14.12.2011 tarihinde Blog’da
yayınladığımız yazıda:
“Musul bölgesini, Kerkük ve Telafer Şehirlerini de kapsayacak şekilde
tereyağından kıl çeker misali tapusunu gerçek sahiplerine alalım” demişiz.
Tabi, yüksek stratejistlerin Dış işlerini yönettiği günlerde sesimizi
duyuramamışız. Aslında bugün de duyurabileceğimiz şüpheli. Çünkü onlar
okumazlar, araştırmazlar, takip etmezler, çünkü onlar her şeyi en iyi bir
şekilde bilmektedirler. Kendilerinden başkalarının fikirleri onları ilgilendirmemektedir.
Vaktiyle Kerkük ve Musul,
Türkiye’nin kırmızıçizgisiydi. Enteresandır; Lozan Konferansı’nda, Türkiye ile
İngiltere’ye bırakılan Musul konusunda İngiltere ile sorun yaşandığı günlerde
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk isyanı olan Şeyh Said isyanı başladı!. Emperyalizm,
çözümü daima içeride isyan çıkartmakta bulmuştur. Şeyh Said’in yerinde bugün
PKK, Barzani ve IŞİD bulunuyor. Peki, isyan durumunda devlet olan devlet ne
yapar, biz ne yaptık?
Devletinin süper oluşunun
vehmiyle hareket eden devletler, parçalayıp yutmak istedikleri devletlere karşı
küçük testler uygulayıp, sonucu gözlüyorlar. Tepkiyi ölçüyorlar. Plan tıkır
tıkır işliyor. Beklenen tepki gelmiyor. Öylesine rahatlar ki, vur eline
ekmeğini al, yumuşacık bir rakip. Keyiflerine de diyecek yok!. Bir yandan da,
övgü laflarını geri bırakmıyorlar, dostluktan, stratejik ortaklıktan
bahsediyorlar. Her ortaklık filan gibi lafların ardından, bir saldırı, bir
hıyanet salıyorlar, anlamamakta ısrarı olan idareler, hala stratejik ortaklık
mavallarıyla uyumaya devam ediyorlar.
İbrahim Karagül, kaleminin
namusunu, Yeni Şafak’taki 4 Ağustos 2006 tarihli yazısında, Siyonist örgütün
1982 yılında yayınladığı bir raporu gündeme taşıyarak şöyle savunmuş: “Suriye bünyesinde barındırdığı etnik ve
dini yapılara uygun bir şekilde birkaç bölgeye ayrılacaktır. Kıyı bölgelerinde
Şii-Alevi devleti, Halep civarında Sünni bir devlet, kuzey komşusuyla husumet
içerisinde olan bir başka Sünni devlet ise Şam’da kurulacaktır. Dürziler ise
başta Huran ve Kuzey Ürdün olmak üzere muhtemelen Golan’ı da içine alabilecek
şekilde bir devlet oluşturabilirler.
Tıpkı Osmanlı yönetiminde Suriye’de olduğu gibi, Irak’ta da etnik ve
dini bölgeler şeklindeki parçalanmalar mümkün gözükmektedir.
Bu çerçevede, üç (veya daha fazla) devlet, Basra, Bağdat ve Musul gibi
üç önemli şehir merkezli olmak üzere bir oluşum sergileyecektir. Güneydeki Şii
bölgeler, Kuzeydeki Sünni ve Kürt bölgelerinden ayrılacaktır..”
diyor ve soruyor: “Büyük
felaket kimi bekliyor?”
Sonu ‘kış’ olan, Arap
Baharı palavrasıyla Tunus, Libya, Mısır, Suriye karışıklıkları peş peşe
yaşandı. Irak bin parçaya bölünüp, siyasetlerinin gereğini yerine getirdiler.
Bombalamalar sayısız cana mal oldu. Evler, mahalleler, köyler yıkıldı. Kardeş
kardeşi boğazladı. Durmaksızın kin ektiler, şimdi hasat zamanı.
Önlerinde tek engel vardı.
Türk Ordusu. “TSK’nın
itibarsızlaştırılarak gözden düşürülmesi ve sindirilerek etkisizleştirilmesi
maksadıyla, sahte olarak üretilmiş delillerle, yönlendirilmiş gizli tanıkların
beyanlarıyla yüzlerce general, subay, astsubay ve sivil memur ile kamuoyu
nezdinde itibarlı kişilerin tutuklandıkları ve yine yönlendirilmiş mahkemelerle
de mahkûm edildikleri ortadadır.” (Armağan Kuloğlu, Yeniçağ,
02.08.2014) Kurmay heyeti zindanlara tıkılan ordu, elbette
hareketsiz kalacaktır. Plan üretilmeyince, gövdeye komuta edilmeyince Mehmetçik
nereye yürüyecek? Kışlasına tıkılan ordu, eli kolu bağlı vaziyette.
Dış politikada hatalar
birbirini izledi. Irak işgali sırasında, ABD askerlerine edilen dualar bile büyük
bir politika hatasıydı. Irak’ın kuzeyinde kurulmakta olan devlete, hamilik
yapmak BOP politikaları gereğiydi. Aramızda hiçbir sorun bulunmayan Suriye ile
aramıza kara kedilerin girmesi, yukarıda belirtilen Siyonist planın uygulamaya
geçilmesiydi. Mısır’la aramızdaki dostluk köprülerinin yıkılması, sahte
Müslüman kardeşler dostluğunun öne çıkartılarak, efendi bellenen süper güçlerin
işlerinin kolaylaştırılmasıydı. Suriye’de milyon parçalı örgütler eline terk
edilen, sözde muhalif gruplara yapılan yardımların amacı, Büyük İsrail
hedeflerine yardımdan başka ne olabilirdi? Bu örgütler içinde semirtilen
caniler sürüsü IŞİD’i diriltmek, o silahın bir gün kendi üstüne
çevrilebileceğini hesap edememek, edilse bile anlamazdan gelmek, nasıl bir
ihtiyatsızlık örneğiydi?
Ortadoğu’yu, mezhepleri öne
çıkaran inanç sistemine yöneltmek ve menfaatlerine uygun istedikleri gibi
inanmalarını sağlamak için düşmanlık ektiler, yeşerttiler, büyüttüler. İslam’ın
en önemli emirlerinden olan, ‘Huzur’un sağlanması’ öğüdü unutturuldu, herkesin
inancı kendine anlayışı çökertilip aşiretler, şıhlar, örgütler, mahalleler,
köyler, sözde liderler merkezinde ayrıştırıldı. Kavga kültür oldu, bombalamalar
iman ekseni!. Bataklık ortamında hızla üreyen sivrisinekler, hastalığı şimşek
hızıyla tüm Ortadoğu’ya yaydılar. BOP projesi işlevini sürdürüyor, bir yandan
da proje sahipleri kıs kıs gülüyor. Kime halimize tabi.
İşte bu ortamda
geliştirilen IŞİD, yani Irak-Şam İslam Devleti adlı selefi terörist örgüt, 12
Haziran’da Musul’daki Türk konsolosluğunu basar ve oradaki çalışanları ve
muhafızları esir eder. Bu bir test etme harekâtıdır, tepki ölçüm işlemi gibi
bir laboratuvar deneyi. Türk devletinin savunma ve karşı koyma refleksinin test
edilmesi. Nitekim istedikleri, planladıkları, düşündükleri gibi oldu.
Konsolosluk koruması askerler silahlarını teslim ederek, tüm çalışanlarla
birlikte teslim oldular. Esarete gönüllü, direnmeden teslim olmak. Esareti
gülerek karşılamak.
Asıl felaket sonraları
yaşandı, Kerkük, Telafer hamiliğini yaptığımız Kürtler tarafından yağmalandı,
Türkler evlerini, köylerini boşaltmak zorunda kaldılar. Eli silahlı, hain IŞİD
militanları Dört Binden fazla kişiyi öldürdüler. Bunların yarısı Türkmen idi.
Şimdi, çölün kavurucu sıcağı altında binlerce Türk hayatını kurtarmaya
çalışıyor.
Oysa yapılması gereken
şuydu: konsolosluğa baskının istihbar edilmesi anında, konsolosluk
muhafızlarına direnin talimatı verilerek, bir-iki savaş uçağı nokta atışlarla
militanları enterne edebilecekti. Zaten yarım saatlik mesafeye vurucu güç
sevkiyatı tamam olacaktı. Dolayısıyla, Musul idaresi Türklerin eline geçecekti.
Bunun yapılması halinde Kerkük, Telafer, Felluce, Tuzhurmatı gibi Türk
şehirlerinde asla katliam yapılamayacak ve köyler boşaltılamayacaktı.
Ve hatta iddialı bir
şekilde söyleyebiliriz ki, İsrail Gazze’ye saldıramayacaktı. Ve yine iddialı
söyleyebiliriz ki, Ermeniler pıstırılmış, gücü kuvveti alınmış, heyet-i
kurmayları geri çekilmiş bir Türk ordusu olmasaydı, Azerbaycan’a
saldıramayacaktı.
Bütün bunlara sebep,
yapılması gerekenlerin, askerlik ve devlet geleneklerine aykırı olarak
zamanında yapılmayıp, üstelik militanlara yalvarırcasına konsolosluk
yetkililerinin bırakılmasını uzaklardan söyleme gafletinde bulunmaktır.
Zaman geçmiş değildir,
Musul çözüm noktasıdır. Aksi halde, Kürt bölücülüğü Anadolu topraklarına kadar
talep cür’etini gösterirse hiç şaşmamak gerekir.
Elimizle davet ettiğimiz
felaketten kurtuluş yolu vardır. Geçirilen her zaman felaketin derinleşmesine
sebep olacaktır.
Ne siyasiler ne de ordu
yetkilileri bu yıkıntının altında kalmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder