31 Temmuz 2014 Perşembe

Haylaz Hayta’nın Halleri


Her mahallede bulunur, haylaz, hayta çocuk tiplerinden. Diğer çocuklara nazaran biraz da boylu poslu kerata, gücü kuvveti de yerinde. Oyun oynayan çocukların oyunlarını bozar, toplarını kaçırır, alınamayacak yerlere atar topu, kötü huylarından ötürü oyuna almak istemez diğer çocuklar. Ağlar, bağırır, anasını-babasını çağırır, onların yardımıyla oyuna girer. Ama ne mümkün az bir zaman sonra oyunda çıngar çıkartır. Tekrar oyun dışı edilir.

Esasen bu haylaza bir akıl veren vardır. Biraz parası ve çevresi olan birisi. Onun aklıyla hareket eder, belki de oyunu bozmak için biraz menfaat bile sağlamıştır, günahı boynuna. Kendi mahallesinde aralarını bozacağı kimse kalmayınca, öteki mahalleye dadandı. Oradan devşirdiği arkadaş topluluğu ile küçük öbekler oluşturup, hoşça vakit geçiren, gariban mahalle çocuklarının oyunlarını, palanlarını da bozdular. Yağmurdan kaçmak için, büyük çınar ağacının altına yaptıkları, içine beş-on çocuğun sığabilecek büyüklükteki korunağı yıktılar. O yapmıştır, bu yapmıştır iftirası ile kara kedi girdi arkadaşlar arasına. Bir süre sonra aralarında kavgalar çıkarttılar, kafalar yarıldı, gözler patladı.

Bizim haylaz, kendi çöplüğüne geldiği vakitlerde, şöyle bir gerdan kırıp, “- Gördünüz değil mi, gördünüz, benim gücüm kimlere, nerelere kadar geçiyor, gördünüz.” Böbürlenmesini de yapmadan duramazdı. Bu haylazın gücünü kuvvetini, yapabileceklerini kavrayan mahalle sakinleri de bunun etrafında pervane olup, onun yandaşlığında epeyce, vakit harcadılar.

Günler böyle geçerken, çok uzak mahallelerden bizim haylazın şöhretini duyanlar, onunla tanışmak, onunla birlik olmak için arayıp buldular, tanışmak maksadıyla araya torpiller buldular, babalarını, ağabeylerini devreye sokup, haylazla tanışmak şerefine eriştiler.

Artık, kendi çöplüğünden sıklıkla çıkarak, uzak mahallelerin çöplüklerinde kurduğu küçük lobiciklerle insanların, arkadaşlıkların arasını açmaya koyuldu. Kendi mahallesi tatmin etmez olmuştu.

Bir keresinde uzak mahalledeki en iyi arkadaşının evinin camlarını kırdı. Etrafındakilere de; “- sakın söylemeyin ha, yoksa aramız açılır.” Yollu bir tehdit savurdu. İyi arkadaş olmasına rağmen, onun etrafında daha kalabalık oluyordu. Onun sözünü daha dinliyorlar, her kurulan oyunda neredeyse en başta o bulunuyordu. Bizim haylaz içten içe kıskanır olmuştu. Bakkalın camını kırıp, onun yaptığını etrafına anlattı. Bakkal o çocuğu yakalayıp, kulaklarını çekince de, yemin billah kendisinin yapmadığını çünkü dün gece babasıyla birlikte, misafirliğe gittiklerini anlatmış, bakkal da o çocuğun babasına sorarak, doğrulatmıştı. Ama adı çıktı bir kere, ne tür bir olumsuz olay meydana gelse ondan bilir olmuştu mahalleli. Bizim haylaz da durmaksızın onun ne kadar kötü, ne kadar yaramaz bir çocuk olduğunu anlatıyordu. Herkesi inandırmıştı. Sonra, zaman geçtikçe o uzak mahallede o çocuğun hiç arkadaşı kalmamıştı. Aralarına almıyorlar, oyunlarına ortak etmiyorlardı. Tabi, bizim haylaz daima en baştaydı.

En baştaydı ama yavaş yavaş arkadaşlar arasında kaynaşmalar da başlamıştı. Birisinin parası kayboluyordu, birisinin kenara çıkardığı ayakkabısı, metrelerce ötede bulunuyordu, diğerinin Fenerbahçe tişörtü yırtılmıştı, böyle böyle derken çocuklar, hep sen yaptın, sen yapmışsındır gibi zanlarla birbirlerinden soğudular. Sonuçta, arkadaşlıkları tamamen bitti. Tabi bizim haylazın zevkine payan yoktu. Arabozuculuk, karıştırıcılık, yalancılık, fitne salmadan yana üstüne yoktu, onun da tabiatı böyleydi ne yapalım!

Bir gün mahalleye uzak şehirlerin birisinden bir aile taşındı. Bir-kaç gün içinde mahalleli onlarla diyalog kurdu, kimisi hoş geldin ziyaretleri yaptı, kimisi mahalle kahvesinde, sokak arasında, bakkalda, manavda, pazarda karşılaştıkça selam verip hoşsohbetler kurdular. Çocukları da vardı. Maşallah, iri yarı, uzun boylu, yakışıklı mı yakışıklı bir çocuk. Kısa sürede mahalle çocuklarıyla ahbaplık kurdular. Birlikte oyunlar oynamaya başladılar.

Her çocuk onu sevmiş, saygı duymuştu. Onunla oynamak, onunla kaldırımlarda oturup konuşmak her çocuğun arzu ettiği bir şey olmuştu. Geldikleri şehri anlatıyor, onlardan da bu mahalleyi ve şehri anlatmalarını istiyordu. Çocuklar, mahallenin her tarafını, oyun alanlarını, koşu yollarını, bisiklet yollarını, hangi bahçelerden rahatlıkla meyve yenileceğini anlattılar.

Artık, gerçek bir mahalleli gibi tanınmış ve etrafına mahalle çocukları pervane olmuşlardı.

Bizim haylaz bu duruma içeriliyordu. Kendisini sayan da seven de kalmamıştı. Yeni gelen hakkında hangi iftirayı atmışsa kimseyi inandıramadı. Çünkü söylediklerini yapmış olması, yapsa da onun bunları bilebilmesinin mümkün olamayacağını biliyorlardı. Attığı iftiraları yine dönüp kendisini vuruyordu, kendisinin üzerinde yapışılı kalıyordu. Kimin yanına gitse yüzlerini çeviriyorlardı. Artık hiç kimsesi kalmamıştı. Ne oyunlarına girebiliyor, ne de konuşmalarına katılabiliyordu.

Her gün evlerine ağlamaklı bir halde gidiyordu. Anası babası halini soruyorlar, o ise soruya karşılık ağlamaklı bir hal alıyor, aklına yalnızlığı geldikçe hıçkırıklara boğuluyordu. Babası, aslında olanları biliyordu. Haylazlığını, iftiracılığını, arabozuculuğunu hepsini biliyordu. Arkadaşları çocuklarından duyduklarını ona kahvede, bakkalda, küçük sohbetlerinde anlatmışlardı.

Çocuğundaki değişikliği iyice fark eden baba, mahalleyi terk etmeye karar vermişti. Başka mahallelerde çocuğu kendine yeni arkadaşlar bulursa, psikolojisinin düzeleceğini, buralardaki haylazlığı sonunda arkadaşsız kalmasının da ders olduğunu anladığını, gittikleri yerlerde bir daha böyle davranmayacağını düşündüğünden, fikrini akşamüstü evde açtı ev halkına. Bizim haylaz bir sevindi, bir sevindi sormayın. Gülücükler atarak babasına; “- Gidelim baba, gidelim. Hemen gidelim” dedi. “- Söz veriyorum, gittiğimiz yerde bir daha buradaki gibi davranmayacağım, iyi, güzel, doğru bir çocuk olacağım. Söz veriyorum” dedi.

Uzun süredir, rahat uyuyamadığı yatağında o gün kabussuz, derin bir uyku çekti.

Haylaz haytaların taşınmalarından sonra, mahalleye öylesine bir huzur geldi ki, sormayın. Herkes gülüyor artık, kimse kimseyle küs değil, oyunlar, sohbetler gırla gidiyor…


29 Temmuz 2014 Salı

Kötülerin Beyin Harekâtı


Kötülerin de bazı bazı iyi yorumlarıyla karşılarız. Bu onların iyileştiği anlamına gelmez. Belki o an için içinde yaşadığı pişmanlıkların sebebiyledir anlattıkları, yazdıkları. Belki bir özür dileme gereğidir. Belki çocuklarından utanmaktadır. Belki anasına-babasına küçük çağlarında verdiği sözler aklına düşmüştür. Bin sebep yazılabilir. Her ne ise, doğruyu görüp, yorumlayabiliyorsa, biz de geçmişe sünger çekmeyi biliriz.

Bayrak hadisesi, milleti yaraladı. Ordumuza bile, beceriksizliğini ve yapılması gerekeni yapmamasını içimize sindiremediğimizden dilimize takılan küfürleri etmekten geri durmadık. Programlanmış, planlanmış bir harekete kurban giden Bayrağımız için, yollara düşüp protestolar yaptık. İyi de oldu, devlet idarecileri belki uyanmış, belki yaptıkları hatanın farkına varmışlardır. Protestolar önemlidir, dikkat çekici bir kalabalıkla yapıldığı ve sloganlar titizlikle seçildiği zaman, pek çok tesiri birlikte sürükler idaredekilerin zihnine. Başarılı olmuştur.

Bayrak hadisesi üzerine bazı kalemler sustu. Susmaları da geçmişlerine yanmak anlamındaydı. Yandaşlar sustu, liberaller sustu, Erdoğan’ı destekleyen komünistler sustu, dinciler sustu, sustu, sustu, sustu… Susanların tek derdi vardı, çözüm sürecine darbe.

Başarısız olduklarında, yenilgi aldıklarında, suçlandıklarında akıllarına tek gelen çözüm süreci. Yapılanları çözüm sürecine darbe diye niteliyorlar. Çözüm dedikleri süreç nedir? Hiç birisi bilmiyor. Nasıl başladığını biliyoruz da, nerede duracağını bilen yok. İşin başındaki Bakan da bilmiyor. Neler verilecek, hangi tavizlere göz yumulacak, o bile bilmiyor. Hatta, emir veren Başbakan dahi bilmiyor.

İmralı Canisi, Bayrak tecavüzünü kendisine yapılan bir darbe olarak yorumlamış. Hayrete muciptir, iktidar yöneticileriyle aynı söylem. Aynı yere varmışlar. Birbirlerinin leb demeden, leblebi diyeceklerini anlıyorlar. Anlaşma, mutabakat bu kadar olur. Her iki taraf da ‘provakosyon’ da anlaşmışlar. Yani, mütecaviz (26 yaşındaki) çocuk böylece, örgütlü hareketten yırttı, yakalanıp yargılansa bile, Türk Bayrağını gönderden indirmekten değil, yardımcı olmaktan yargılanacak, bu da salınıvermesi demektir. Yani, böylece çözüm sürecini kurtarmış oldular.

Tamam. Komutan hakkında attık, tuttuk, görevini yapmadı dedik, intihar etmesi lazım filan dedik. Lakin tüm bunlar, çözüm süreci denen ucube hareketin liderinin suçu komutanlara yüklemesini gerektirmezdi. Lider, -evet bu bir suç ise bunu üstleniyorum, bu bana aittir- diyebilmelidir. Hayır, bizde durum farklıdır. İyi, güzel, hoşa gidenler bana ait, kötü, eleştirilen, pis kokulu ne kadar olan varsa komutanlara, bekçilere aittir. Böyledir. Karizmanın gereğidir bunlar.

Kötülerle başlayıp nerelere gelmişiz! Oradan devam edelim.

Özdemir İnce’nin 2010 Ağustos’unda Hürriyet’teki bir yazısından son cümle şöyledir: “Bebekler mühendislerin beceriksiz ya da hain ellerine düşmeselerdi, dünya her zaman yepyeni olurdu. Bir başka dünya da gerekmezdi.”

Demek kötüleri doğuran mühendislermiş, sosyal mühendisler. Nasıl düşüneceğimize, neler yapmamız gerektiğine, akşamları neleri yememiz, yemememiz lüzumuna kadar hayatımızı eğip büken mühendisler. Sigaramıza, uykumuza, alış-verişimize, televizyondaki seyirlerimize, hangi filimlere gittiğimize .. neler neler. Maşallah karışmadıkları ne yer, ne de yar kaldı. Hayatımız tamamen, düşüncelerimiz olduğu gibi onların elinde.

Hiçbir şey anlatmayan ve sıradan bir edebiyat öğretmeninden dahi geçer not alamayacak kitapları nasıl oluyor da, ayın en çok satanları listesine sokuyorlar anlamak mümkün değil. Fikir yoksunu, durmaksızın kendini tekrar eden gazeteci veya üniversite bozuntularını, gerçek bir düşünce adamı gibi allayıp pullayıp, televizyonların başına bizi kilitleyip nasıl da dinletiyorlar? Tiyatro eğitimi bile almamış, konuşmaları peltek dilli kişileri nasıl oluyor da en iyi oyuncu ödülleri veriyorlar? Onların oynadıkları diziler ve filimlere nasıl oluyor da hiç itiraz etmeden gidiveriyoruz? Daha kaliteli ve daha ucuz olan bir malı değil de, onların teklif ve reklam ettiği malları almak için nasıl oluyor da, almak için hiç fikir yürütmeden sıraya giriyoruz? Fakirlikten kırılıyorken, borçlar bini aşmışken nasıl oluyor da çocuğumuza, fiyatı binlerle ifade edilen markalarını bilemediğim dönerli telefon satın alıyoruz? Nasıl oluyor da, aynı evde yaşayan karı-koca ve çocuklar için hepsine ayrı ayrı odalar kurup, televizyonlar yerleştiriyoruz? Nasıl oluyor da, hiç ihtiyacımız yokken, girdiğimiz mağazadan bir sürü alış-veriş yapıyoruz?

Düşündünüz mü hiç?

Beynimizi böylece teslim ediyoruz onlara ve onların talepleri emir oluyor bizler için. Bu eğitim, çocukluktan başlayan ve ölene kadar asla bitmeyen bir süreçtir. Kimler için? Beynini teslim etmişler için tabi.

Prof. Dr. Celalettin Yavuz Hoca’dan bir alıntıyla noktalayalım bu sohbeti:

“Kaderiniz, asla her zaman kendi çıkarını düşünen birinin iki dudağı arasına bırakılmamalı, onlara ‘kirli ayaklarıyla beyninizde gezme’ fırsatı verilmemelidir.” (haberiniz.com.tr 16.2.2014)


26 Temmuz 2014 Cumartesi

Tepki, Nasıl Ortaya Çıkar?


“İnsan davranışının büyük ölçüde iradi olmayan, refleks benzeri, sabit ve rutin” olduğunu bildiren ilim adamları vardır. Tepki bilerek isteyerek, planlanarak konulan bir tarz değil, tam tersi, adeta öğretilmiş bir hareket tarzıdır. Ziyadesiyle, aklını ve idrakini ideolojisinin emrine vermişlerde gözlemek mümkündür bu tipleri. Tavırları tamamen biyolojilerinin emrindedir. Biyolojik ihtiyaçlarının karşılanması ve tatmin edilmesine yöneliktir tüm hareketleri. Açlığı bastırma temel hedef. Karnını doyurması, cinsel ihtiyaçları, çoğalma, çocuklarının mal-mülk sahibi olmaları gibi dünyalık taleplerin ötesinde, kendine kurduğu başka bir dünyası yoktur. Kâinatı anlamlandırmaya ve anlamaya yönelik de bir çalışmasına tanık olamayız. Tek derdi, biraz daha zengin olup, rahat etmek. Aslında, rahat etmenin de ne demek olduğunun ayırdında değildir. Doğal olarak sosyo-kültürel bir sebep aramak yersizdir davranışlarında, olsa bile ancak kıyısından, kenarından birazcık bulaşma söz konusudur. Çünkü dünya sadece ve yalnızca kendisine aittir. Diğerleri yok hükmündedir. Bu davranış tarzı sosyal mühendislerce öğretildiğinden, kişinin kendini düzeltme ve tabii kurallara uydurma çabalarını göremeyiz. Televizyonlardan ne öğrendiyse ki, reklam seyircilerinin çoğunluğu öğrenmeye ve kendini sosyal mühendislere teslim etmeye hazırdırlar. Reklam verenler de, metinlerini ve resimlerini onların avlanması üzerine bina etmektedirler. Yakışıklı erkek veya güzel kadın seçenekleri avlanma tuzaklarındandır. Ayrıca binlercesi bulunan fotoğraf çekme teknikleri ile izleyicinin aklını başından almasını çok iyi becerirler.

Furkan Suresi 47. Ayet bize yol gösteriyor: “Geceyi sizin için örtü, uykuyu ölüm kılan… Gündüzü de Nüşur (uykudan kalkma, diriliş misali) kıldı”.

Biz bu çalışmayı yaparken çay içme ihtiyacı hissettik ve bulunduğumuz 2 Bin küsur nüfuslu kasabanın (Bursa/Keles) merkezinde bulunan bir kahvehaneye çay içmek için gittik. Oturduğumuz iskemlenin tam karşısındaki caminin giriş kapısının üstünde akan yazılarla şu ayet yazıyordu: “O, geceyi istirahat ve uyku, gündüzü de hareket ve çalışma zamanı yapandır.” (Furkan/47). Böyle meallendirmişler. Önemli değil, bize yol gösterici oldu, yazanlardan Razı Olsun.

Fizik olarak ‘tepki’yi, etkiden ayırmak zordur. Etkinin olduğu yerde bir direnç, bir karşı koyuş olacaktır. Toplumun (veya bireyin) etkiye kapalı ve açık oluşu durumuna göre, anlamlandırmak ve geliştirmek mümkündür.

Doğum geceyedir diyebilir miyiz? Cümlenin (Ayetin) zahiri manası kolay, gece olur uykuya dalarsın, gündüz olur uyanır çalışırsın. Bizim aradığımız anlam, geniş kesimlerin anladığı bu mana değil.

İnsan hayatı, karanlıklarla, aydınlığın mücadelesi şeklinde geçer ve insanın tabi olduğu kapının rengine göre hayatı şekillenir ve verilen düstur üzerine devam eder gider. Hayatı daima karanlık içinde olan kişi uyku halindedir ve hakikatinden bihaber sürer yaşamını. Onun üzerine güneş doğmaz. Hidayetten uzak kalmış, başka bir ifadeyle Mehdi’si ile buluşamamıştır. Ne zaman ki, hidayete ermiştir, güneş doğar, karanlıklar yırtılır ve ayağa kalkar. Kıyam eder. Kıyametidir. Ki, gündüzün hali.

Şimdi, bu hal ve yorum üzerine tepkiye dönelim:

Giriş paragrafında anlatılan sosyal-psikolojik durum, tamamen bir karanlığın deşifresidir. Kişi için sadece kendi dünyası, bu dünyada edinebileceği mal-mülk gibi zenginlikleri vardır. Geniş halk kesimlerinde görülen bu hal, bu toplumun ortaklaşa belli hakikatlere direnç gösterdiklerini de anlatır. Garip bir şekilde aynı dili konuşurlar, derinliksiz, yüzeyden. Mal edinme iştiyakları öylesine güçlüdür ki, etraftan çınlayan gerçeklere tamamen kapalıdırlar. Hayatları, Ayetin bildirdiği üzere tamamen karanlıklar içindedir. Yanlarında davul çalsa duymazlar. Gerçeğe tepkisiz, mal edinmeye aşırı tepkili bir kalabalık. Gerçeği duymadıkları için de etkiden habersiz, tepkisizdirler. Dirençleri, sahip olmak istedikleri mal ağırlığı kadardır.

Bir çuval patatesi taşıyabilmek için, en az o çuvalın ağırlığı kadar bir kuvvet harcamalısınız. Karanlıktakini uyarabilmek ise, o kişinin sahipliğindeki ve sahip olmak istedikleri patateslerin ağırlığı kadar bir kuvvetle itmek, dürtüklemek gerekir. Uyuyan bilinci harekete geçirmek görevi, Peygambere dahi verilmemiştir. Ki, sadece “tebliğ ile görevli”  (Alu-İmran/20, Maide/92,99, Rad/40, Nahl/82) olduğu hatırlatılmıştır.

Tepki, anlamanın sonunda gelişir ki, istenen budur. Yoksa ne söylenirse söylensin, aynı mana ve tonda karşı çıkarak tepki gösteriyormuş gibi yapmak, iyi niyetli gayretleri kösteklemekten başka ne işe yarar?

Duyma iştiyakındakine arının vızıltısı hakikat ulaştırır, nasibinde yok ise davullu, zurnalı düğün kursanız tınmaz bile.

Yahya Kemal’in bir rubaisi tam buraya uygun:

“Bilmem kime yahut neye uyduk gittik.
Gâhi meye, gâhi ney’e uyduk gittik.
Erbab-ı zekâ riyayı mezhep bildi
Bizler dil-i divaneye uyduk gittik.”


24 Temmuz 2014 Perşembe

Ufukta Medeniyet Görünüyor!


‘Yaşananlar Kaostur’ başlıklı yazımız üzerinde biraz daha çalışmak lüzumunu hissettik. Okuduğunuz çalışma bu lüzumun üzerine bina edilmiştir.

Öncelikle kavramların içi boşaltılıp, farklı eğitim alan ve farklı ortamlarda yetişenlerde aynı kavrama verilen manalar farklılaştırıldı. Kargaşa, anlaşamayan insanlar arasında, barut ateş kardeşliği gibidir. Sonuç kaos. Uyum bitmiştir, karışıklık düzeltilemez vaziyettedir. Yıldızların yörüngelerinden sapması ve durmadan çarpışmaları gibi. Düzenin bozulduğu, nizamın çöktüğü, bilgililerin küstüğü ve köşelerine çekildiği, bilmeyenlerin baş tacı edildiği devirler.

Otuz yıllık arkadaşım ve pek çok gün dert ortaklığı yaptığım, dostum dediğim kişi ile insan anlaşamaz mı? Ruhuna kadar bildiğimi zannettiğim kişi. Kaos iki kişi arasında başlar ve vatan sathına yayılır zaten. Ha iki kişi, ha koca bir toplum. Çünkü aynı kavrama aynı manayı veremiyorlarsa, bu iş bitmiştir, bitirilmiştir. Her milletten bir kişiyi alıp, bir çadıra tıkınız ve aralarında anlaşabilmeleri, ortak bir karara, belli bir sürede varmaları için bir problem veriniz, sonuç ne olacaksa, şimdiki halimiz de budur. Anlaşamıyoruz, çok basit konularda bile anlaşamayıp, hakarete varan laflar ediyoruz. Hatta çok garip, edilen hakareti bile algılayamıyoruz, dil o kadar farklılaşmış, hakaret eden de söylediğinin hakaret olduğunun farkında değil.
Aklımızı ve geleceğimizi, siyasetin karanlık menfaat kurgularına bağlamış, biraz da bana dercesine, kısır ideolojilerimizin çerçevesinde laf yetiştirmeye çalışıyoruz. Hanya’yla Konya’yı karıştırıyoruz. Eller, Bor’da pazarı bitirmiş, bizim yolumuz Niğde’ye doğru. Vasıtamız da eşek. Kaldı ki, siyasetimizde de açık dilli değiliz, net değiliz. Araya sıkıştırdığımız dini anlam taşıyan kelimeler, söylemek istediklerimizi alt üst ediyor. Birbirimizi neredeyse dinsizlikle suçlayacağız.

80 öncesi ‘dil ırkçısı’ denilen, özleştirmecilerin yazılarından, konuşmalarından bir şey anlamadığımız gibi, bugünlerde de, siyasetini sevmediğimiz, kabul etmediğimiz kişilerin dillerinden ve kullandıkları kavramlardan bir şey anlamıyoruz. Muhaliflerimizi bırakın, aynı fikrin savunuculuğu yapan kişiler arasında bile, kavram kargaşalıkları yaşanmakta, birbirimizi anlamamaktayız. Anlamaya gayretimiz de yok, elbette onların da bizi. Bakın, onların dedim. Ne kadar yanlış, niye onlar, biz hepimiz değil miyiz? Burada bile ayrılık şarkıları!.. cevap veriyorken bile, kafa sesimizi (zanlarımız) dinleyip cevabı patlatıyoruz, dolayısıyla ses ve mana karmaşası kaos doğuruyor. Söz sırası gelmeden sazı alıp, bilmediğimiz bir besteyi çalmaya çalışıyoruz. Karşı için de büyük ıstırap. Aslında söz söyleyen de ne dediğinin bilincinde değil.

Hayat telakkilerimiz farklı. Farklı gözlüklerle bakıyoruz dünyaya (ve hayata). Vahşi kapitalizm öylesi esir etmiş ki, hiçbir ihtiyacı olmadığı halde, bütün dünyalara sahip olma yarışında insan. Ulvi değerler unutulmaya yüz tutmuş. Mal-mülkten daha evla değerlerin bulunduğu, eski kitapların sahifeleri arasında kalmış. Vefa gitmiş, yerini sefaya bırakmış. Giderek sahiplenmeye olan rağbet yüzünden, sahiplenilenlere kölelik vaziyetine geçilmiş. Dünyanın geçici bir tedris mekânı olduğu hafızalardan silinmiş. Madde köleliğinin insan ruhunda yarattığı hasarın tedavisinin yine maddi değerlerde aranır olmuş. Böylece istikrarsızlık ve tereddüt hayatımıza hâkim olmuş. Tabi ki, huzurun yerini kaos almış. Dikkat edilirse, bu paragrafta anlatılan tipler, ‘benmerkezci yaşam’ tercih edenlerdir. Hem dünyalık sahiplenmek için çok çabalamaları, sahiplendikçe acıkmaları ve böylece, kısır döngü içinde hayatlarını idame ettirmeleri. Hastalanmaya kadar varan bir sonuç doğurmaktadır, lakin hastalık durumuna karşı nasıl bir vaziyet alınmaklığı gerektiği hakkında bir fikirleri yok. Müracaat edecekleri bir doktor da bulamıyorlar. İç halleri karşısında tedbir alma çabaları giderek zayıflıyor. İç dünyadan bihaber yaşamaları ise onları kendilerine karşı savunmasız bırakıyor ki, kaosun gerçek kaynağı insanın kendisidir.

Esasen çıkan çatışmaların çoğunda, taraflardan birisini o konu asla ilgilendirmemektedir. Söz ola beri gele kabilinden düşünmeden tartışmaya dalmış ve kavgayla sonuçlanmıştır. Bu durum, ‘ben merkezli’ davranışa tipik örnek olmaktadır. Kendini göstermek, ispat etmek ve herkesten iyi olduğunu haykırmak ihtiyacında olanlardır bunlar. Ama bilmeseler de hep mağlup taraftadırlar. ‘Mağlup’ kelimesini yerine başka kelime bulamadığım için yazdım, aslında ne mağlubu, ne de galibi vardır hayatın. Bilenler – bilmeyenler ayırımından gayrı.
‘Düzen’, ‘uyum’, ‘mutabakat’, ‘seyir’, ‘çatışmasızlık’.. dört dörtlük bir hayat, ne kadar da sıkıcı olurdu! Hatta bu hayatın içinde gelişme de olmazdı, ilim de. Bu durumlar program dışı bir düzeni ifade eder ki, söylenilen düzen içinde bilgiye hacet kalmaz. Asıl kaos ortamı budur. Müdahaleye açık ortamlardır. Durağan zamanları, ‘yaprak bile kıpırdamıyor’ sözü güzel izah eder. Karmaşa zamanları soru sorulan zamanlardır. Cevap alınsa da, alınmasa da kişinin kendisine verdiği cevabı kâfi görmesi de stabiliteyi işaret eder ki, bu durum da istenmeyen bir haldir. Tartışma olması, gelişmeyi açar. Fikirlerin uçuşması kirli bilgiyi temizler, eksik olanı tamamlar.

Medeniyet, yumruklaşmaların sonunda değil, fikirlerin çarpışmasından doğar. Her hal ve karda hoşgörü ile fikre mukabele edersek, gelişmeleri izleyebiliriz.

Ayrıca, medeniyet sonuçtur. Sonuca varmak için öncelikle sebeplerin var olması lazımdır. Gelecekte bir medeniyet tasavvuru olanların, geleceğin sebeplerinin şimdi yaşandığını fark etmesi ve yorum ve eleştirilerini bu sebepler üzerine inşa etmesi elzemdir. Geleceğin sebeplerinin deşifre edilerek okunabilmesi, medeniyetin kanatlarını teşkil edecektir.

‘Okunabilmesi’ dediğimiz, bilgi edinme ile ilgilidir, bilmeyle. Özgürleşmenin yolu ilimden geçer. Özgürlüğün bulunmadığı beyinlerde ilmi ilerlemeler olamaz. Bu sebeple Hz. İsa “Bilgi edininiz bilgi sizi kölelikten kurtaracaktır” buyurmuştur. İlmin öğrenileceği mekân ise bu dünyadır. Cemil Meriç’in, ‘Mağaradakiler’ eserinde vurguladığı Platon’un mağara insanlarının, kaçarak kurtulması ve ayı, güneşi, sudaki yansımaları seyrederek (öğrenip bilerek) gelişmesi, medeniyet merdivenlerinden nasıl çıkılacağını da mecaz yollu anlatmaktadır.

Doğuş, hep bir sıkıntının, hep bir kaosun üzerine olur. İçinde bulunulan durum, kavramlar kaosu olarak adlandırmak mümkün. Buradan çıkış yolu bulunacak ve kutlu yürüyüş hedefine varacaktır.


Bize düşen görev; çalışmak, çalışmak, çalışmaktır!..

22 Temmuz 2014 Salı

İsrail, Filistin, IŞİD, Türkmenler…


AKP’nin Cumhurbaşkanı adayının has adamı, danışmanı, milletvekili Yalçın Akdoğan: “Yazıklar olsun İsrail’in katliamlarına sessiz kalan, teşvik eden, destek çıkan ülkelere” demiş. (Star, 22.7.14)

Aslında bu tosunum Başkanı’nın propaganda meclislerinde söylediğini söylüyor, asıl eleştirdiği CHP ve MHP, bu anlaşılıyor.

Senin başkanın çıktı bağırdı, küfür etti, eleştirdi de ne yaptınız? Onu söyle sayın danışman. Lanet olsun İsrail’in saldırılarına da, onları destekleyenlere de, onları eleştirmeyenlere de… açık yüreklilikle biz bunu rahatlıkla söyleriz.

Evlatlarınızın onlarla ticaret yapmaları hususunda niye bir şey söylemezsiniz,

Van minit’in bir kurgu olduğunu ifşa eden kendi adamanızın sözlerine karşılık hiç mi diyeceğiniz yoktur,

Yoksa İsrail saldırıları, sizin propagandanızı kuvvetlendirmek uğruna mı yapılıyor, onlar vuracaklar, siz bağıracaksınız. Hem sizin taraftarlarınız hem İsrail taraftarları saflarını sıklaştıracak ve siz kazanacaksınız, sevsinler sizin acemice oyununuzu,

Peki,

İsrail’e biz de küfür ettik.

Şimdi sizden, aynı tonda IŞİD’e küfürler, lanetler, eleştiriler yapmanızı bekliyoruz.

Haydi, haydi korkmayın.

Kerkük, Telafer, Musul, Tuzhurmatı’da meydana gelen katliamları lanetleyin.

Yazıklar olsun, Türkmen katliamına sessiz kalanlara.

Yazıklar olsun, oy devşirme hesabını yaparak, düşmanla işbirliği yapanlara,

Yazıklar olsun, yalanla, dolanla, talanla halkı soyup soğana çevirenlere,

Yazıklar olsun.



20 Temmuz 2014 Pazar

Yaşananlar Kaostur!


“Biz insanlar hayat ve kâinatın hakikat ve mahiyetini anlayamıyoruz. En iyisi mi, kendimize en iyi hal ve hareket yolları seçme işi ile uğraşalım” (Sokrat)


Akıl tutulması mıdır nedir yaşanılan, bir türlü anlamlandıramıyorum. İzahta güçlük çekiyorum. Ya, düşünme yetimizi kaybettik, ya da eziyet çekmekten, korku duyarak yaşamaktan zevk alır hale geldik. Nasıl bir hal ise, toplum olarak, hep birlikte hareket edip, kösemenin peşinden yardan atlamak üzereyiz. Hayır olsun, hayır dileyelim.

Çocuklar dağa kaçırılıyor, konuyla ilgili söylenilenler şunlar:

1. Kaçırılma yok, gönüllü gittiler. 2. Götürdüğünüz gibi getirin. 3. Biz getireceksek, senin işin ne? 4. Çocukların analarına para verildi, ücret karşılığı oturma eylemi yapıyorlar. 5. Ortaokul ve lise çağındaki çocuklar terör baronları tarafından ölüme çekilmekte, kullanılmak ve çatışmaya sokulmak üzere dağa götürülmektedir. 6. Çocuklar getirilmezse B ve C planlarımızı devreye sokarız 7. Erdoğan’ın B planı Öcalan’a yalvarmak, C planı Öcalan’a bir daha yalvarmak. 8. Mutlaka ki, çocuklara Türk askeri düşman olarak gösterilmektedir. 9. Başbakan Erdoğan çocuk kaçıran PKK’dan yardım dilenmektedir.

Memleketin bir bölgesinde, eli silahlı PKK grubu yolları kesiyor, tam 9 gün trafik duruyor. Hayat duruyor, oralı olan yok. Resmi görevli Korucular öldürülüyor (8 korucu şehit edilmiştir) bir tek Allah’ın kulu çıkıp da neler oluyor diye soramıyor. Küçük bir grup, yüzleri açık, adresleri belli oldukları halde, büyükşehirlerde protesto yapmak isteyince, polis kuvvetleri acımasızca, gaz, su, job gibi silahlarıyla saldırıya geçip, masum protesto ve talepleri orantısız güç kullanarak dağıtıyor. Yüzleri maskeli bir grup polis kuşatması altında fakat hiçbir polise, anlaşılmaz bir şekilde müdahale fırsatı verilmemiş olduğu halde gösterilerini yapıyorlar. Havai fişekler, taşlar, sopalar, Molotof kokteyller gırla gidiyor. Nereden geldiği bilinemeyen kurşunlarla iki kişi ölüyor. Daha sonra polis, lütfen harekete geçiyor. Küçük grup kaçarak dağılmak zorunda kalıyor. Devletin Valisi terör örgütü elebaşına saygılarını sunuyor, bağlılığını bildiriyor. Valiyi eleştirenleri eleştiriyor iktidar yetkilileri. Terör örgütü, yaptıkları eylemlerin, halk eylemleri olduğunu anlatabilmek için, başı yaşmaklı anaları, mektepli çocukları sahaya sürüyor. Taş atan çocuklar, örgütten bağımsız gibiy(miş) gibi lanse edilmek isteniyor. Devletin yapmaya çalıştığı karakolların (kale-kol) yıkılması talepleri var. İnşaatlarda görev yapan mühendisler kaçırılıyor. Terör yanlıları ellerinde ağır silahlarla yol kesip kimlik kontrolleri yapıyor. Makineler ateşe veriliyor. Memleketin tam ortasında inşaa edilen tren yollarına sabotajlar yapılıyor. Elektrik kabloları kesiliyor. Türk Devletine karşı bir halk ayaklanması var(mış) intibaı yaratılmak isteniyor.

Karanlık merkezlerin planlarına benziyor, Tunus’ta ve Mısır’da denen oyunların çok benzeri.

Bir tarafta zafer çığlıkları var, idareciler duymazdan geliyor. Zafer naralarını işiten evladı vatan, ne yapabilirimin telaşında! Sokağa çıksan üç-beş kişi eylem var zannıyla polis ateş püskürüyor, eylemin bilinçli ve taşlı-sopalı-molotoflu yapıldığı yörelerde sesi çıkmayan devlet kuvvetleri üç kişiye aslan kesiliyor. Yetmedi, en üst düzey idarecinin yardımcısı bile tekmeyle karşılık veriyor. Zevkin doruklarını tüm parti birlikte yaşıyorlar. Tekmeci yardımcı, kahraman ilan ediliyor. Hemen terfi ettiriliyor, uyduruk bir istifa ile. Ne kahramanı, kime karşı kahramanlık, tam anlaşılamıyor!.

“Plansızlık, basiretsizlik, ferasetsizlik, bilgisizlik, alınganlık, doğruyu sadece ben bilirim ve yaptığım her şey doğrudur gururu içinde olanlar sayesinde; Kuzey Suriye’de bir PKK devleti denebilecek bir oluşum ortaya çıktı.” (18 Şubat 2013 dusunceatolyesi.com)

Resmi tam olarak seçebiliyor muyuz? Flu, karanlık, anlaşılmaz bir tablo. Dalgaları azgın denizlerdeki sefa turlarına benziyor halimiz. Yıldırım ha düştü, ha düşecek. Paratönerin kablosu tam ortadan kesilmiş. Bir tarafa göre ölüm ve parçalanış mükedder. Diğer taraf tevekküle sığınmış, eli kolu bağlı sessizce olanları takip etmekte. Köpeklerin, çakalların izleri ‘at’ izidir dayatmasıyla yutturulmaya çalışılıyor. Sabırla, fırtınanın dinmesini bekliyoruz.

Doğrusu bu tablodan bir medeniyetin fışkıracağını sezebiliyorum. Her yükseliş, karanlıkların, dalgalanmaların, vuruşmaların sonunda vukuu bulmuştur. Hatta bu andan itibaren dünya literatürüne girecek muhteşem romanların, hikâyelerin, şiirlerin yazılabileceğini de düşünüyorum.

Sanatçı ruhu, zor şartları alt edebilirse, sonu ferah eserlerin vücuda gelmesi kaçınılmaz olur.


“Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Arif anı seyr eyler / Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

18 Temmuz 2014 Cuma

Bilmece *


Vatan bağında gül de yetişir, diken de.

Dikensiz gül bahçesi aramak beyhudedir. Gül, dikenle vardır. Gülün gelişmesi, serpilip boy vermesi için sulamak, çapalamak, gübrelemek ihtiyaçları vardır. Sakın ola ki, gülle birlikte dikeni de büyütmeye, çoğaltmaya kalkma, ancak onun yaşamasına da müsaade et. Çünkü gülün gadri, dikene katlanmakla bilinir. Bu gadre, gösterdiği sabır ve dayanma gücü ile ulaşır.

Vatan bağında gül de yetişir, diken de.

Arifan şöyle kabul eder:

Gül de bizimdir, diken de.

***

Kocaman ve karmaşık bir bilmecedir dünya!.

Esasen karıştıran biziz. Bilmece çok basit sorulmuştur: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”. (Araf/177) Olumsuz soru olması işleri değiştirmez. Olumsuz soru cümlesi, cevabını da içinde barındırır da ondan. Verilecek cevap, soru cümlesinin içinde gizlenmiştir. “Evet.”

Bilmece sorusu içinde ayrı bilmecelerde bulunabilir. Bu soruda da var aynısı. Mesela, niçin “Allah’ınız değil miyim” diye sormuyor? “Rabbiniz” özel olarak seçilmiş ve sorulmuş. Kelimeler önemlidir, üzerinde durulmaya değer. Çünkü her kelime milyonlarca yıllık tarihi, ilmi birikimin manasını taşır. O halde ilk çözülmesi gereken ‘Rab’ kelimesidir.

Şimdi bir kelime üzerinde daha duralım: “Nefsini bilen Rabbini bilir”. Buyurun. “Nefis” ve “Rab”.

Bir kere, bizden ayrı, göklerde, uzaklarda bir tanrı inancımız varsa, bu bilmeceyi çözemeyiz. Soru, içinden geliyor, öyleyse cevabı da içinden arayacağız!. Arifler de şöyle söyler: “Her ne ararsan kendinde ara”!.

İnsan, âlemin özeti. Âlemde ne bulmak istersen kendine eğil, bir cevabı mutlak vardır. İnsan tektir, bir benzeri daha yoktur. Benzerinin olmaması, Rabbin Tekliğine işaret eder. İnsan nefsi ile vardır, nefsini secde ettiren, Rabbini bilir ve insanlık makamına ulaşır.

İşte, ayet-i kerimede de “değil miyim” sorusu, nefsi şahitlendirerek sorulur.

***

Duyabiliyor musun yağmurun sesini, kulak ver. Ne ninniler, ne nağmeler mırıldanır duymak isteyene.

İlk fısıldadığı da şudur; inerek yeryüzüne, gül ve diken ayırmadan rahmeti sunmak.

***

Hâsılı karmaşık bir bilmecedir hayat ve hayatın soruları.

Gülmek isteyen dikenden uzak dursun, dikeni işkillendirmeden.

***

Niyazi Mısrî ‘Divan-ı İlahiyyat’ında bir şiirinden bir beyit şöyledir:

“Mantık-at-tayr’ın lûgâtı muğlakından söyleriz,
Herkes anlamaz bizi, bizler muammâ olmuşuz.”

*(Lügaz, muamma: anlaşılmaz iş, anlaşılması zor olan sır, bilinmeyen hâl, karışık şey)


17 Temmuz 2014 Perşembe

Katar, Türkiye, Gizli Toplantı


Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamad Al Sani, gece yarısı Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile saatler süren bir görüşme yapıyorlar. Basına kapalı olan görüşme hakkında açıklama da yapılmıyor. (Gazeteler)

Kimdir bu zat?

Suudi Arabistan ile birlikte, Ortadoğu’daki dalgalanmaların finansmanını ve lojistiğini sağlayan bir devletçiğin başkanı.

Son gelişmeler nedir?

Selefi IŞİD sürüsü, Türk Konsolosluğunu basarak, çalışanları esir etti. Musul’u işgal etti, Bağdat’a doğru yürüyüşleri devam ediyor, önlerine gelen ve şii-aleviliği çağrıştıran isim taşıyan Müslümanları kesiyorlar, Suriye’de güçlenmeye devam ediyorlar, yakıp-yıkıyorlar.

Ayrıca, Sinan Ogan’ın meclis kürsüsünden bildirdiğine göre, Bu eli kanlı pislikler Türkiye’den de militan topluyorlarmış. Kaldı ki, Başbakan Yardımcısı tarafından bu durum açıklanmıştı.

Demek ki, Ortadoğu’yu karmaşanın içine sürükleyenler, basından da kaçarak yaptıkları toplantıda yeni kararlar aldılar.

Önümüzde karanlık bir süreç var. Ancak, aynı zamanda AKP’nin C.B. adayı da olan Başbakan Erdoğan’ın, bu karanlık sürece geçebilmek için, seçimlerin sonlanmasını bekleyeceğini tahmin etmek zor değil.

Gariptir, IŞİD saldırıları hazla devam ederken, İsrail’in de Gazze’ye saldırısı at-başı devam ediyor. Çıkıp söylenen bir-iki laftan başka yapılan bir şey yok. Oysa Musul baskının yapıldığı gece (izleyen günlerde de olabilirdi) Musul’a girilip, IŞİD’in önü kesilseydi, bunların hiçbirisi olmayacaktı.

Korkarak, çekinerek, yabancıya danışarak, onların görüşleri doğrultusunda devlet yönetilemez.

Bırakalım büyük devletleri, daha henüz devlet bile olamamış ağabeyini Barzani’den de mi ders almıyorsunuz. Bakın o adam gibi, kendi devletçiğinin menfaatleri doğrultusunda, şehirlerini terk eden Türkmenleri kendi coğrafyasına bile sokmadı. Üstelik vardı Kerkük’ü işgal etti. Bırakalım da büyük devletleri ağabeyinizden bari örnek alın.

Stratejik derinlik neymiş görün. Bırakın Katar’la, Suudi Arabistan’la ortaklaşa Müslüman katletmeyi, onlardan kimseye bir fayda gelmez. Onlar tamamıyla ABD’nin düdüğünü öttürüyorlar.


15 Temmuz 2014 Salı

‘Din Adamı’ Tartışması


Kendini ‘Din Adamı’ sıfatıyla adlandıranlardan değilim. Ne İlahiyat eğitimimiz var, ne de İmam Hatip Okulu. Okuduğumuz bir-kaç satır kitaptan, dinlediğimiz üç-beş vaazdan maada din bilgisi aldığımız da yok.

Doğrudur, insanların en kolay laf dolaştırdığı alan dindir. Hemen herkesin her dini konuda bir fikri, bu fikir üzerine de geliştirdiği bir takım dini temaları vardır. Kendini bu konular üzerinde konuşmaya ve tartışmaya ehil görür.

Konular, insanların konuşmaları ve birbirlerine bilgi aktarmalarıyla genişlik/derinlik kazanır. İsterse bildiği ve inandığı yanlış olsun. Fikrini özgür ortamda ve inanarak açıklıyorsa, bilerek ve isteyerek ‘yıkıcılık’ yoksa bundan bir zarar gelmez. Tam tersi, yanlış bilinenler diğerinin açıklamasıyla doğrultulur, artık yanlış bilgi sahibinin düzeltme yapıp, yapmama hakkı kendi iradesine ve kabullerine bağlıdır.

Pek çok makalede, kitapta okuduğumuz, pek çok itibar edilen ilim adamından duyduğumuza göre, ‘Din Adamı’ tabiri yanlıştır. Ne kitabımız Kur’an’ı Kerîm’de, ne de günümüze ulaşan hadis-i şeriflerde ve ehli irfanın bıraktıklarında bu tanımla karşılaşmayız. Söylenildiğine göre de İslamiyet’te ruhban sınıfı yoktur, din adamı tanımlamasından, ruhbanlık sınıfına adım atılabileceği tembihlenerek, bu tanımlamadan kaçınılmasını istemektedirler. Biz de bu açıklamaya göre hayat tarzımızı düzenleyenlerdeniz. Bizdeki sıkıntının kaynağı ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ organizesidir. Camilerde namaz kıldıracak ‘İmam’, yardımcısı ‘Müezzin’, geniş zamanlarda halkın aydınlatılması için ‘Vaiz ve vaize’, Kur’an’ı Kerim’i öğretmek için açılan kurslara tayin edilen hocalar diyanetin resmi kadrolu elemanları olup, aylık gelirlerini de devlet bütçesinden almaktadırlar. Bu itibarla, Diyanetin atadığı kişilere ‘Din Adamı’ denilmesi gelenek olmuştur. Lakin anılan bu kadrolular kendilerini geliştirememekteler. Geçmişten öğrendikleri kadarıyla işlerini yürütmekteler. Konuşmalarının arasına sıkıştırdıkları ayet ve hadislerle dini vaaz verdikleri intibaını yaratmaktalar, dinleyiciler de konuya yabancı olduklarından ne itiraz edebilmekteler, ne de bir soruyla karşılık vermekteler. Sadece dinleyip çıkmaktalar ve anlatılanlar orada kalmakta.

Oysa toplum hayatını düzenleyici bir işlevi olmalı bu tür faaliyetlerin. Görevlilerin tavır, hareket ve hitabetleri hayatın içinden, toplumun dinamiklerinden örnek alarak ahaliye intikal ettirilmelidir. Halkın büyük çoğunluğu fakirlik sınırında, önemli bir kısmı da açlık sınırında yaşamaktadır. Kur’an yaşayan, konuşan kitaptır. Problem çözen kitap seviyesine indirgemeden, Kur’an’ın; halkın sorunlarına, yaşam tarzlarına, işlerine, güçlerine, aile meselelerine, yaşadıkları toplum içindeki gelişmelere, devletin, yasaların ve yargı teşkilatının adaleti eşit olarak dağıtıp dağıtmadıkları hususlarında, toplumun kazandığı ekonomik değerlerin, aralarında emekleri oranında (mümkün mertebe) adaletli dağıtılıp dağıtılmadığını incelemek ve sorunlara çözüm getirmek vardır.

Böyle değilse, insan nefsinden kaynaklanan haset, hırs ve kıskançlık illetleri baş verdikçe toplum içinde huzursuzluk yayılır ve önlenemez boyutlara ulaşır. Çünkü Hz. Ali buyurmuştur; “Aç adamın dini olmaz”!. Bu kelamdaki ‘aç’lığı, karın açlığı olarak okumakta mümkün, daha geniş anlamında, ilim açlığı, adalet açlığı, güzellik açlığı olarak da okumak mümkün. Biliyoruz ki, Diyanet görevlileri olanlar, sohbetlerinde, vaazlarında toplumun dinamiklerini ayarlayan konular yerine, namaz kılmak, oruç tutmak gibi dinin ferdi ritüellerini öne çıkarmaktadırlar. Doğrusu, amacından çok uzaklaşmış bir program üzerine devam ediyorlar.

‘Aç’ insana, ne kadar namaz anlatırsan anlat, asla duyuramazsın.

Metin Boşnak Hoca’ya kulak verelim: “Batı’da din ve bilim boyutunda gerçekleşen savaş, aslında ‘din adamı’ ve ‘ilim adamı’ arasında oldu. Bu da daha önce başlayan ve Kilise ve Devlet arasındaki iktidar savaşının yeni boyutunu ifade ediyordu: bilimsel gerçek ve dinsel gerçek. Ya da akademi ve kilise. Ya da laboratuvar ve nefis muhasebe hücreleri. Kilisenin etkisi ve nefsin yankı hücreleri daraldıkça, kapitalizmin ruhu ortaya çıkmaya başladı. Weber Protestanlıkla Kapitalizm bağlantısı kurarken, dâhili murakabe yerine harici muhasebeleşmeyi vurguluyordu. Nefsin terbiyesi, Doğa’nın terbiyesiyle yer değişti. Doğa’nın zaptı, başka insan doğalarının zaptına evrildi.” (28 Aralık 2011, haberiniz.com.tr) demek ki, kadim bir kavgadır, din adamları ve ilim adamları arasındaki kavga. Arada halk hangisine tabi olacağını şaşırmış durumda.

Bizim ‘din adam’larımız gerçeğin yalnızca kendilerinden çıkacağının iddiasındadırlar. Bu yanlış bir kabuldür, temelsiz bir iddiadır. Gerçeklerin gün yüzüne çıkma âdeti vardır, fakat kimden zuhur edeceği belli değildir. Bu bir ilim adamı da olabilir, toprağında çapa yapan bir çiftçi de olabilir, bir çocuk da olabilir.. önemli olan, sunulan gerçeği sahtesinden ayırt edebilmektir, kimin tarafından dillendirilmiş olması değil (çünkü o kişinin halini bizim anlamamız zordur). Günümüz artık, vahşi kapitalizmin işgali altında. Dağlarımız, tarlalarımız, fabrikalarımız, okullarımız, ne varsa tamamı onların işgali altında. Böyle olunca, sosyal desteksiz ve aç kalan insanların manevi tefekküre geçip, manevi alanda ilerlemeleri de mümkün olamaz. İşte, hocalarımızın üzerinde duracağı konu bu olmalı. Doğası zapt edilen insanımızı vahşi kapitalizmin esaretinden kurtarmak.

Bırakalım, birileri bir fikir söylüyorsa ki, size (din adamlarına) ters bile geliyorsa, bu sorudan bir hayır umun ve hayır yorumlayın.

Bu kadar lafı niye ettiğimizi soracak olursanız:

İlgilisinin dikkatini çeker ve okur, yorumlarsa amacımıza ulaşmış olacağız.

Allah Büyüktür!..

Nadim Macit Hoca’nın 20 Ocak 2012 tarihinde Ortadoğu Gazetesinde yayınlanan, Hz. Ali Hutbelerinden birisini anlattığı makalesinden bir iki cümle alarak bitirelim:

“Ey insanlar, inatçı ve kindar bir dönemde bulunmaktayız. Bu dönemde iyi ve temiz insanlar kötü sayılmakta; zalimler, zulümlerini giderek artırmaktadır. Bildiklerimizden faydalanmıyoruz, bilmediklerimizi sormuyoruz, her yeri kuşatan ezici musibetlerden bizim başımıza gelmedikçe korkmuyoruz…”

Fakir’den size bir tavsiye:

Siz, siz olun düşünenlerin, düşüncelerine ket vurmayın. İnsandan zuhur eden her fikir değerlidir. Tartışabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, ama asla düşüncesini sınırlandıramazsınız.

Her düşünce saygıyı hak eder.


Çünkü Hakk’tır.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri üzerine

Cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu’na, Tuncay Altıunezen, Hasan Sami Bolak, Alper Aksoy gibi arkadaşlarımızın muhalefet ettikleri görüşlerinin tamamını takip ettim (kaçırdıklarım olabilir). Şu kanaatimi belirtmeliyim. Bu tartışma çok yararlı olmuştur. Muhalif fikirler, konunun anlaşılması adına yeni düşüncelerin üremesine sebebiyet vereceğinden, konu üzerinde hiçbir fikri bulunmayan kişiler bile, inanıyorum ki, düşünmeye başlamışlardır. Bunlar iyi gelişmelerdir. Faydalı mülahazalardır. Ayrıca, bir grubun içinde herkesin aynı lafları etmesi zaten çok sıkıcı bir şey olurdu, nitekim AKP’li yandaşlar içinde bu durumu görüyoruz. Farklı bir söylem geliştirmeye çalışanları gruptan hemen tart ediyorlar. Tabi onlar ileri demokrasiyi yaşıyorlar, bizler daha o aşamalara gelemediğimizden, tartışmaya devam ediyoruz. Ben güzelliği tartışmada buluyorum, doğru olanın bizimki olduğuna inanıyorum. İstişare ile çözülemeyecek problemin olmadığını düşünüyorum.

Türk demokrasi hayatında pek rastlanmayan bir uzlaşma olmuştur. Bu ‘uzlaşma’ değerlidir. Bir fırsat koyuyor önümüze, 12 yıldır yazılarımızla, fikirlerimizle savaştığımız gruba karşılık çıkarılan bir ortak adayla seçime katılmanın üstünlüğünü kavrayabilmeliyiz. Bu aşamada, daha iyi bir aday bulunamaz mıydı? Elbette bulunabilirdi. Peki, CHP’nin çıkaracağı bir adaya Ülkücüler olarak %100 destek verebilecek miydik? Tersi, MHP’nin adayına CHP’lilerden %100 destek bulabilecek miydik? Soruların cevabı hayırdır. Çıkarılan adaya, hem CHP ve hem de MHP içinde muhalefet eden kesimler vardır. Tercihler farklı olsa daFormun Altı
, hepsinin itirazları aynı nokta üzerine oturuyor.

Şunu da ayrıca belirtmeliyim: MHP kendi adayını çıkarsaydı, eminim ki, benzer tartışmalar yine yaşanacaktı. Çünkü ne yaparsa yapsın, ‘Balgat’tan çıkacak karar önemli kesimi memnun etmeyecekti. Öteden beri eleştirilerini takip ediyor, tavırlarını çözmeye çalışıyoruz. İkna olması mümkün olmayan kesilen parmak ucundan muhalif renkli kan akan arkadaşlarımızın ne imkânı mümkün, ne de teskin edilmeleri. Ortada fol yok, yumurta yokken bile ne tenkitler, ne hakaretler okuduk bu sayfalarda unutulması zor.

Şimdi bir uzlaşma vardır, bu uzlaşı çatısının altında “Vatanın bütünlüğü ve milletin geleceği” esası kabul edilerek, “Milletin kurtuluşu yine millettedir” esasıyla birleşilmelidir. Demokrasi tarihimizin bu büyük uzlaşma pratiği heba edilmemelidir.

Hasan Sami Bolak Hoca, saygıdeğer büyüğümüzün bir-kaç satırlık da olsa ilminden istifade etmişliğimiz vardır. Eğer, yükümüzü havaleli saramamışsak, biraz da hatayı kendinde aramalı hoca. Çünkü hocanın ilk işi, öğrencisinin küçük kafasının büyümesini sağlamaktır. Ayrıca, tüm eleştirilerinizin doğru olduğuna da inandığımı bildirmeliyim. Bir eksiğiniz şudur: içinde bulunduğumuz durumda yapılacak eylem nedir? Yaptığımız doğru olacak mıdır?

Tuncay Bey, “ehven-i şer” tabiri yanlıştır ve safsata hukuk teorisinin içinde varmış gibi cahil millete dayatılan, muhafazakâr bir tehdittir. Böyle bir şey yoktur. İki kötünün toplamından bir iyi çıkmaz.

Tekrar söylemek faydalı olacaktır.

İstişare farzdır. Uzlaşma, istişare sonucunda oluşmuştur. Bulunan ve çoğunluğun onay verdiği aday üzerinde anlaşmanın doğru olacağını düşünüyorum.

Bu sebeple, istişareyle, müşavere ile, en az beş siyasi kuruluşun üzerinde tartışarak, düşünerek, uzlaştıkları adaya oy vereceğimi bildiriyorum.

Medeniyetin Doğumu


‘An’, idrak edilmesi, yaşanılması belleğin, formatlanması akabinde gerçekleşir. Çöp yığını haline dönüşen beynin selamete ermesi ve çalışma ve yönelme eğilimine başlamasıyla, yeni yorum ve eleştiriler geliştirilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur; eleştiri ve yorumlar önceki bilgiler üzerine bina edilir. Ancak bu inşaa sırasında yeni açılımlar, şeni şerhler, yeni fikirlerle, yeni yorumlar yapılır. Bu durum, gelişmekte olan medeniyete işaret eder. Şunu da unutmamak lazımdır, her gelişme bir öncekinin ölümü demektir. ‘Her nefeste ölür, yeniden diriliriz’ cümlesinde bu anlam vardır. Ölüm ile yeni hayatlar vücut bulacaktır. Dikkatli okuyucuların anlayışından kaçmamıştır. Aslında ölüm de yok, doğum da. Devam eden de yok, duraklayan da. Başı da yok sonu da. ‘AN’ içinde olağan seyir hepsi bu. Birbirinin devamı değil, her An’da var olan.

“Hak bir gönül verdi bana, ha! Demeden hayran olur
Bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur. (Yunus)

“Dem gelir şadan olur, dem gelir giryan olur”, hallerden hallere geçer, her biri zevktir. Şadan olduğunda da, giryan olduğunda da yaşayanın hali aynıdır. Her an da olan, her ‘dem’ de olan dilim varmıyor ama varlığın devamıdır, başı ve sonu olmayan Tek varlığın.

Medeniyet buradan doğar.

Muhafazakâr akıl, asfalt yapımını, beton duvarları, alış-veriş çarşılarını medeniyet sanır.  Oysa medeniyet, o asfaltın, o betonların, o AVMlerin içinde saklı, içinde canlılığını yaşayan, içinde ruhunu taşıyan organizma. Eksik akıl, maddeyi medeniyet ismiyle anarken, medeniyetin sunduğu refahı, saadeti, huzuru yaymayı ihmal eder. sosyal devlet zehabıyla, makarna-kömür dağıtımını medeniyetten sanır. Oysa, medeniyet ve sosyal dayanışma, devletin makarna-kömür dağıtımıyla yara alır. Medeniyet zedelenir. Devletin makarna dağıtması değil, sosyal hayatta, emeği ile geçinenlerin alın terlerinin korunması, haklarının dağıtılması, sigortalarının eksiksiz yapılması, sigortanın sağlayacağı tüm hizmetlerin ayırım gözetmeden sahiplerine verilmesidir sosyal devlet. Sosyal devletin tüm anlamının kurulduğu ortamlarda medeniyetten söz edilir.

Medeniyetin temel harcı insandır. Kurucu insan, insan ihtiyacı ve dünyanın imarı. İhtiyaç, bilgiye doyumsuzluktan kaynaklanır. Öğrenildikçe, ne kadar cahil olunduğu anlaşılır. Medeniyet bilgidir. Bilgi ise bilendedir. Bilen, Rabbini bilendir. Rabbini bilen ise nefsini bilendir. İşte, medeniyet kurucusu. Kurucunun, muhafazakâr topluluk içinden çıkması hayaldir. Çünkü onun kendine has bir imanı, bir Allah inancı, atalarından bellediği din-ü diyaneti var ve bu kalıplarını kırması, parçalaması imkânsız değilse de, çok zordur ve geçmişte bir örnek hatırlamıyoruz.

Ayhan Eralp Hoca yalvarırcasına dil döküp, kalemler eskitiyordu:

“Sen, siyasetin çirkin tuzaklarına, ucuzluğuna ve kolaycılığına davet eden bezirgânlardan uzak dur. Siyaset cambazlarına itibar etme ve onlara malzeme olma. Sen bir medeniyet savaşçısı olmak ve medeniyetimizin tuğlalarını ellerinle yapmak mecburiyetindesin. Bırak onların yardımına manda bacaklı, gergedan beyinler koşsun. Sen fikir sefaletinden bizi kurtarmak mecburiyetinde olansın.”

***

Yazımız kırıldı.

İki profesör, yazımızın belini kırdı. Şimdi oraya doğru uzanalım. Medeniyet konusunun dışında değil çünkü.

***

Din Adamı Kisveli Aldatıcı

‘DİN’e dair bir gram bilgisi varsa namerdim.

Ama İLAHİYAT Profesörüymüş.

Bizim, bakkal Topal Niyazi’nin dükkânında da satılıyor diplomalar, herhalde oradan almış, pardon bunlar almayı sevmezler, oradan verilmiştir. Para vererek, emek harcayarak bir şey satın almayı, edinmeyi ne bilirler, ne severler ille de verilecek!

Bunlar, sınavsız seçilerek yüksek lisanslarını yaparlar,

Sınava girmeden, girse bile bilmeden derslerini en iyi notlarla geçerler.

Akademik unvanlarını, hiçbir orijinal tez hazırlamadan alırlar (verirler),

Bunlar, çalışmayı da sevmezler, üretmeyi de sevmezler.

Sadece bildiği üç-beş hikâyeden ibarettir.

Ha, ağlamayı, tabi ki yalandan ağlamayı çok iyi becerirler.

Sadece, YUH, YUF…

Diyorum.

Gözüne dizine dursun, diyorum.

***

Diğeri edebiyat profesörüymüş, bir de Rektör Yardımcılığı sıfatı verilmiş. Akademik unvanları bitirmiş, idari kademelerde de gidebileceği kadar gitmesine yol verilmiş.

Yeniçağ’ın 29 Mayıs tarihli sayısında, bu Rektör Yardımcısı Profesör haberi şöyle:

“Medine Sözleşmesi’nin demokratik özerkliğe ve öz savunma konularının düzenlenmesine referans olabileceğini savundu. Sözleşmeyi orijinal metinlerden okuduklarını söyleyen Prof. Yıldırım, geçmişte Osmanlı ve Kürtler arasında uygulanan sözleşmenin bugün de uygulanabilir olabileceğini vurguladı. Yıldırım, ‘sözleşme uygulanırsa Kürt sorununun çözümü bağlamında demokratik özerklik ve öz savunma konularının düzenlenmesine referans olabilir’ dedi. Sözleşmenin, Türkiye’de yaşayan diğer inanç ve halkların sorunlarını da çözebileceğini savunan Prof. Yıldırım, ümmet anlayışının, İslam kardeşliğinin tüm inanç ve halkların kardeşliği olduğuna dikkat çekti.”

Maşallah, ne âlimler! Yetiştirmiş biz eğitim sistemimiz!

Türkiye düşmanı bir ülke ajanına, bir rapor yaptırılsaydı ancak bunları söyleyebilirdi.

Bir de kullandığı ve yaslandığı kaynağa bakar mısınız? Dinciler kervanına, özerklik isteyenler, öz savunma sistemini kurmak isteyenler, kısaca bölücüler de katılmış.

Vah, vah, vah ki, vah!...

Sahi, medeniyet yazacaktık.

Bu kafayla nah doğar sizin kucağınıza medeniyet!..



Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...