29 Ocak 2015 Perşembe

Yalan Hayatların, Yalan Çırpınışı


.okunu çıkardılar derler.

Durmadan söyledikleri ‘Yeni Türkiye’. Neyi anlatıyor, niye anlatıyor diyen yok. Açıklayan yok. Bir şey söyleyen yok. Aynen, ‘Çözüm’ gibi. Onun hakkında da ne olduğunu anlatan, anlatabilecek birisi yok. Anlatmadılar da. Doğrusu anlatamıyorlar. Niye ‘çözüm’ sorusunu, cevaplandıramayanlar, niye ‘Yeni Türkiye’ sorusuna da cevap veremiyorlar. Bildikleri bir şey var, ‘yeni’ dediğin zaman geniş halk kesimleri içinde kabul görüyor. Kendini öncekilerden farklı tarif etmenin yolu. Bir kelime ile kazanmanın yolu. Siyasetin dehası buradan çıkıyor.

Deha, farklılığını bir kelime ile anlatabilme, aynı zamanda kabul ettirebilmenin tarifi. Yapabiliyor musun? İyisi sensin, yapamıyorsan, yapanı eleştirme. Seçmene kendini nasıl kabul ettireceksin? Sorun burada!. Siyaset, işi yapmaya talip olanın izleyeceği yol, bu yoldaki iniş-çıkışların oy verenlere hissettirmeden anlatılacağı, onlara nelerin yapılacağı değil, onların neleri duymak istediklerinin durmaksızın anlatılacağı yol. ‘-Bunun içinde yalan var’, itirazı kabul edilemez. Çünkü yalan, kişiye göre değişen, karşıya göre farklılıklar arz eden çok ilginç bir sonuç. Onlar, yalan olarak bakmıyorlar ki, yalan olsun. Yalanın içinde karşıyı kandırmak var. Ancak, kandırılmış olanın buna inanması gerekir. Kandırılan yoksa kandıran da yoktur, yalan da yoktur. Bu anlatılan toplum inancıdır. Mesela meşhur olmuş bir söylemdir; ‘- çalıyor ama çalışıyor’. Tabi, bunun ötesi de var; ‘-çalıyor ama bana da veriyor’.

‘.okunu çıkardılar’ derler ama dinleyene, dinleyip de anlayana. Kimsenin tındığı bile yok. İsterse, günde milyon kere tekrar etsinler. Bıkkınlık bile vermiyor. Çünkü söyleyende bir keramet arıyorlar, arıyorlar değil, buna inanıyorlar, inandırılmışlar. Hacıları, hocaları, sakallı sakallı konuşmacıları, vaizleri hep bir ağızdan bu inancın pekişmesi için çalışıyorlar. Çözülmesi gereken bir problem de burası.

Problemin yaşanmışlık benzerini tarihte bulmak mümkün, hem de ayniyle yaşanmış; öyle söylemiyor muydu istiklal şairi:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” (Mehmet Akif Ersoy)

Tarih, bizim hüsnü kuruntumuz. Doğruyu tarih kitapları arasında değil, yalan söyleyenin gözleri içinde bulursunuz. Yarın, dünü yazacaklar, söyleyenin gözüne bir kere bile bakmamışlarsa, hele dinleyenlerin ruhuna girip, söylenilenin hangi halleri yaşattığını bilmiyorlarsa ve umurlarında değilse ne yazarsa yazsınlar, yalandan öteye gidemeyecektir. Demek ki tarihçi, milletinin bağrına oturabilmesi ve o bağırda türlü çiçekleri yetiştirebilmesi lazımdır.

Çözemediğim bir husus vardır tarih yaprakları arasında: Fatih Sultan Mehmet; “Troyalıların öcünü aldık” demişti,  Çanakkale Savaşlarından sonra da Mustafa Kemal Atatürk; “Hektor’un intikamını aldık” demişti. Hangi tarihin, kimin tarihinin derin izlerinden seslenmişlerdi büyük başbuğlar? Ve kime mesaj bırakmışlardı? Ve neyi anlatmışlardı? Ve bu mesajların, zamanımızın keşmekeşiyle bir ilgisi var mıydı? Bu iki büyük Türk’ün sözlerinin manasını çözemeyen tarihin bize verebilecekleri nedir?

Geçenlerde bir sohbette dinlemiştim, dünyanın en az kitap okuyan ülkesi Türkiye’ymiş. Vah benim kel başım ki, en az kitap okunan ülkenin, en az kitap okuyan bir grubunun içinde debelenip duruyorum. Mesaj vermeye değil, dostlardan mesaj almaya çalışıyor olsam da, kör bıçak kesmiş ağızlardan bir cümle duyma ihtimali iyice sıfırlandı. Dünya meşgalesi, iaşe bulma çabası, ikinci evin taksitlerinin ödenebilmesi, oğlanın düğün giderlerinin temin uğraşısı filan - falan meşguliyetten kurtulup, yeni dertler açmak istemiyor başına hiç kimseler.

Millet olarak, ‘sanayi devrimini’ ıskalamıştık. Çok yakın bir geçmişte ıskaladığımız bir devrim daha oldu. ‘Sayısal teknoloji devrimi’ . Yeterince değil, ucundan azıcık yakalamış olsak da, bilgi çağında yaya kaldığımız kesindir. Medeniyete bir teori, bir buluş, bir fikir sunamayan milletimizin geleceği için, güçlü-muhteşem hayaller kurmaya da hakkımız olmasa gerektir.

Bu fakirlik içinde, milletini sevme iddiasındaki 10 Milyonluk oy alabilme istidadındaki gurubun, oradan oraya savrulması da kaçınılmazdır.

Demek ki, siyasetin büyük yalanına kaptırmış gidiyoruz kendimizi. Bu yalan içinde, yalan bir düzen tutturmuş, yalanlar nizam verir olmuş hayatımıza. Heyhat!

Araştırmacı yazar Emrah Bekçi’den bir cümle yazalım tam buraya: “Biz insanlar usta bir yalancıyız, yalanlarımızda bedenimizin dilini de kullanan bir yalancı. O kadar usta bir yalancıyız ki, dünyanın en iyi sihirbazının yaptığı sihir bile sönük kalır yanımızda”. (23 Aralık 2012, türklerhaber.com)

Bu tarz, bir mayalanma sonucudur. “Bana arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim” özdeyişinde bildirilen yaklaşım tamamen, bir kültür ortamına işarettir. Bulunduğun yer tam olarak seni anlatır. Sen kendini bulunduğun yer ile özdeşleştirmiş ve onunla tanımlıyorsun. Ama bilinçli, ama farkına varmadan, ne yapalım ki, böyle.

Öyleyse yapmam gerekenin ne olduğu biraz da olsa açılmıştır. Unutmak!. Vazgeçmek! Silmek!. Süpürmek!.

Böylece yeni tarz hayata merhaba!...

Takvimlerin gösterdiği ilk günde, ilk hayata merhaba…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...