20 Eylül 2014 Cumartesi

İnsanlara Güven ve İnsanımız


Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi CHP genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir televizyon sohbetinde şöyle söylemişti: “Türkiye de ahlaki çöküş yaşanmaktadır ve halkın bir kısmı sorgulama yeteneğini kaybetmiştir.” İlginç, bir o kadar da acı ve yaralayıcı tespit.

Yıl 1240. Selçuklu Devleti’nin ihtişamlı günleri yavaş yavaş geride kalmaktadır. Göreve gelen sultanların liyakatsizlikleri nedeniyle, “Doğu ve Orta Anadolu’daki nüfus kesafetinin artması, sosyal ve iktisadi dengelerin bozulması, siyasi yönetimin keyfiliği ve devletin halkına yabancılaşması neticesi” (Doç. Saffet Sarıkaya, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mezheplerin ve Tarikatların Yeri) Babaî isyanı çıkmış ve “bölgedeki Türkmenlerin çoğu bu isyana iştirak etmiş sonuçta, Kırşehir Malya ovasında kanlı bir şekilde sona ermiştir.” (Sarıkaya, aynı eser)

Bu isyanı takip eden yıllarda 1243, Kösedağ bozgunu devletin bağrına karabasan olur ve Selçukluların Anadolu kolu Moğol tahakkümü altına girer ve devlet çöküntüye uğrar. “Gittikçe ağırlaşan bu tahakküme ilaveten, bu dönemdeki sultanların liyakatsizlikliği ve Haçlı seferlerinin sürmesi de Anadolu’da anarşik bir ortam doğurmuştur. Hanedan mensuplarının taht mücadeleleri de devletin çöküşünü hızlandıran etmenler arsında sayılabilir.” (Prof.Dr. Mehmet Şeker, Anadolu’nun Türk vatanı haline gelmesi)

Her isyan hareketinin altında ahlaki çöküş aranır. Bu çöküşle birlikte, isyancı tarafın yandaşlarını çoğaltması ve gücünü artırması da doğaldır. Çünkü ahlaki çöküşle birlikte, insanların sorgulama yetenekleri de körelmektedir. Sorgulamaya gerek kalmaz, zira daha fazla mal-mülk edinme, kısa yoldan şöhrete ulaşma iştihası çete elemanlarının sayısını rahatça artırır. Bu aşamada ilk kaybedilen devlete güvendir. Asayiş, devlet gücünün ete kemiğe büründüğü alan, adalet, yumruğu kadife ile sarılan demir balyoz. Fakat yazılı kanunların her bireye eşit ve tarafsız olarak uygulandığı sistem, adalet dağıtan da uygulamayı yaparken, taraflar karşısında kör, kanunlar ve vicdanından başka kimseyi tanımadığı ilahi hüküm sahibidir. İstisnalar yaşanmaya başlayınca, halk kendisine de bir istisnanın uygulanmasını talep eder hale gelir. Bunun mümkün olmadığını anladığı andan itibaren, çeteleşmeler ve sonuçta isyanları hak olarak görür. Bundan sonra kurtuluş yoktur ve sonuç yıkımdır.

Devlete güven kaybı yaşanmaya başlandıktan sonra, insanların birbirlerine karşı güvenlerinde de azalmalar baş gösterir. Asıl felaket burasıdır. Beraber yaşayan insanlar, karşıya güvenlerini kaybederse, komşuluk, hemşerilik, vatandaşlık, dahası kardeşlik zedelenir. Verilen sözde durulmaz olur. Taahhütleri yerine getirmez, işler aksamaya, hizmetler duraksamaya başlar. Kaos, hayatın kanıksadığı bir tarz olur çıkar.

Birleşmiş Milletler’in 176 devlette yaptığı bir araştırmada, “karşıya güvenir misiniz” sorusu sorulmuş, Türkiye’de bu soruya 100 kişiden ancak 8 kişi evet cevabı vermiş. Yani, 100 insanımızın ancak 8 tanesi karşıya, kardeşine, hemşerisine, vatandaşına kısaca insana güveniyor. Anlatmaya çalıştığımız ise geri kalan 92 kişi, güven duygusunu kaybetmiş, korku içinde yaşayan, ortaklık kuramayan, memuriyeti hile desise içinde geçen, işçiliğini hakkıyla yapamayan, belki de şizofren bir hayat yaşıyor. İşte çeteleşmeye, isyana katılmaya hazır %92. Araştırmanın en acılı sonucu da şu: Türkiye, araştırmaya katılan ülkelerin en son sırasında yer alıyor.

Güven bitince, sabır ve dayanma gücü sıfırlanır, sığınma başlar. Sığıntı kişilerden de ne bir başarı, ne de bir icat beklenir. Tüketicidir, asalaktır, ayrıca fitne doğuran ve yayan ortam için müsait bir alandır. Sorgu, eleştiri ve yorumlama yoktur. Sadece kazancını düşünür, karnının doymasını ister, kendisine sunulan menfaatlerin kesilmemesini arzu eder.

Bu insanlar hangi ortamda yetişti, hangi bilgi ile yetiştirildiler?

Kadim inanç ve kabullerimize göre: “sabır ve güven insanı rızaya taşır”, razı olamayan kişilerin hayatları alt-üst hale gelir ve tedavisi zor illetlere duçar olur. Emin olmak, güvenmek ve eminlik: “Neye, niçin inandığının ve gayesinin ne olduğunun eminliği içinde olmak, yani özgüven duymaktır. Özgüven, korku aşılmadan açılmaz. Özgüven duymayan kimse de kendisi için hayati atılımlar ve idrak sıçramaları yapamaz. Dolap beygiri gibi belli bir öğreti ve algı çerçevesinde döner durur yol alıyorum, ilerliyorum zannı içerisinde” (Mehmet Doğramacı) korkularının doğduğu yer de burasıdır zaten. Korkuları karşıya da güvenmemeyi sağlar. Dolayısıyla bir kısır döngü içinde hayatı perişan olur gider.

Şimdi, devletimize eğitim ve insan yetiştirme sisteminde öğretilen bilgilerin, yaptırılan antrenmanların gözden geçirilmesi, hatalı bilgi ve uygulamaların değiştirilmesi görevi düşmektedir.

Elbette bu işleri de, güveni tam, özgüveni yüksek, güzel ahlak seviyesi mükemmel insanların yapması gerekecektir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...