Kötülerin de bazı bazı iyi
yorumlarıyla karşılarız. Bu onların iyileştiği anlamına gelmez. Belki o an için
içinde yaşadığı pişmanlıkların sebebiyledir anlattıkları, yazdıkları. Belki bir
özür dileme gereğidir. Belki çocuklarından utanmaktadır. Belki anasına-babasına
küçük çağlarında verdiği sözler aklına düşmüştür. Bin sebep yazılabilir. Her ne
ise, doğruyu görüp, yorumlayabiliyorsa, biz de geçmişe sünger çekmeyi biliriz.
Bayrak hadisesi, milleti
yaraladı. Ordumuza bile, beceriksizliğini ve yapılması gerekeni yapmamasını
içimize sindiremediğimizden dilimize takılan küfürleri etmekten geri durmadık.
Programlanmış, planlanmış bir harekete kurban giden Bayrağımız için, yollara
düşüp protestolar yaptık. İyi de oldu, devlet idarecileri belki uyanmış, belki
yaptıkları hatanın farkına varmışlardır. Protestolar önemlidir, dikkat çekici
bir kalabalıkla yapıldığı ve sloganlar titizlikle seçildiği zaman, pek çok
tesiri birlikte sürükler idaredekilerin zihnine. Başarılı olmuştur.
Bayrak hadisesi üzerine
bazı kalemler sustu. Susmaları da geçmişlerine yanmak anlamındaydı. Yandaşlar
sustu, liberaller sustu, Erdoğan’ı destekleyen komünistler sustu, dinciler
sustu, sustu, sustu, sustu… Susanların tek derdi vardı, çözüm sürecine darbe.
Başarısız olduklarında,
yenilgi aldıklarında, suçlandıklarında akıllarına tek gelen çözüm süreci.
Yapılanları çözüm sürecine darbe diye niteliyorlar. Çözüm dedikleri süreç
nedir? Hiç birisi bilmiyor. Nasıl başladığını biliyoruz da, nerede duracağını
bilen yok. İşin başındaki Bakan da bilmiyor. Neler verilecek, hangi tavizlere
göz yumulacak, o bile bilmiyor. Hatta, emir veren Başbakan dahi bilmiyor.
İmralı Canisi, Bayrak
tecavüzünü kendisine yapılan bir darbe olarak yorumlamış. Hayrete muciptir,
iktidar yöneticileriyle aynı söylem. Aynı yere varmışlar. Birbirlerinin leb
demeden, leblebi diyeceklerini anlıyorlar. Anlaşma, mutabakat bu kadar olur.
Her iki taraf da ‘provakosyon’ da anlaşmışlar. Yani, mütecaviz (26 yaşındaki)
çocuk böylece, örgütlü hareketten yırttı, yakalanıp yargılansa bile, Türk
Bayrağını gönderden indirmekten değil, yardımcı olmaktan yargılanacak, bu da
salınıvermesi demektir. Yani, böylece çözüm sürecini kurtarmış oldular.
Tamam. Komutan hakkında
attık, tuttuk, görevini yapmadı dedik, intihar etmesi lazım filan dedik. Lakin
tüm bunlar, çözüm süreci denen ucube hareketin liderinin suçu komutanlara
yüklemesini gerektirmezdi. Lider, -evet bu bir suç ise bunu üstleniyorum, bu
bana aittir- diyebilmelidir. Hayır, bizde durum
farklıdır. İyi, güzel, hoşa gidenler bana ait, kötü, eleştirilen, pis kokulu ne
kadar olan varsa komutanlara, bekçilere aittir. Böyledir. Karizmanın gereğidir
bunlar.
Kötülerle başlayıp nerelere
gelmişiz! Oradan devam edelim.
Özdemir İnce’nin 2010
Ağustos’unda Hürriyet’teki bir yazısından son cümle şöyledir: “Bebekler mühendislerin beceriksiz ya da hain ellerine düşmeselerdi,
dünya her zaman yepyeni olurdu. Bir başka dünya da gerekmezdi.”
Demek kötüleri doğuran
mühendislermiş, sosyal mühendisler. Nasıl düşüneceğimize, neler yapmamız
gerektiğine, akşamları neleri yememiz, yemememiz lüzumuna kadar hayatımızı eğip
büken mühendisler. Sigaramıza, uykumuza, alış-verişimize, televizyondaki seyirlerimize,
hangi filimlere gittiğimize .. neler neler. Maşallah karışmadıkları ne yer, ne
de yar kaldı. Hayatımız tamamen, düşüncelerimiz olduğu gibi onların elinde.
Hiçbir şey anlatmayan ve
sıradan bir edebiyat öğretmeninden dahi geçer not alamayacak kitapları nasıl
oluyor da, ayın en çok satanları listesine sokuyorlar anlamak mümkün değil.
Fikir yoksunu, durmaksızın kendini tekrar eden gazeteci veya üniversite
bozuntularını, gerçek bir düşünce adamı gibi allayıp pullayıp, televizyonların
başına bizi kilitleyip nasıl da dinletiyorlar? Tiyatro eğitimi bile almamış,
konuşmaları peltek dilli kişileri nasıl oluyor da en iyi oyuncu ödülleri
veriyorlar? Onların oynadıkları diziler ve filimlere nasıl oluyor da hiç itiraz
etmeden gidiveriyoruz? Daha kaliteli ve daha ucuz olan bir malı değil de,
onların teklif ve reklam ettiği malları almak için nasıl oluyor da, almak için
hiç fikir yürütmeden sıraya giriyoruz? Fakirlikten kırılıyorken, borçlar bini
aşmışken nasıl oluyor da çocuğumuza, fiyatı binlerle ifade edilen markalarını
bilemediğim dönerli telefon satın alıyoruz? Nasıl oluyor da, aynı evde yaşayan
karı-koca ve çocuklar için hepsine ayrı ayrı odalar kurup, televizyonlar yerleştiriyoruz?
Nasıl oluyor da, hiç ihtiyacımız yokken, girdiğimiz mağazadan bir sürü alış-veriş
yapıyoruz?
Düşündünüz mü hiç?
Beynimizi böylece teslim
ediyoruz onlara ve onların talepleri emir oluyor bizler için. Bu eğitim,
çocukluktan başlayan ve ölene kadar asla bitmeyen bir süreçtir. Kimler için?
Beynini teslim etmişler için tabi.
Prof. Dr. Celalettin Yavuz
Hoca’dan bir alıntıyla noktalayalım bu sohbeti:
“Kaderiniz, asla her zaman kendi çıkarını düşünen birinin iki dudağı
arasına bırakılmamalı, onlara ‘kirli ayaklarıyla beyninizde gezme’ fırsatı
verilmemelidir.” (haberiniz.com.tr 16.2.2014)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder