Sıralı sırasız, anlamlı
anlamsız, vakitli vakitsiz öylesine çok konuşuyorlar ki, hata yapmamaları,
yalan söylememeleri neredeyse imkânsız. ‘Çok bilen çok yanılır’ derler eskiler. Buradaki
‘bilen’ kelimesi, konuşmaya, sohbete, konu ayırımı yapmadan, olur olmaz, bilir
bilmez her konuya sazan gibi atlayan kişiyi anlatır. Her gördüğü mikrofona, mal
bulmuş mağribi gibi atlayan siyasilerimizin de kulakları çınlasın.
Örgütlü hareket edenler,
örgütüne güvendiklerinden olsa gerek, kendilerini, karşının düşünce analiz
yeteneklerine kapatırlar. Bilirler ki, yanlış bile yapsalar, hatalı bile
konuşsalar, birileri tarafından, bir yerlerde konuşanın değil, dinleyenin
yanıldığı ispat edilecektir. Hele bir de, dev medya kuruluşları emirlerindeyse.
Üzerinde durdukları konular gayet sathi bir üslupla aktarılır kamuya. Esasen,
derinlemesine aktarabilme yeteneklerinden de yoksundurlar. Güç kendilerinde
olduğu için de, kamuoyu tarafından genel olarak kabul görür. Bu nedenle,
akıllarına gelen (gelebilecek)
her şeyi, üzerinde düşünmeden hemen söyleyiverirler. Burada, kendilerinin çok
yükseklerde, öğreten makamında olduğunu düşünmeleri, toplumun ise kendilerine
muhtaç ve cahiller topluluğu olduğunu düşünmeleri etkendir. Kendileri daima
öğreten, toplum ise daima öğrenen yerindedir onlar için. Böyle düşündükleri
için; kendi toplumsal konumlarını ve toplumsal ilişkilerini yeniden, yeniden
üretme etkinliğini çözümleme çabasında olamazlar. Dolayısıyla, başkalarının da
kendi konumlarıyla ilgili bilinçlenme süreçleri onları asla ilgilendirmez.
Çünkü onlar ulaşılmazlar sınıfındandır. Yani, kendilerini böyle görmeye
meyillidirler. Üç kuruş aylık geliri için çalışan gazete muhabirlerini, toplum
önünde azarlama girişimleri bu yüzdendir.
Dikkatli okuyucunun
gözünden kaçmamıştır. Anlatılan tipler kendilerinin yarattığı küçücük bir
dünyacık içinde esaret hayatı yaşamaktadırlar. Hür düşünceden ırak, Hakk’a (halka)
saygı ve riayeti hayat felsefeleri yapamamış, ilmi gelişmelere oldukça kapalı,
ezberlediği yalan-yanlış bir takım görüşlere sıkı sıkıya bağlı olarak
kendilerini ve de en kötüsü etraflarını perişan etmekteler.
‘Özgüven’leri
olmadıklarından, özgün de değiller. Özlerinde, özelliklerini bildirir, bir ağırlıkları
da bulunamaz. Yanlış öğrendikleri ‘özgül ağırlık’ tanımını bile yapabilecek
durumda bulunmadıklarından, kendi vücut ağırlıklarını özgül ağırlık sanmakta,
Oysa bulundukları alanı bile dolduramamaktadırlar.
Düşünceye, tefekküre,
Oku’maya, danışmaya, bilişmeye karşı olduklarından;
Et-kemikten ibaretler.
Felsefe yok, izan yok, basiret yok, hakikat yok, gördüklerinden ve
göründüklerinden ibaretler.
Düşün ‘dara’larını geriye
bir şey kalmadığını göreceksiniz.
Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, 400
kişilik kafilesiyle hamama gelen, ‘hamamdaki sadrazamı anlattığı’ şiirindeki
gibi:
“…
On
iki ünlü tellak
İncitmeden
keselediler
Hazretin
mübarek vücudunu
Öylesine
kir çıktı ki sormayın
Her
biri nah parmağım gibi
Aman
efendimiz bu ne kiri
Demeye
kalmadı
Keselerin
altında eriyip gitti
Koskoca
sadrazam
Bütün
maiyet erkânı yerinden fırladı
-
Nittünüz devletliyi
Dediler
tellaklara
Tellaklar
cevap verdi;
-
Biz yıkadık, keseledik
Devletlinin
kirden ibaret olduğunu bilemedik
Suç
bizde değil
Neyleyelim
Kir
bitti Sadrazam elden gitti…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder