Faruk Beşer Hoca’nın
muhterem babaları Hakk’a yürümüş, bil vesile başınız sağ olsun, sabırlar
dilerim. Babasının vefatı üzerine gazetedeki köşesinde ‘ölüm’ü konu edinen bir
yazı kaleme almış. Yazısına şöyle başlar: “Geçenlerde bir tweet atmış ve sizce Allah’ın varlığının en somut
delili nedir diye sormuştum”. Demek, İlahiyat Profesörü
olsa bile hala Allah’ın varlığını kabul etmek için delil arıyor Hoca! Neyse,
birisi bu soruya “Ölümü
öldürememiş olmaları” diye cevap vermiş, hocanın yazısı da “ölümü öldürememek” üzerine
kurulmuş. Çocuksu bir açıklama cümlesi tebessüm etmemize sebep oldu: “Ölüm hala bilime gülerek adeta meydan
okuyor, ölüm öldürülemiyor.” Ne yapacaksınız öldürünce
ölümü bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, bu cümle devrimci tarafların söylediği
bir türkü de geçer, asıl eleştirilen o düşüncedir. İçindeki alayı da görüyoruz
tabi.
Sonra Hoca,
ilahiyatçılığını konuşturmaya başlar:
“Ölüm yaşı ortalamasının yükseliyor olması, kaderin ‘mahv ve ispat’
yönüyle alakalı bir şey. Bilindiği gibi Allah.. Her ecel için bir yazgı vardır.
Allah dilediğini siler ya da sabit bırakır. Ana kitap ise O’nun katındadır
13/39”. Buyurur. ‘Ana kitap’, yani ana hafıza, merkezi disk gibi bir şey mi?”
“Bundan şunu anlarlar: Demek ki, her insanın, kendi yaratıldığı zaman,
mekân ve şartlarla belirlenmiş mümkün/potansiyel bir yaşama imkânı vardır. O
süreyi hiçbir zaman aşamaz. Ama bir de onun, ya da diğer insanların
oluşturacağı sebeplerle mümkün olan o ecelin öne alınması, bir bakıma o sürenin
kısaltılması, imkân dairesindeki kalan kısmının silinmesi/mahvı vardır. İşte
mahv ve ispat dedikleri şey bu olsa gerek. Ve ortalama insan ömrünün uzayıp ya
da kısalması bununla alakalı. Buna insanın kadere müdahale edebileceği alan da
diyebiliriz.”
“Her ne olursa olsun, insan ölümü öldüremiyor, öldüremeyecek de. Ama
sağlıklı yaşamak imkânlarını ve kalitesini oluşturma, ya da ortalama yaşama
süresini uzatma, işte bu ispat dairesinde olmak üzere mümkün.”
Modern bilimin en büyük problemi de ölüm olsa gerek. Acaba ölüme çare bulunabilir
mi?”
“O halde ölüm, ruhun geldiği yere gitmesi olmalı. ‘Sonra O’na
döndürüleceksiniz’ anlamındaki ayetler de belki bunu anlatıyor.”
Bir ilahiyat profesörünün
ölüm hakkında söyleyebilecekleri bunlar mı olmalıydı? Öteden beri anlatılagelen
bilgileri aktarmanın ne okuyucuya bir faydası vardır, ne de kendisi için.
Ayetlere atıf var fakat ayet manaları yok! Niye böyle oluyor? Cesaretli değil
ilahiyatçılarımız. Fikir ettiklerini rahatlıkla ve korkusuzca yazamıyorlar
kanaatine varıyorum. Eleştirilmekten korkuyorlar. Kimin eleştirisinden? Tabi
ki, hocalarının ve talebelerinin eleştirilerinden.
‘Modern bilimin en büyük problemi’
neden ölüm olsun ki? Tıp ilmi, dünyada yaşıyorken, sağlıklı, sıhhatli bir ömür
yaşamak için çalışıyor. Ölümü, öldürmek için değil. Hatta insan ömrünün
uzatılması da onların konuları arasına girmez. Ömür uzar mı, uzar, kısalır mı,
kısalır. Bunun devri, zamanı, çağı nasıl olacaksa o zaman zuhur eder. Kimse de
karışamaz. Karışmak haddi de değildir.
Modern bilimin en büyük
problemi, anlamaya çalışmaktır. Bilmeye çalışmaktır. Bilim, insanın kendini
bilmesine yardımcı olacak, teorileri, çözümleri geliştirir, inceleyenler, çalışanlar,
yorulanlar da ilmin verdiklerini öğrenerek, kendini bulmaya, bilmeye başlarlar.
İlim (modern de olsa) bu anlamda vardır ve amacı da budur.
Bilimin ölümü problem ettiğine henüz rastlamadım. Tartışılır, fikirler
geliştirilir, çözüm bulunur veya bulunamaz, fakat asla ölümün problem olduğu
bir bilim dalı veya bilim adamı bilmiyorum. Hatta ölüm üzerine çokça şiir yazan
Cahit Sıtkı’nın bile problem edindiğini sanmıyorum. Ölümü anlamaya çalışmak,
problem edinmek anlamında anlaşılmamalı.
Serdar Turgut’un 19 Ekim
tarihli, “Kaç yaşında ölmeli”
başlıklı yazısı ufuk açıcı olmuş. Ölüm üzerine düşünen ilim adamlarından
bir-kaç örnek veriyor. Mesela, Ezekiel Emanuel isimli bir ilim adamı, ‘Niye 75 yaşında ölmeliyim’ başlıklı
bir makale yazmış, bu yaşta ölmeyi tercih etmesinin sebeplerini anlatmış ve 75
yaşına geldiğinde, mesela kanser filan olduğunda, iyileştirici ilaçlardan
ziyade, ağrı kesicilerle idare edip, bir an evvel ölmeyi planlıyormuş. Çünkü 75
yaştan sonrası, sıhhati yerinde bile olsa, bazı melekelerinin zayıflayacağını
hesaplıyormuş. Bakın, ölümden filan korktuğu yok, hatta ölümü öldürmeyi filan
düşündüğü yok ilim adamının.
Kaldı ki, ölümü öldürenler
biliriz bu dünyada, bakın ehli ne diyor:
“Ölümün çaresi ölümsüz olduğunu fark etmektir. Hayvan (beden) ölür; insan/şuur boyut değiştirir.”
“İnsan ilimdir” (Ruh’tur-Esmâ özellikleri bileşimidir)!.. beden/hayvan ise tükenir, dönüşüme
girer!.. böylece, İnsan, beden dediğimiz araca veda edip, oluşan ‘bilgi-şuur
potansiyeli ile farklı algı boyutunda yaşamına devam eder.”
Dünyada yaşamanın
harikulade bir fırsatı vardır. Erenlerin söylediği, en büyük makam olarak
bilinen Kulluk Makamında, kulluğun zevkini yaşamaktır. Aslında bu zevk ile ölüm
beklenir ve zamanı yetince de Hakk’a yürüyüş… Ancak, ruhun ne geldiği bir yer var
ne de gittiği.
Dönelim konumuza ve son
cümlemizde şunu hatırlatalım.
Bildiğini sandığın kısır
bilgilerle, onu-bunu eleştireceğine, otur adam gibi tefekkür et ve bize de
anlat gerçeği. Eksik ve eski bilgilerin, ilmi ilerletmek ve anlamak için
başlangıç olabilir ama asrı anlamaya kâfi değildir.
Yolunuz açık olsun.
Doğruyu en doğruyu bilen
Allah’tır.
İlhan Yalçın :
YanıtlaSilAn gelir
Ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür
son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür
Atilla İlhan