Kim ne derse desin, muazzam
bir akıl yitimi, çözülmez bir akıl karışıklığı yaşanıyor.
Toplumsal bozuluş histerisi
tepemizde karabasan. Geçici bir hastalık hali belki, ama yıkıcı olacağa benzer.
Yıkacak ki, yeniden yapılması mümkün olsun. Ne kadar zaman sürer kestirmek güç.
Toplama çıkarmayı bilmeyen bir öğrencinin yüksek matematikten imtihana girmesi
gibi bir hal ve sonuç bekliyor bizi, anlaşılan bu. Sebep, vaktiyle çalışılmamış
derslerin, imtihan sıkıntısı. Aşılır mı? Tez vakitte dersler bitirilebilirse
neden olmasın!
Histeri geçici bir takıntı
çünkü. Bir yardımcıya ihtiyaç gösterebilir aşmak için dağı. O yardımcıyı,
kılavuzu bulmak gerek. Bulmak için de aramak. Dostlara, arkadaşlara,
tanıdıklara sorarız, ‘nefesi
kuvvetli bir tanıdığınız var mı?’ hemen adresler verirler,
şuradan gidilir, şöyle konuşulur.. Gibi. Böylesi dostlara ihtiyaç var. Bulmak
için de aramaya ihtiyaç.
Kapısının önünde
kaybettiğini arayana sorarlar, “-
nerede kaybettin?” Diye. Çok çok uzakları işaret eder. “- Ee, madem orada kaybettin, niye burada
arıyorsun be adam?” derler. Ne yapsın garibim, “- Boş mu durayım, işte arıyorum.” Der.
Görevini yapıyor. Üzerine düşen aramak görevini yapıyor, lakin arama işlemini
yaptığı yer yanlış orada bulamaz ki, orada bulunmaz ki!..
Kendime sordum, “- Sen, nerede arıyorsun arkadaş?”.
Cevap veremedim. Bırak
aramayı, bir şey kaybettiğimin bile farkında değilim.
Akıl yitimi, kaybetmeyi
anlatmaz mı? İşte ya, var bir kaybettiğin. Ne duruyorsun. Çık yollara, dağlara,
ovalara vur kendini, aramaya koyul. Kaybettiğin aklını ara. Kaybettiğin
benliğini ara. Kaybettiğin kendini ara. Kaybettiğin derinliğini ara…
Yemek, içmek, seks yapmak,
uyumak, gezinmek, dünyanın enva-ı türlü zevkini, şevkini yaşamak. Pejmürde,
sahte, kopya hayatlarımızın özü ve özeti bu.
Böyle olunca,
kaybettiklerimiz bu cümlelerde saklı.
Süflîyi, ulvîye tercih.
Dünyayı, ahire tercih.
Yahya Kemal’in, “Ey tatlı gece, yıllarca devam et”
ihtiramını yaşamayı unutalı çok, çook olmuş. Bir dostun dilinden dökülen, bir
içten tatlı selama burun kıvırmaya başlayalı aradan asır geçmiş ve bu hali huy
edinmişiz. “- Selam değil, para ver”
diyeli, yollar hep batağa sürüklemiş…
Büyük bildiklerimizi
görmezden gelip, küçüklerimizi tokatlama girişiminde bulunmuşuz. Her ikisi de,
susup, boyun bükmüş ve gitmişler kendi hallerinde, gönül kırgınlığı içinde. Ne
kendimizin küçüklüğünü fark etmiş, ne de acizliğimizi idrak etmişiz. Hep en
büyüğü, en güçlüsü ‘benim’ şeytaniyetinde hayatımızı karatmakla meşgul olmuşuz.
Sırf kendi hayatımız olsa
iyi, bunun kimseye zararı olmazdı. Çürüyen üzüm tanelerinin kendine yakın
olanları da çürüttüğü gibi, etrafımızdakileri de çürütmeye, bozmaya mehel
tutmuşuz. Çürüme sebebi bir kişi ile başlar, ailesi, komşusu, çevresi, ilçesi,
şehri derken, tüm ülkeyi kaplar gider, farkında bile olunmaz. Bu yüzden derler, “kangren olan kolun kesilmesi gerek” diye.
İş o ki, yaranın işlemesini zamanında bir usta doktor teşhis ede ve gerekli
tedbiri ala.
Teşhiste geciken, tedavide
yaya kalır.
İlk yapılması gerekenden
uzaklaşanlar, sona yetişmek için sprinte kalkmalıdır. Bu da, antrenmanlı, çelik
yapılı, adaleleri kuvvetli atletler haline gelmeyi gerektirir. İşin en zor
kısmındayız. Olmuyor diye hepten bırakmak, ölüme razı olmak demektir. Ölüme
razıyız Eyvallah, ancak yapılacakları yapamadan gitmek, cehenneme razı
olmaktır.
Öyleyse, Bismillah ile
yeniden ayağa kalkmalı ve bıraktığımız yerden finişe girmelidir.
Başlangıç, sadece ayağa
kalkmayı becerebilmeyi sağlamakladır…
“Yüz üstü çok süründün…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder