Ordu, sahip olduğu silahlar
ve sağlıklı asker sayısı ile topraklarında gözü olan düşmana (yabancılar)
karşı koruyucu bir kalkan vazifesi görür. Düşman ise daima ordunun
zayıflamasını, güçten düşmesini, silahlarını kaybetmesini, iç karışıklıkların
çıkmasını bekler. Ne zaman istediği kıvamda bulur orduyu, taleplerini gönderir
bir bir topraklarında, tarihinde, kültüründe, dininde gözünün olduğu devlete.
Küçük masum taleplerdir evvela. Şimdilerde, ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ gibi
itirazı kabil olmayan kavramları öne sürüyorlar, zamanımızda böyledir. Savaş
artık, orduların meydanlarda karşılaştığı, kılıç-kalkan, sonraları toplar,
gülleler, daha sonraları savaş uçakları gibi ağır silahlarla yapılmıyor.
Elbette bunların da kullanıldığı durumlar da ortaya çıkıyor ve kullanılma
gerektiği zamanlarda da hiç tereddütsüz bombalama emirlerini rahatlıkla
veriyorlar. Son örneğini Yemen’de yaşıyoruz, bundan önce de Libya üzerine
gönderilen ağır silahlarla donatılmış uçakların saldırısında görmüştük. Masum
Libya halkı, tepeden ve nereden geldiği belli olmayan hain saldırılarla perişan
edilmişti. Ne zamana rastlamıştı bu saldırılar? Devletin zayıfladığı, ordunun
dağıldığı, orduya komuta edecek subayların birbirlerine düştüğü zamanlara!...
Yazının geldiği noktada,
‘Subay’ın ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor değil mi? Subay, tıpkı bir
otomobili kazasız-belasız hedefe vardıran kaptan şoför gibidir. Emrindeki
birliği hasarsız ve tam olarak sevk ve idare etmek basireti subaylarda vardır.
öyleyse, bir orduyu dağıtmanın ve zayıf duruma düşürmenin ilk yolu,
subaylarının arasını açmak, onları birbirine düşürmek, görevlerinden el
çektirmek, hapishanelere tıkmak.. Gibi olmalıdır.
Yabancısı değiliz bu
durumun. 8 yıldan beri Türk Subaylarına karşı topluca bir saldırı yapıldığını
izliyoruz, milletin eli kolu bağlanmış seyretmekle iktifa ediyor. Salt
seyretmek mi? Hayır, gizlice de olsa aralarında bir derlenip-toparlanmanın da
olduğu aşikârdır. Neyse, subaylarımıza özellikle kurmay heyetine yapılan
saldırılar sonucu, ordumuz derin bir zafiyetin içine itilmiştir. Düşmanın ne
yapmak istediğini tahlil etmek ve tedbir almak kabiliyetinden düşürülmüştür.
Yanında, bu süre içinde sahip oldukları dev medya şirketleri vasıtasıyla,
geceli gündüzlü akademik unvanları kuvvetli adamlar ağzıyla ordu mensuplarının
aleyhlerinde olmadık yalanlarla psikolojik harplerini devam ettirdiler. Nihayet
ordumuz gücünü yitirdi. Karar alamaz vaziyete getirildi.
Neden?
Bir zamanlar üç buçuk
eşkıya dediğimiz PKK sürüsü elini kolunu sallayarak Güney-Doğu Anadolu
Bölgesinde adeta hâkimiyetini ilan etti. Çözüm dedikleri bir süreç dayattılar
ki, sonucunda çözülme olabileceğini düşünen, düşünmesi gereken kurmay heyeti
göremedi. Kışlalarına tıkılan ordu hareket edemez hale getirildi.
Gözü önünde 16 Türk Adası
Yunanlılar tarafından işgal edilmesine rağmen, ne bir hareket, ne bir demeç, ne
bir yaptırım uygulamasına asla müracaat edemediler.
Yıllardan beri, tamiri
yapılan, yeniden imar edilen tahrip edilmiş Ermeni kalıntılarının artık içini
doldurma vakti gelmiş olmalı ki, dünyanın hemen her tarafından, Türk
topraklarında gözü olan devletlerce sözde Ermeni soy kırımı atakları peş peşe
gelmeye başladı. Misafirimiz iken Hazret kavramıyla mukabele ettiğimiz Papa
bile sözde soy kırımı deklare etti, yetmedi, yıllardır yanıp tutuşarak girmeye
can attığımız Avrupa Birliği Parlamentosu aleyhimizde karar bile aldı. ‘Bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar’ gibi
abes bir politikayla karşılık verdik. Şimdi Amerika Başkanın 24 Nisan’da ne
diyeceğini tartışıyoruz. Hâlbuki ne Papa, ne de Avrupa Birliği’nin Amerika
Başkanı’nın bilgisi dışında bu kararları alamayacağını düşünemiyoruz. Hala ne
diyecek diye saf saf bekliyoruz. Dese ne, demese ne, dedirtti işte, daha ne
bekliyorsunuz?
Sözde soykırım kararlarının
bir anlamı da, bizden ‘talep’lerde bulunmaktır. Nedir bu talepler?
Güney Doğu Bölgesi’nin Kürt
devletine bırakılması, Ağrı ve civarının Ermeni devletine bırakılması.
Türkiye’nin 20 eyalete bölünerek ‘Başkanlık’ sistemine geçilmesi.
Şöyle düşünüyorlar:
1. Ordunuz zayıflatılmış,
yapabileceği bir şey yok.
2. Devlet ağır bir borcun
altına sokulmuş, kımıldayabileceği bir alan kalmamış.
3. İşsizlik had safhaya
çıkartılmış, günden güne de (faiz ve kur oyunlarıyla)
işsizlik oranı artıyor. Böylece devlete karşı güven yitimi yaşanmakta ve
vatandaş desteği giderek azalmaktadır.
4. Milletin kültürü ve
inançları ters-yüz edilmiş ve doğru bildiklerinin yanlış olduğu, meğer kültürümüz
de yokmuş, tarihimiz de yokmuş, kurtuluş savaşı da yaşanmamış… Böylece iç
çekişmelere itilen millet evladı, tamamen devletinden desteğini çekmiştir.
Bu sebeplerle milletin
istedikleri yönde davranacağını ve önümüzdeki seçimlerde oylarını istekleri doğrultusunda
kullanacaklarını düşünüyorlar. Tabi, havalarını alacaklar.
Demek ki, neymiş?
Ordunu zayıflatmayacaksın.
Milletini tedirginliğe düşürmeyeceksin. İnsanlarının arasını mezhep ve etnik
farklılıklarıyla açmayacaksın. Dikkatini ve zamanını daima düşmanın hedeflerine
odaklayacaksın ki, zamanında tedbir alasın. Eğitim ve kültür işlerini cahillere
bırakmayacaksın. Devlet dairelerindeki görevleri liyakata göre dağıtacaksın.
Kamunun elindeki değerleri etrafına dağıtmayacaksın. Gelir bölüşümünü adalet içinde
ve herkesin hak ettiği ölçüde yapacaksın.
Böyle olmazsa,
Düşmanların uykudan uyanır
ve taleplerini sıralarlar…
Şimdi dövünme sırası
sendedir.
İlhan Yalçın :
YanıtlaSilOrdusu tarumar edilirken susan milletin, dövünmeye bile hakkı yok Hocam.
Mehmet Kınacı :
YanıtlaSilBizim tarihimizde bir BALKAN HARBİ-1 vardır....Enver Paşa sonrasında EDİRNE'yi Bulgarlardan alır da KAHRAMAN olur....Okumaz isek...Anlatmaz isek...Dinleyip düşünmez isek, İSTANBUL'u da Hakkari’yi hatta ta Anadolu'nun göbeği ANKSARA'yı bile alırlar elimizden....Ne dost belli ne düşman...Olsun.. Ama biz DİNİ BÜTÜN MÜSLÜMANIZ!!!! (Allah, böyle derken 1. Dünya Harbinde belamızı vermişti...)