi, taraftarlarını ikna ve sağlamlaştırma çalışmasıdır. Algı düzenlemesidir. Algı yönetimidir. Ona diyecekler ki, “Ne büyük fedakârlık, bu kadar işinin arasında okumuş.” Ve destekçileri, desteklerini devam ettirecekler.

Bizce mahsuru yok. Burada bir rahatsızlık tespiti yapılabilir ama bizim görevimiz ve uzmanlık alanımız değil. Onu psikiyatrlar heyetine teslim ediniz. Acil tedaviye ihtiyacı var.

Önemli değil canım, sonunda ölüm yok ya!..

****

Nizamı aydınlatalım:

Bir şartellik canınız var, o da bizim elimizde!...

****

Yazı çağrısı:

Geçen gün, blog’umuzu okuyucularımıza açtığımızı duyurmuştuk.

Yanlış yapmışız.

4 gün içinde 33 Bin yazı geldi. Arkadaşlar lütfen, ben bunların altından kalkamam. Birer birer gönderiniz lütfen. Birer birer.

****

Huzura saldırı:

Çok manidar bir mesaj:

"Tabii ben polisimizin özellikle yaptığı operasyon sebebiyle kendilerini de kutluyorum." RTE

Ben de diyorum ki; Bu nasıl operasyon?

Operasyon demişseniz, hayat kurtarıcı, aç doyurucu, vatan temizliği, hırsız avı, arsız durdurması, can verici, tedavi edici, yorgunluğu alıcı, eğriyi düzeltici, kırığı yapıştırıcı… Gibi manalarda anlarım. Sizin operasyon dediğiniz hareketten sonra, üç ölü çıktı.

Peki, şöyle yapsaydınız:

Tüm binayı boşaltıp ve binayı yaksaydınız. Ne değişirdi? Hiç, değil mi?

Bahane aramayın, bize gerçekleri anlatın.

Mesela Şehit Savcı’nın çalıştığı dosyayı olduğu gibi fotokopi yapıp, yayınlayın. Ne vardı o dosyalarda? Hedef o dosya idi. Hedef, Savcı’nın beynindeki bilgilerdi. Ve Savcı’nın yok edilmesi gerekiyordu.

Başka bir yorum yapamıyor, başka bir sonuca varamıyorum.

Bir de, eylemi yapan terör örgütünün, taşeron olduğu ve dünyanın neresinde bir eylem yapılması istenirse oraya elemanlarını sevk ettiğini bilmeyen yok. Hal böyle olunca, şüpheler kemiriyor beynimi…

Son gelen haberlere göre, rehin alınan rahmetli Savcı’nın odasından silah sesleri gelmesi üzerine, operasyona karar verilir ve saat 20.24’te başlar. Tam 15 dakika çatışma sürer. Buna inanılmaz. Başladığı andan itibaren, üç-beş saniyede bitirilmesi gereken operasyon! 15 dakika sürüyor. Bu ülkenin, keskin nişancısı, bomba atıcısı, karanlıkta hedef bulucusu, duman içinde attığını vurucusu yok mudur Allah aşkına? Bu nasıl operasyon beyler?..

Sahi, şu bizim MİT ve başındaki dünyalar değerindeki Fidan ne iş yapar? Ordu ve polisten sonra yoksa orası da mı zafiyet içinde?

Bu ülkenin çivisi çıkmış…


24 Nisan 2015 Cuma

Görmemek, Duymamak En İyisi…


“Neye direnç gösterirseniz varlığını sürdürür” * başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, karşı olunan, istenmeyen, düşman gibi görünen ne varsa ilgilenmemek en iyisi. Görmezden gelmek değil, ilgilenmemek, üzerinde durmamak, ona karşı hareketlerde bulunmamak…. Lazım olan tedbirde kusur etmemek ve fakat onunla asla ilgilenmemek, önemsememek, değer vermemek. Böylece unutulacak. Bırakın sizi o eleştirsin, size karşı ağıza alınmayacak lafları etsin… Siz hiç duymayın. Umursamayın, kıymet vermeyin…

Bu manadan olmak üzere şöyle bir sonuca varabiliriz: “Kötüden uzak yaşamak elinizdedir. Tercihleriniz, Hayat kalitesini belirler.” Öyle değil mi, hayat kalitemizi, tercihlerimiz belirlemiyor mu?

Vardığımız sonuçta üç kelime öne çıkmaktadır. “Elinizde”, “Tercih” ve “Hayat”. Tercihiniz sonunda elinize geçen, hayat kalitesini belirliyor. Hayat, dirilik demektir. Uykudan uyanmak demektir. Uyuyan kişide hayat emaresi horultudan ibarettir. Bir bakıma hayal dünyasında. Dirilmek, yaptığımız tercih sonucudur. Neyi tercih ettiğiniz, nelere karşılık onu tercih ettiğiniz önemlidir. Mesela, bir çocuğun eline verilmiş altın oyuncaklarını, üç kuruşluk renkli şeker karşılığı değiştirebileceğini düşünelim. Ki, bu örnek doğrudur. Çocuğun kendisine, o an için lazım olacak şey şekerdir. Şekerin tadına dayanamaz, öylesi bir çekim kuvveti vardır şekerin çocuk zihninde. Ya, uykudan uyanınca (büyüyünce) altınları feda ettiğini, hem de hiçbir değeri olmayan şekere karşılık feda ettiğini anlarsa!, ha, nasıl olur, neler olur?

Demek ki, tercihlerimizde bin düşünüp, bir davranacağız. Nerden biliyorsun ki, doğru diye savundukların yanlış olmasın. Nerden biliyorsun ki, yanlış dediklerin bir gün karşına doğrular olarak çıkmayacaktır. İki sus bir söyle, kırk düşün bir söyle gibi vecizelerimiz bize hep bu manaları anlatır.

Hayatımızda ne varsa tamamı tercihlerimiz değil midir? “Gündelik yaşamımızı devam ettirmek için de birçok karar alma süreci içerisine giriyoruz. Bunların bazıları oldukça önemsiz görünse de, bazıları da bir o kadar hayati kararlar.” (Zuhal Yeniçeri, Pivolka, Başkent Üni. 14. Sayı). Bu noktada söylemeliyiz, tercihlerimizin ayak bağı olması, zincirlerimizi bile isteye tercih ettiğimiz de vakidir. Önceki tercihlerimiz, şimdi yapacağımız tercihimize açılan kapı olacaktır. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ‘şimdi’ yapacağımız tercihte asla ‘özgür irade’den bahsedemeyiz. Ne evvelki tercihlerimizi göz ardı edebilir, ne de tercihimizi yaparken çevreyi unutabiliriz. Hem bildiklerimiz, hem içinde yaşadığımız çevre bizim ayak bağımız oluyor ve tercih kararı verirken bizi kıskıvrak yakalıyor, bağlıyor, cendereye alıyor.

Gerçi bilemek zordur hangi karar hayatidir, hangisi değil. Lakin bizce hayati olduğunu düşündüğümüz kararları verirken aceleci ve ısrarcı olmamamız, bilgiyi öğrendikten sonra bir-kaç günlüğüne demlenmeye bırakmamız, yerinde ve doğru bir hareket (tercih) olacaktır.

Haziran ayının ilk haftası milletvekilliği genel seçimlerine koşturuyoruz. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan herkesin ittifakla kabul ettiği bir gerçek vardır ki, bu seçimler hayatidir. Sağdan da, soldan da, iktidar yanlıları da, muhalifleri de hep aynı kanaati paylaşıyorlar. Bu düşünce bizim içinde geçerlidir. Hayatidir, çünkü bir taraf federasyonlaştırma, özerkleştirme, başkanlık sistemine geçme gibi ülke menfaatleri dışında siyasaları gündeme taşımaktadırlar. Bu düşüncelere karşı duranlar içinde bulunuyoruz. Öyleyse, siyasetlerinde bu yıkıcı ve bölücü fikirlerini propaganda edenlerin, ne söylediklerini iyice not almak ve gerekli hazırlıkları yapmak görev olmakla birlikte, siyasi meydanlarda onlara asla cevap vermemek, onları yok hükmünde görmek çok önemli bir siyaset uygulaması olacaktır. Zira onların parası, yandaşları, medyası, destekçisi dış devletleri çok çok kuvvetli, onlarla meydanlarda, ağız dalaşına girerek izlenilecek kavgada baş etmek neredeyse imkânsız. Buna inanarak tekrar ederiz ki, onlara cevap vermemek, yalnızca kendi yapacaklarımızı, siyasi uygulamalarımızı anlatmak ve bu silahı en etkili şekilde kullanmak üstünlük sağlayacaktır. CHP Genel Başkanı’nın iki Bayramda iki ikramiye vereceğini açıklaması örneğini inceleyiniz. İktidar yanlılarının vücut kimyaları bozuldu. Hepsi birden cevap yetiştiriyorlar. Burada kazançlı sadece bu teklifi getirendir. Karşı duranlar kaybetmiştir.

Sosyal medyada da onlara ait, çocukları dâhil hiçbir resim, söz, espri, hakaret, eleştiri paylaşılmaması, onların unutulmasını sağlayacaktır. (Bu görev gençlik teşkilatlarına düşmektedir.)

Bırakalım, onlar bizi eleştirsinler, küfre varan sözlerini meydanlarda bize karşı bağırsınlar gırtlaklarını yırtarcasına. İnanın bu daha hayırlıdır.

Unutmayınız; “neye direnç gösterirseniz varlığını sürdürür.”


*http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi132012-Neye_Direnc_Gosterirseniz_Varligini_Surdurur.html

23 Nisan 2015 Perşembe

Adalet Arayışı


Şimdi, bırakalım eller ne düşünüyor, eller ne yapıyor, içimize dönelim, kendimize yönelelim, düşüncemizi içe odaklayalım.

Birbirini kıran insanlar topluluğunun düştüğü hazin durumun sebeplerini kendimizde arayalım. Düşünebiliyor musunuz, bir Müslümanın beline bomba bağlanıyor ve Cuma Namazında tıklım tıklım olan bir Camiye giderek, bombanın pimini çekiyor, kendisini ve patlama anına isabet etmiş onlarca Müslümanı katlediyor. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır, bu nasıl bir geriye gidiştir?

“… Her inatçı zorbanın emrine tabi oldular” (Hûd/59).

Adaletten kopuşun öz anlatımı. Gerçekten uzaklaşılarak, tabi olunan ‘zorba’nın emirleriyle hareket etmek ve ona tabi olarak hayatı şekle-şemale sokmaya çalışmak, en başta adaletsizliktir. Aynı sure 97. Ayette ise “Firavun’un emrine tabi oldular” buyurulur.

Şuara Suresi 150, 151 ve 152. Ayetler ise kesin sonucu ilan eder ve hükmünü verir:

“O halde Allah’tan (kesinlikle yaptıklarınızın sonucunu yaşatacağı için) korunun ve bana itaat edin.”

“Yetkisini aşanların emrine itaat etmeyin.”

“Ki onlar (yetkilerini aşanlar) dünyada insanları yanlışa yönlendirirler; düzeltici olmazlar”.

Demokrasilerde meclis, en büyük danışma, müzakere, tartışma ve karar alma mevkiidir ve işini yaparken, kimseden emir almaz, kimsenin talebini dikkatte bulundurmaz, kararını verirken her bir meclis üyesi vicdanı ile yapayalnız olmalıdır. Kararlarını verirken, dini, inancı, ırkı, ideolojisi onu asla ilgilendirmez. Onları o yüce çatı altına gönderirken zaten millet gerekli incelemeleri yapmış ve nasıl karar almaları gerektiğine vaktiyle karar verilmiştir. Milletin menfaati, insanlığın saadeti, kamu malının yerine harcanması gibi hedefler ulaşılacak tek gayedir. Birilerini memnun etme gibi bir hedef ve görev asla olmamalıdır.

Bu demektir ki, kararlar bir kişinin dili ucunda değil, topluluğun ortaklaşa varacakları yapılacaklar listesidir. Bu imkân kenarda dururken, bir kişinin kendinde yetki görerek kararı alması ve danışma kuruluna bu kararı çıkartmalarının dayatılması en büyük zulüm ve adaletsizlik olmalıdır. Kanunlarla tanınan yetkiler dışına çıkılarak, kendisini tatmin üzere, etrafını nemalandırmak üzere alınan kararlar, bilinsin ki, bir gün gelir geri döner, ters teper ve intikamını kendisi eliyle hazırlar. Yanlışların en büyüğü budur. Her Firavun kendi yanlışlarından sebep tepe-taklak olmuştur.

Yazılan bütün seçim beyannameleri, büyüklerin öğütleri, siyasetnameler hepsi hepsi, “halka adaletle muameleyi, huzur ve güvenliği sağlamak” üzere kaleme alınır. İşleri liyakati dikkate alarak teslim edilmesi, kamu zenginliğinin dağıtılmasında en ücra köşedeki fakirin hakkının da dikkate alınması, komşularla iyi ilişkileri sağlarken, ara bozuculuktan kaçınmak, zamanın ilmi gelişmelerine uygun eğitim programlarının yapılması, sağlık ve güvenlik gereklerinin en üst seviyede hazırlanması ‘huzur ve güvenliğin’ sağlanmasında en önemli gidilecek yollardandır.

Adaletin sağlanması, adalet arayışı suçluya hak ettiği cezayı vermektir. Suçlu elini kolunu sallayarak dolaşırsa, masumlar köşelerine çekilip, ah edeceklerdir ki, bu aha dayanabilecek bir beden (mülk) tahayyülü zordur. Çünkü “Mülk, Allah’ındır.” (Al-u İmran/26) Tasarruf, insan eliyle olduğundan ve başkasının mülkü üzerinde, kanunların, hükümlerin, insanlık menfaatinin haricinde tasarrufta bulunmak, ne manaya gelir? Var, bunu da sen anla.

“Aziz” de eder, “zelil” de. Ve bu imtihan “Mülk verdikleri” üzerinde olmaktadır. ‘Mülk’ü devlet olarak da anlayabiliriz.

Adalet, devletin oturduğu en mühim sütundur. Bozmaya gör. Evvela bozanın başı beladan kurtulmaz. Kişi, kendi kazdığı çukura düştü derler ya, işte mana budur.



21 Nisan 2015 Salı

Değiniler


Şöyle söylenirdi, hatırlarsınız:

Helvadan put yaparlar, geçip önüne taparlar, sonra oturup bir güzel yerler.

Vallahi ayniyle gerçekleşti zamanımızda.

Arapların cahiliye döneminden beter bir anlayışla.

Yaptıkları puttan ibaret olan pastayı geçip karşısına taptılar. Sonra da oturup bir güzel yediler.

Bu konuda söylenilecek çok sözümüz var. Bu kadarı yeter adam olana.

Kafası boş olana, ne söylesen hava cıva. Onları kiraz dalından kesilmiş sopayla günde üç posta döveceksin ki, ancak anlayalar!..

Yine, karşımıza sakallı zir-zoplar çıktı!..

****

400 vekille başladı işe.

Sonra 335 de olur dedi.

Şimdi,

Koalisyon lafları etmeye başladı.

Ne iş Hacı?

Anketler hoşuna mı gitmedi yoksa?

Koalisyon dediğine göre, 276’nın da altında şimdi.

Gereceğiz…

Daha beter olun. (Şimdi beter lafını da yanlış anlayacaklar. Adam olan için yüce bir duadır. Ama onlar anlamazlar, kafaları boş dedik ya!..)

****

Ne demiş Hazret:

“İstanbul’a sadece rant gözüyle bakanların akıbeti elbette bu olacaktır”

Yâ Hû, edeb Yâ Hû….

Dedik ya,

Bunların kafası çalışmaz, emir almadan iş yapamaz. Lütfen şu cümleyi bir daha okuyunuz.

22 yıldır İstanbul’u kim yönetiyor? El cevap: Kendisi.

Bu sözün manası nedir?

Kendi, kendini eleştiri.

İstanbul perişan olmuş vaziyette ve bu vaziyete getiren kendisi.

Gidin artık be, gidin. Yeter artık. Bıktık sizden. Bırakın yakamızı. Ne utanmaz, arlanmaz şeylersiniz siz?..

****

6 Milyon işsizler, taksitlerini ödeyemediği için okuldan uzaklaştırılan 100 Binler, ekmek bulamadığı için kendini yakan kişiye ‘adam ol’ diyen valilerin yönettiği bir ülke, her doğan bebeğin boynuna sarılmış 5.500.-Dolarlık borç, sınava giren oğlunun sınav sonucunu beklerken, soruların çalındığını ve yandaş çocuklarının hepsinin 100 alarak oğlunun önüne geçtiğini haber alan analar, tarlasından çıkan ürünün toplatma gideri, ürün bedelinden fazla olan çiftçiler, kamu mallarının yağmasına koşuşturan aile efradının bulunduğunu bilenler….

Hala destekliyor musunuz?

Hııhhhh….

****

Okumayan kişi, düşünmeyendir de aynı zamanda.

Ne kadar okumuş olursan ol, okuduklarının üstüne yeni fikirler koyamıyorsan, sen okumamışsın demektir.

Nerden mi söylüyorum?

18 Milyon oy alma iddiasındaki bir hareketin, deve dişi büyüklüğündeki yazarlarının okunma sayısına baktım da.

Okuyan 16 kişi, 27 kişi, 110 kişi…

Siz mi, medeniyet üreteceksiniz?

Güldürmeyin beni…



18 Nisan 2015 Cumartesi

Don Kişot’un Büyüleyici Savaşı


Cervantes’in ölümsüz eseri ‘Don Kişot’taki, romanla aynı adlı kahramanının insanlara yaptığı hizmet hakkında derin bir düşünceye dalarsanız, ne büyük, ne belalı bir hizmet olduğunu anlarsınız. Olmayana savaş, bilinmeyene savaş en zoru değil midir?

Düşmanı aramak, bulmak ve savaşmak.

Karşına çıkan ilk düşmanla başlamak işe. Üstüne üstlük bu savaşta yalnızlık vardır. temin edinilebilen bir-kaç savaş aracı ve bir dost yardımcı o kadar.

Don Kişot’un savaşı gerçek bir savaştır ve gerçek bir kahramanlıktır kim ne derse desin. Ve bir insan için başarılması en zor savaştır. Ömür boyu biriktirilen, kendi eliyle imal edilen düşmana, milyonlarca farklı alanlardan gelen bilgilerle yetiştirilmiş, geliştirilmiş düşmana karşı, üstüne üstlük şimdi düşman adıyla andığımız ‘yel değirmenlerini’ besleyip, büyütmek için tüm çabamızla, tüm gücümüzle, paramızı, zamanımızı harcayarak, elden ne gelirse yaptığımız…

Ne gariptir ki, savaşında yalnız olmasına karşılık, diğer tüm insanlar adeta kendisine karşı veya eleştiriyorlar, böylece toplumdan da kopuyor. İlginçtir, dünyanın hemen her yöresinde karşılaşılabilecek ve her anında yaşanan türden bir hikâye. Ulvi gayelerle yola çıkanların da bir zaman sonra yalnızlaşması gibi.

Yel değirmenleri, bir objenin gösterilip, asıl problemin resmedilerek anlatılmasından başka bir şey değildir bizce. Çokta güzel ve yerinde seçilmiş bir metafor yel değirmenleri.

İnsan beyninde yaratılan milyonlarca savaşılması gereken yel değirmenleri mevcut. Belki her gün yenilerini de ilave ediyoruz. İmalatçısı da kendimiz. Herkes Don Kişot kadar şanslı değil, ne de olsa onun Sancho Panza isimli bir dostu var ve sonuna kadar ona inanıyor.

Hakikatte olmadığı halde, varmış zannıyla beyinde yaratılanlardan savaşarak, vuruşarak eksilttikçe, kendinde bir dirilik meydana gelecek fakat her putun kırılışı, etrafını daraltacaktır. Çünkü her puta öykünen dostlarımız yanı başımızdaydı, putları (yel değirmenleri) eksildikçe yanımızdan uzaklaşacağı da tabiidir.  Bütün yel değirmenleri mağlup olduğunda ise bir de bakmışsın, Allah’tan başka yanında kimse kalmamış tek başınasın.

Ve Allah’tan başka dostu olmayanlara ise, ‘ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.” İşte kurtuluşun sırrı, işte Don Kişot’un hayatımıza kattıkları.

Fatih’in sırrına ermek için, bütün yel değirmenleri yok edilene kadar;

Azimle savaş. Başkaca yol yok…



16 Nisan 2015 Perşembe

Tekkeler, Tarikatlar Üzerine


Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın tasavvuf üzerine çok kıymetli çalışmaları var ilim adamıdır. Teşekkürü borç biliriz. Habertürk Televizyonunda Pelin Çift ve Serdar Turgut ile yaptığı bir sohbette, “tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, doğru olmadığını, iyi niyetle yapılmış bir hata olduğunu vurguladı. Osmanlı’nın tekke ve zaviyelerden nasıl yararlandığını, hemen bütün mesleklerin birer tekke şeyhine bağlı olduğunu” filan anlattı. Yanlış anlaşılmasın, yeni bir program değil, eskilerden yayınlanmış, aslında bu yayın yapılırken canlı olarak da izlemiştik.

Biz böyle düşünmüyoruz. Nasıl ki, zamanında çok önem verilmiş, memleket sathına yayılmış okullar vardı da, şimdilerde kapatılmıştır. Mesela, nalbantlık mesleğini ele alalım. Günümüzde, çok fazla ihtiyaç kalmadığından, hemen bütün nalbant okulları kapatılmıştır. Jokey kulübünün bünyesinde az sayıda öğrenci yetiştiren bir bölüm olduğunu sanıyorum, bir-kaç yüksek okulda da nalbantlık derslerinin verildiğini o kadar. İhtiyaç kalmadığından kapatılmıştır. Bazı meslekleri de insanlar, ya kendi çabalarıyla kolayca öğrenmekteler ya da artık öğrenseler de hiçbir işe yaramayacağı için o okulların da kapatılması bir zarar vermez.

İşte, tekke ve zaviyelerde bu sebeplerle kapatılmıştır. Artık, oraların insanlara vereceği bir şey kalmamıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının, tasavvufun yasaklanması anlamına getiriyorlar, nitekim Kılıç hoca da bu anlamını zikretti. Tam aksi, tekke ve zaviyelerin kapatılması tasavvufun, hakikatin yolunu açmıştır. Oralarda hakikat tamamen engelleniyor, insanlar yıllarca hizmet ettikleri halde, hiçbir şey öğrenemiyorlardı.

Anadolu’da oldukça yaygın tarikatlar hala hayatiyetlerini sürdürüyorlar. Gidiniz ve tanışınız onlarla. Göreceksiniz ki, bağlılarında hiçbir manevi ilerleme kaydedememektedirler. Zamanımız aklına, ilme, insanların bulunduğu seviyelere ait olmayan konuşmalar. Oralara takılanların zaten mesela şeyhinden, hocasından daha ileri düzeyde olduğu da bir gerçektir. İnternet iletişimi yaygın olduğundan hemen herkesin ulaşma imkânı var. Filimlere alınmış ve yayında. Araştıracağınız pek çok bilgi var. Görülecek ki, o tarikat veya cemaat adıyla anılan kuruluşlara devam eden ve manen ilerleme tahayyülü içinde olan sayısız insan, hayal kırıklığı içindedir. Bu durum, tekkelerin kapatıldığı zamanlarda da böyleydi.

Çünkü insan toplam akıl üzere doğar. Geçmişin bilgileri taşınır. Kapatılan tekkelerde onlarca yıl dirsek çürüten insanlar, bugünkü devletin okullarında çok kısa sürede o seviyelere gelebilmekteler. Bu itibarla tekkelerin kapatılmasının hiçbir zararı olmamıştır. Tam aksi, hakikat yolunun önü açılmıştır.

Tasavvufun yasaklanması diye de bir şey söz konusu değildir. Tasavvufla uğraştığı için, manen ilerlediği için, maneviyata dair kitaplar yazdığı için hiç kimsenin takibata filan uğradığı olmamıştır. Kim ki, devlet gücünü, adalet gücünü karşısında görmüştür. Kanunlara aykırı fiillerinden ötürü yargılanmış ve veya cezalandırılmıştır. Kimse Kur’an okudu diye, kurslara gitti diye asla ve kat’a takibata uğramamıştır.

Yazılı kanunları yanlış yorumlayıp, yanlış işler yapanlar da olmuştur. Lakin yapılan hatalar üst mahkemelerde düzeltilmiştir. Kimse, bir kısım memurların hatalarını ne devlete, ne yargıya ne de hele hele Atatürk’e yüklemesin. Tekke ve zaviyelerin kapatılması Türkiye’nin önünü açmıştır. Zaten bu yerlerin kapatılması Atatürk yürekliliğinde birisi tarafından yapılabilirdi. Onları kapatmaya tevessül etmeye kimse yeltenemezdi. İşte günümüz hükumetinin, ‘paralel’ adını koyduğu kuruluşla mücadele etmesi de tekkelerin kapatılmasının bir benzeridir. Yalnız, hükümetin yaptığı bir hatayı da zikretmek lazımdır. Özellikle Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde devlet denetimi dışında medrese vari oluşumlar vardır. Buralardan yetişen kişileri (ki onlara mele diyorlar) imam olarak atayacaklarını basından okumuştuk. Paralel dedikleri kurumdan daha tehlikeli bir iş yaptıklarını not edelim. İleride başımıza büyük işler açacaklarından hiç kuşkumuz yok.

Yalnız ikide bir bu konunun önümüze getirilmesi, Atatürk’ün milletin gözünden düşürülmek istenmesindendir. Zaten düşmanlık besleyenlerin söyleyeceği ilk şey, Hilafetin kaldırılması ve tekkelerin kapatılmasıdır. Yıllardır onlar tekrarlar, biz de dinleriz. O kadar kalabalıklar ki, biri bırakıp diğeri başlıyor, böylece konu yıllardır gündemde.

Şöyle düşünelim: insanlar niye tekkelere, tarikatlara giderler?  Manevi yükselmeyi sağlamak üzere. Peki, bu yükselmeyi sağlayan bir tarikat ve bu tarikatta yükselmesini tamamlamış bir kişi gördünüz mü? Sanmıyorum. Ben bilmiyorum. Şuna kesinlikle inanıyorum ki, okullarda verilecek ‘din ve ahlak, tarih, edebiyat’ dersleri ile imam Hatip Okullarının, ilahiyat Fakültelerinin verecekleri, tarikatlarda verilecek derslerden daha kıymetlidir, daha sağlıklıdır. Etraf şeyhten geçilmiyor. Ne dedikleri anlaşılmıyor. Bir kaç cümle Arapça öğrenmişler, tekrar edip duruyorlar. Türkçeleri de zayıf. Bu kişilerin eline düşenlerin vay geldi başına. Allah muhafaza, yolunu şaşırırlar, psikolojileri bozulur, meczupluk sınırında yaşarlar.

Aman ha koruyun kendinizi, koruyun maneviyatınızı. Dost sohbeti, kütüphaneler, kitaplar, okullar başlangıç için yeter de artar bile. Yetkisiz ve ilgisiz bir cahilin eline düşmektense… Nitekim Menzil hikâyeleri hayatımızın bir parçasıdır, nasıl böldü-parçaladı unutmayınız.

Sonra üzülürsünüz, iş işten geçer.

İlim yolundan, akıl yolundan ayrılmak, felaketlerin başıdır. Allah muhafaza etsin.


14 Nisan 2015 Salı

Kim, Kimi Bekler?


Hâlbuki benim gibi sıradan birisinin imanı ile İnsan-ı Kamil’in imanı arasında fark var. Ben duyduğuma, okuduğuma, arkadaşlarımın anlattığına inanırım. Onlarınki farklıdır.

Öyleyse, psikiyatristler arasında da farklıklar olmalı.

Tıpkı, herkesin kalbinin farklı farklı tonlarda çarptığı gibi. Kan nereye lazımsa oraya pompalar akıllı kalp. Lüzumsuz akaklarda heba etmez gücünü. Zira yöneten güç, beyindir. Beynin çalışma gücü ise, kiminde beklemeyi, kiminde koşturmayı gerekli kılar. Bu da imanın bir yansımasıdır. Her ikisinin de imanından bahsediyoruz. Tercih et desek, bekleyenin mi, koşturanın mı imanını alırdınız. Doğrusu burada, beslenecek ve büyütülecek kendini beğenmişlikten değil, tam tersi alçak gönüllükten bahsedilebilir belki. Kendini beğenip, üstüne kendisini herkesten ala görmek hastalık gibi bir şey.

Komutanın emriyle, “bir dakika sonra öleceğini bile bile”, ölüme atılmak derecesiyle, kayanın ardında kafasını kuma sokanın iman derecesini bir karşılaştır hele. Doğrusu bir iman ölçer de yok elimizde. Lakin kişinin yüzünden bellidir, konuştuğu cümlelerden ifşa eder kendini, giyimi-kuşamı, toprağa incitmeden basışı, karşıya duyduğu sevgi-saygı hep belirtileridir onların. Ancak, bir var ki, ancak onlar ‘bir birlerini tanırlar’. Gerisi, laf-ü güzaf.

Oldum olası şu imtihanları sevemedim gitti. İmtihana değil, yetişmeye odaklanıp, yapılması gerekenleri bunun üzerine bina etmeli insan, bunun üzerine kurmalı geleceğini. İmtihansa, imtihan. Sırası, zamanı gelince bir sorgucu çıkar, veririz cevaplarını. Yeter ki, hazırlık aşamasını hakkıyla geçelim, yorularak, ırılarak, kırılarak.

Hazırlık, dendi de; “-ne hazırlığı” sorusunu duyar gibiyim. Ne olacak canım efendim, imtihanlardaki çıkacak sorulara doğru cevaplar verebilmek için, oturup çalışılmaz mı, oturup hazırlanılmaz mı? İşte ondan bahsederiz. Ki, Oku’mak en baştaki yapılması gerekendir. Oku’mak!.

“-İyi, okumak da, neyi?”

Neyi, sorusu yanlış oldu azizim. Eline bir kâğıt, bir kitap verecekler de onu okuyacak halin yok. Hatırlayınız, Hz. Muhammed mağarasında derin tefekkür halindeyken teşrif eden misafiri ne getirmişti de, -“Oku” demişti? Ama Oku’muştu Nebî!. Ne’yi, değil. Kendisini Oku’muştu. Gönül kitabını Oku’muştu.

Bu eylemin, ne zamanı vardır, ne mekânı. Ne bekleneni vardır, ne bekleyeni. Her daim, biteviye, durmaksızın, aralıksız bu eylem üzere olmak, bu eylemi gerçekleştirmek üzere olmak istenendir. İşte yapılması gereken, işte istenen.

Ne o, bomboş bekleyen bizler… Neyi bekliyoruz? Kimi bekliyoruz? Koşturmamız lazım gelen yerde!

Dikkat! Konumuz sevgidir.

Saptırmayalım, sapıtmayalım ve yoldan çıkmayalım. Yolumuz sevgi yolu, hedefimiz sevgidir. Gerçi kimine göre yolundan çıkmadan da bu yola girilemez ya!.

Geçenlerde bir sohbetten kulağımda şunlar kalmış;

“Ya, seçilenlerden olacaksın, ya elenenlerden…”

Elenenlerden olmamak için lazım gelen ne ise, arayıp bulmak görevimizdir. Dünyaya gelirken yüklenilen görevi.

Öyle, bomboş, bir yerde hareketsiz beklemekle ömür gelip geçerse, elenenler içine düşüleceği de tabiidir Allahualem..

Allah Muhafaza…



12 Nisan 2015 Pazar

Kolay Yoldan Kâfir Demek


Zehirli dil kullanımı, çoğunlukla bilmeden yapılır. İstenmeden kullanılır. Söylediğinin farkında olmamak, ne anlama geldiğini bilememektir. Zayıflık halidir. Kendi gördüğünün kesinlikle doğru, başkalarının fikirlerini kesinlikle yanlış kabulüne dayanır. Sorgulamaktan kaçındığı gibi, inandığı ve yücelttiği değerlerin sorgulanmasına da karşıdır.

Tekfir alışkanlığı da böyle bir mana ifade eder. Kendi düşüncelerine aykırı, kabullerinin ötesinde bir fikir, bir yorum, bir ifade duyduğu zaman, hemen onu küfürle itham etmek, kendi zihin dünyasındaki rahatlamayı da sağlar bir bakıma. Ne de olsa, Cennette yerini ayırmış, düşman gördüğünü de Cehenneme yollamıştır.

Tekfir etmek en kolayıdır. Zoru, onu anlamaya çalışmak, kabul etmektir. Bunu yapamazlar, ne anlamaya çalışırlar, ne de anlayabilirler. Kolay yol, küfrüne karar vermektir. Amaç ne olabilir? Siyasette ve ticarette saf halk yığınlarını sömürmek. Çünkü doğru ve Hakk olan ona para, mevki kazandırmayacak, bilakis elinden çıkmasını sağlayacaktır. Ülkemizde hem siyaset ve hem de ticarette çok örneklerini gördük.

Şimdi savaş tamtamları çalmak, İran – Türkiye arasını açmak için şeytanın kovasıyla su taşıyorlar. Bilerek ve istemeden bizim eksik akıllılar da bu duruma yardımcı oluyorlar. Amaç nedir? Görmek ve anlamak istenmeyen, Şii – Sünni savaşını çıkartmak. İşte, ABD’li senatör Rand Paul açık açık söylüyor (breitbart.com). “Şii ve Sünniler arasında bin yıldır savaş var” diyor, bu savaşın körüklenmesi lazım diyor. “Kürtlere Türkiye’den toprak verilmesi lazım” diyor. Daha ne desin, daha nasıl açıklasın! İşte bunu başarmak için, bir gurubun diğer grubun kâfirliğine hükmetmesi en kolay yol. Karıştır, birbirlerine düşman et, kışkırt radikalizmi, her yol senin.

Sevgiye ne olmuş?

Kendilerine inanmayanlar kâfir, öteki mezheptekiler kâfir, başka tarikattakiler kâfir, Şiiler hepten kâfir!.. Ee, ne olacak? Nereye varacak bunun sonu? Ebette, Ortadoğu’yu yeniden düzenlemek isteyen büyük şeytanın istediği noktaya varacak.

Aklınızı başınıza toplayın. Yolunuz yol değil. İstikametiniz yanlış.

Prof. Dr. Hasan Onat’ın 14.08.2010 tarihli akşam gazetesindeki makalesinde bakın şunlar yazılı, okuyalım: “Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna inan insanlar, ufak tefek görüş ayrılıkları yüzünden birbirlerini tekfir etmezler. Birbirleriyle uğraşan insanlar güçlü toplumların oyuncağı olmaktan bir türlü kurtulamazlar. Bugün bize düşen, enerjimizi, yeni bir uygarlık yaratmak için seferber etmektir. Farklılıkları zenginlik olarak anladığımız zaman, hem geçmişteki birikimlerden hem de mevcut kaynaklardan en iyi şekilde yararlanma imkânı bulabiliriz. Bu milletin tekrar özne olabilmesinin yolu, bilginin gücüne sahip olmaktan geçer. Bilgiye açık olmayan, farklılıkları zenginlik olarak göremeyen toplumlar, çözümü mazide aramak zorunda kalırlar. Oysa çözüm bilgidedir, bilginin gücündedir.”

Karşıyı küfürle suçlama iştiyakında insanlar gün be gün artıyor. Ülkemizde bir grup vardı herkesin bildiği, bunlar tekfirciliği hiç bırakmadılar, lakin bu yola asla bulaşmamış bazı gruplarda da, mesela ülkücüler arasında çığ gibi büyüdüğü gözlenmektedir. Bu tehlikeli gidiş nasıl son bulacaktır? Yetkililer bir el atıverse lütfen.

Çıban tazeyken em vurulursa şifa kolaylaşır.

****

Şaşardım anlasaydın,

Söylemiştik vaktiyle;

“Gazete manşetlerini anlayamayanlar,

Şıp diye anlıyorlar Kur’an Ayetlerini,

Yuf… Olsun bana.”

Onların hemen anladığını ben ne diye anlayamıyorum ki?

Bir eksik akıl, bir eksik anlayış bir bana verilmiş demek ki!.

Bu dünyada yaşayanlar Allame-i Cihan:

Bir benim;

Eksik anlayan,

Bir benim anlamayan.

Bu da bizim zevkimiz, helal olsun.


Aşk olsun bre Hasan, aşk olsun bre Hasan.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Bıkkınlık Veren Hitabetler!.


 “Şimdiye kadar çıldırmamışsam bunun bir şans olduğunu sanıyorum.”

Yukarıdaki söz Felsefe Profesörü Ahmet İnam’a aittir.

Koca filozof bile, çıldırma eşiğinde yaşıyor anlaşılan. Hepimiz aynı yoldayız, aynı eşikten atlayarak, aynı odaya giriyoruz. Bu geniş salon, büyük bir geminin loş ve herkesi içine alabilecek büyüklükte ve rahatlıkta bir odası. Rahat olmasına rahatta, bir kamarot geliyor emir veriyor; “-Hey, oraya değil, şuraya otur.” Sebep anlaşılamasa da itaat etmek zorundasın. Bir zaman sonra bir başkası anlaşılmaz Türkçesiyle “–Herkes, aşağıdaki meydanda toplansın.” Talimatını veriyor. Apar-topar, tökezleyerek kalabalığa uyup, talimatlanan meydanda toplanıyorsunuz. İnsanlar birbirlerine dayanıyorlar. Nefes almak oldukça zor. Birisi kadın birkaç kişi üst üste bağırarak, çağırarak konuşmalar yapıyor, üçüncü sınıf bir şarkıcı meyanına gerektiği gibi çıkamadığı bir şarkı okuyor, bir süre sonra geminin kaptanı, mikrofonu alıyor ve anlamak istemediğimiz, dinlemekten sıkıldığımız uzun bir diskur çekiyor. Sesi çatlıyor, bağırıyor, şiirler okuyor, kısık sesle konuşuyor, ağlamaklı bir hal alıyor, derin derin bakıyor… Biz sıkılsak da, ahali bravo, var ol, yaşa gürültüleri, patırtıları içinde nutuk verenin mutluluk katsayısını artırıyorlar. Konuşmayı, bulabildiği bir boşluğa oturma şansını yakalamış bir-kaç kişinin uyuklayarak takip ettiğine şahit oluyoruz. Hem, gözleri kapalı olduğu halde zaman zaman alkışlarla ahalinin heyecanına iştirak ediyorlardı.

Ne kadar zaman sürdü hatırlamıyorum bile. İlk andan itibaren, bitse de gitsek düşüncesi hakimdi bizlerde. Ne de olsa, yaşlanmıştık ve ayakta durmak belimizde dayanılmaz ağrılara sebep oluyordu. Ayrıca, bu konuşmaları yıllardır dinlediğimizden derin bir bıkkınlık yaşanmaktaydı. Konuşmacı, bıkkınlığın farkında olsa bile, sosyal bir tatmin aracı olarak gördüğü, benzer toplantılarda nutuk irat etmeyi ihmal etmiyordu. Dinleyiciler, zihnini, beynini bir kenara emaneten bırakmış cesetlerden ibaretti. Sadece, amigodan aldıkları emirlere riayet edip, ellerine tutuşturulmuş bayrakları bir ahenkle sallamak, sırasında konuşmacıyı yüreklendiren sloganları söylemek. Yaptıklarının hepsi bu. Ne konuşma metninden haberdarlar, ne de vaat edilenlerden, hatta nutuk cümleleri arasına sıkıştırılmış küfre varan hakaretlerden bile.

Konuşma nihayetlenip, geniş ve rahat salonumuza geçtiğimizde, zihinlerini bir kenara bırakan ahali, kendilerini toplayıp, şırınga edilen hayalleriyle birlikte güler yüzlü ve mutlu bir halde gevezeliklerine devam ediyorlardı. Hafifçe aralanan pencereden giren, dışarıdaki lodosun ılık nefesi yalıyordu ruhumuzu. Dalgaya kendini kaptırıp, bir o yana, bir bu yana sallanan gemi, misafirlerin bazılarını da sarhoşluk derecesinde baş dönmesine, mide bulantısına sevk ediyordu. Bu sıkıntılı havadan kurtulmak için, televizyon seyretmek isteğine tutuldum. İnsanların arasından zorla geçerek, televizyon köşesine kadar gittim. Bulabildiğim tahta tabureye ilişerek, dikkatlerimi televizyona verdim. Salonda, derin bir uğultu, kesif bir çiğ çay kokusu vardı. Gürültüden kurtulmak hiçte kolay değildi.

Adını bilmediğim bir şarkıcı, şarkının son satırını da okuduktan sonra spiker belirdi ekranda. Kaptanın konuşmasını tekrar vereceklerini anons etti. Yağmur gibi ter boşandı alnımdan. Ne yapacağımı şaşırdım. Buna bir kez daha tahammül benim harcım olamazdı. Kaçarcasına uzaklaştım oradan. Uyuklamaya varan yol arkadaşımın yanına oturdum sessizce. Gözlerimi kapattım, uyumak en iyi çözüm olmalıydı böyle zamanlarda. Yolcular, gemiden koparabildikleri parçaları bavullarına yerleştiriyorlardı şimdi. Bunları görmemek, çalmayı, hırsızlığı yok ediyordu zannımca.

Uykuya geçmekle, uyuyanlarla özdeş olma durumuna geçmiş olmakla, gürültüden kurtulmanın yolu, onlarla aynı olmaktan geçmekte olduğundan kabul edilebilir bir haldir. Hiç olmazsa kaptanın hakaretlerinden kurtulur, yaptığı kötülükleri kısa bir süre de olsa görmemenin rahatlığını yaşarız.

Böylece, bozulmaya, kötülüğe göz yumma aşağı tabakalara kadar varan bir toplumsal yara olarak milletin tamamını sarmış vaziyettedir. Toplumun egemen sınıfının, bir anlamda siyasi idarecilerinin değer yargıları, toplumun tamamını sarınca, bilinen çözüm pratikleriyle artık yapılacak bir işlem kalmıyor.

Yeni denklemler kurup, yeni teoriler üretmeden, bu bozuk yapının üstesinden de gelinemeyecektir.

Haklıymış filozof.

“Şimdiye kadar çıldırmamışsam bunun bir şans olduğunu sanıyorum.”


Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...