Hayallerde yaşadığının
binde biri kadar yere bassaydı ayağın, anlardın dünyanın kaç köşe bucak
olduğunu. Dünya hayalden ibarettir derlerdi de inanmazdım, öyleymiş meğer.
Hayal, gölge, yansıma. Bir türlü ayağın yere basamaması da zaten, hayal
olduğunu anlatıyor. Yine de, oluşumlara, gösterilen resimlere göre anlayış
zuhur ediyor. Bulunulan yere, andaki idrake göre. Hepsi bu.
Oysa biz, nelere nelere
sahiptik hayallerimizde, rüyalarımızda. Doğrusu mesuttuk da o günlerde (bu
saadet, cenneti ifade ediyor olabilir). Bilmediğin bir âlemde,
bilmediğin ilmin derinliklerinde, bilmediğin derin suların serinliğinde
yaşarken, aklına geldiği gibi olan hayatın, bitmez tükenmez dik çıkışlarının
bir gün tesadüf edeceğini de bilemezdik tabi. Buna da kısmet diyorlar, bizde
öyle biliriz. Kısmette yoksa dayak bile yemezsin merak etme derler ya, öyle bir
şey işte.
Kader ağlarını örer derler.
Şimdi, balıkçı korunağında demirlemiş teknelerde bir faaliyet var, av mevsimi yaklaşıyor.
Balıkçılar da ağların örüyorlar. İnce işçilik lazım bu iş için. Kaçan balığa
üzülmemek, ah vah etmemek için, şimdiden dikkatli çalışmak lazım. Ağ, ekmek
kapısı. Örüldükçe, gelecekte kazanılacak ekmeğin refahın, giderlerinin
karşılanması da bu ağlarla mümkün olacak. Ağ örüyor balıkçılar. Geleceklerini
kurmak, çocuklarının giderlerinin karşılamak için. Balıkların sonu uğruna
örülür ağlar. Birisinin hayrına, diğerinin… Ağ örüyor balıkçılar… Şöyle bir
düşündüm de, balıkçılar kadar olamadık şu dünyada, geleceğimizi kurtarmak
uğruna bir ağ bile öremedik.
‘Geleceğimizi kurtarmak’
cümlesindeki, ‘gelecek’ kelimesine takıldım şimdi. Biraz yanlış gibi duruyor.
Niye gelecek? Ne olacak gelecek de? Sanki geçmiş mi var ki, gelecek olsun? Neye
göre, hangi ölçüye göre geçmiş ya da gelecek? Bir nesnenin, öbür nesneye göre
uzaklığı, arası, uzunluğu, kısalığı, eğriliği, doğruluğu… Ölçülür. Geçmiş veya
geleceği neye göre ölçeceğiz ve anlamlandıracağız! Bir şeyin, bir şeye göre
geçmişi veya geleceği.
Abdülkadir Geylani
Hz.lerinden şu cümleyi hatırlıyorum: “Gelecek günü, geçmişin yanına bırak, yarının gelmesini düşünme,
işlerini bugünde bitir. Yarın, sabah olduğunda, bu hayata veda etmiş
olabilirsin.” Gelecek, geçmişin yanına bırakılırsa, geriye
şimdi kalır. Şu an. An, Dem kalır. Peki, bizim çabalarımız, yorulmalarımız
boşuna mı? Bu derece, kazanma hırsına kapılmamızdan bize kalacak olan sadece
yorgunluk mu, boşa geçen zamanlar mı? Ehlullah diyor ki; “Şah damarından daha yakın olan” tarifiyle
sana anlatılmak istenen, senden başkası değil. Hani “her ne arasan kendinde ara” derler ya, arayacağın
kendinden başkası değil, yani sen bu dünyaya kendini bulmaya gelmişsin. Aynaya
bak, görüntüdekini tanıyabiliyor musun? Yoksa sana bir yabancılığı var mı? Bir
yerlerden hatırladığını mı, yoksa hakikaten bildiğini mi sanıyorsun? Bu sorular
önemli. Bu sorulara doğru cevap vermeli, kendini kandırmadan.
Şehadetler, tevhitler,
ibadetler, farzlar, vacipler.. Hepsi, hepsi insanı Kendine döndürme yolunu
tariften ibarettir. Aynaya bakılınca, gördüğünün Kendi olduğunu anlama ve/veya
anlatma temrinleri. Âdem, tam bu noktada düğümdür. İster, teoloji tarihinin
anlattığı ilk insan ve ilk peygamber olarak anla, ister yüksek ilmin bildirdiği
kâmil insan olarak anla. Nasıl ki, meleklerine emretti: “Âdem’e secde edin”
böyle de anlayabilirsin, masalların anlattığı, arabaya tebdil olunan kabak gibi
de okuyabilirsin. Şu da doğrudur ki, herkesin anladığı doğrudur. Bir an olsun,
‘melekler’ kelimesini, ‘melekeler’ olarak anlarsak, acaba mana da bir değişim
olacak mıdır? Yine bu mana genişlemesinin yanında bir de, ‘Ben’ kelimesini,
‘Yokluk’ olarak anlamaya çalışırsak, acaba nasıl bir sonuca varırız.
Melekelerin, İnsan’a tabi oluşuyla, araya giren nefs, ego, benlik gibi
isimlerle adlandırdığımız ‘Ben’i var gibi algılamaktan vaz geçersek, yani
‘ben’lik dağını devirirsek, Allah’ın, esmalarında bildirdiği isimlerinin
kendinde açığa çıkmasına yardımcı olursun ki, istenen de budur. Öyleyse;
ötelerde, yükseklerde, başka mekânlarda veya zamanlarda bir tanrı aramak
beyhudedir, olmayana ulaşmak için yapılan boşa çabalardır.
Yazı başlığındaki ayet-i
kerimede bulunan ‘tatmak’
kelimesi
üzerinde duralım biraz. Tat alma duygusu, bilinçli bir süreci anlatır.
Sağlıklı, sıhhatli bir durumu anlatır. Tat alma organlarındaki sağlıklı bir
halin olması lazımdır. Aksi halde, tatlının, acının, ekşinin lezzetini ve
zevkini almak mümkün olmaz. Hatta tatlar arasındaki farkların da ayırt
edilebilir bir durum yoksa sağlıklı bir tat almadan bahsedilemez. Bu itibarla,
nefsin ölümü halindeki tat alma da bilinçli olmalıdır. Kişinin, yaşı, beyni,
sıhhat durumu ne olursa olsun, mutlak surette bilinçli bir şekilde ve
anlaşılabilir bir halde ölümün tadılacağı anlaşılmaktadır. O halde nedir ölüm? “bedenin kullanılamaz hâle gelmesi
dolayısıyla, artık bedenini kullanamama ve dünya ile iletişimin kopması hali” ve
bu hali her bilinç yaşayacaktır, anlayarak, idrak ederek şuurlu bir halde.
Bundan kurtuluş yoktur.
O halde, bedenlenerek
dünyaya geliş sebeplerini iyice araştırıp, inceleyip, tefekkür edip anlamak ve
istenilenleri uygulamak gerekmektedir.
Gelecekte bir gün yaparım
diyerek ömür bitirmek, hazine değerindeki sağlıklı ve genç zamanları harap
etmek demek olur. Erenler şöyle söylemiştir: “Unutma ki, gelecek, şu an bastığın basamaklarla ulaşacağın yerdir.” Değil
yılları boşa geçirmek, bir anın bile değerini kavrayarak, hedefe azimle
yürünmelidir.
Ölüm, istesen de istemesen
de bilinçli ve gönüllüdür.
İstenen odur ki, ‘ölüm’
meleği gelmezden evvel, gönüllü olarak canı varlığa teslim et. Yokluğu dünyada
iken yaşa ve varlığa gark ol.
Doğruyu bilen Allâh’tır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder