Bir dostumuzun sosyal ağda
yazdığı mesajı şöyleydi:
“Özal, Ortadoğu Coğrafyasını en iyi okuyan liderlerdendi. Rasyonel ve
pragmatik bakıyordu meselelere.”
Aslında bu anda ‘fetih’ konusu
ve ‘Fatihan’ın amaçlarından bahsetmek gerekirdi. Ne yapacağımı şaşırmış
durumdayım.
Oy toplamak kastıyla
makarna-kömür dağıtanın da bir ‘pragmatik’ davranış içinde olduğunu söylemek
mümkün. Bir paket makarnaya karşılık, ev halkının tamamının oyları, eh, iyi bir
pazarlık. Kâr etmek veriyorken değil, alıyorken mümkün derler. Alacaklarımızın
kıymeti, verdiğimizin kıymetinden çok çok fazla, öyleyse güzel bir alış-veriş
yapmışız. Kâr hanemiz kabarıyor.
Özal’da geleceği
planlayarak, vereceğimizin karşılığının ‘kırk’ olacağını hesap etmişti de,
Amerikan askerleri ile birlikte hareket etmenin çok çok kârlı olacağını
düşünmüştü. Düşünmüş müydü acaba? Yoksa, Kerkük, Musul petrollerinin cazibesi
aklını başından mı almıştı!. Böyle bir davranışı, daima kârlarını maksimize
etmek isteyen bir idarecinin halini tabi ki, rasyonel tarif etmek mümkündür.
Rasyonalite ise ‘pragmatik’ yaklaşımı zorunlu kılacaktır. Lakin düşünce var
mıydı? Sorusu yazık ki olumlu cevap bulamayacaktır. Sonu hikmet dolu
düşünceler, ülkemizden ricat edeli çok olmuştu çünkü. Elbette Özal ile beraber,
‘gökten zembille inerek’ vücut bulacak hali de yoktu. Doğrusu Özal’ın bu yönde
ne bir çalışması vardı, ne de hayatı hikmetlerle örülü adamları yanında
barındırmıştı. Gerici düşüncelere açık kişileri doldurmuştu yanına. Tıpkı
içinde bulunduğumuz günlerdeki gibi. Tek gayesi, yol, köprü, hızlı tren yapmak
isteyenlerin, maneviyata dair tek düşünceleri vardı, cennet.
Şimdi, Irak ve Irak’taki
Türk illeri büyük sorunlar içinde kıvranıyorlar. Evleri yıkılmış, mezarlıkları
dağıtılmış, birlikleri bozulmuş, ölümün nereden geleceğini bile hesap edemez
haldeler. Bir yandan peşmergeler, bir yandan Selefi Işid militanları Türklere
hayat hakkı tanımıyorlar. Yapılması gerekenler zamanında eğer yapılmaz ise,
çözümsüz problemler yığını üstümüze üstümüze gelecektir. Kerkük’ten, Musul’dan,
Telafer’den, Tuzhurmatı’dan gelebilecek en küçük bir problem dahi 80 milyonun
canını acıtmaya yetecektir ki, her patlayan bombaların aldığı canlar, milletin
kahir ekseriyetinin yas tutmasına sebep olmuştu, her seferinde.
İnsanlığın bile bittiği
noktada adalet aramak ve Türkmenlere adaletin verilmesini istemek kadar abes
bir şey olamaz, kaldı ki isteyen de yok. İnsanlık kaybolmuş, canilerin elinde,
katillerin elinde adalet beklemek hayalden başka bir şey değildir.
1 Mayıs 1920 tarihinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki nutkunda şunları söyler Atatürk; “..Hudud-u Millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka doğru
uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz
budur.”
Böyle inanılır ve Meclis’in
çoğunluğu böyle ister, lakin dağlar kadar birikmiş borcu, çıplak Anadolu’nun
imarı, sanayileşmesi, İngilizlerin Kürtleri kışkırtma girişimleri, makul
politikaları bulmayı gerektirir. Beklemek. İngilizler özellikle, Musul ve Doğu
ve Güney Doğu Anadolu’da yaşayan Kürtleri kışkırtma yolunu seçmişlerdir.
Musul’un alınması halinde, iç savaşın kaçınılmaz olduğu görüşü ve düşüncesi
hâkim olmuştur. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin, Musul’un yeniden Türklerin
eline geçmesini istememeleri ve Türkiye’deki Kürtler üzerinde de oyunlara
girişmeleri beklemeyi gerektirmişti. Böyle olmasına rağmen, daha Lozan
görüşmelerine oturmadan, 1 Şubat 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa,
İngilizlerin Musul’daki siyasi faaliyetleri nedeniyle Milli Müdafa Vekaleti’ne gönderdiği
emir şöyledir:
“Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul’un kurtarılması amacıyla Revandiz
bölgesine bir kısım kuvvet gönderilmesi..” tabi,
İngiliz oyunlarını bozmaya yetmemiştir. Lozan antlaşmasından sonra Musul
İngiltere ve Türkiye arasındaki mutabakata bırakılmıştır, İngilizler özellikle
Musul ve Türkiye’deki Kürtler üzerindeki çalışmalarını sürdürmüşler ve 1925
yılında Yeni devletimizin ilk isyanı olarak Şeyh Said isyanı başladı. (Her
pisliğin altından şu İngilizler çıkıyor!) İngilizler Musul’da
bir Kürt Devleti kurdurmak istiyorlardı.
Bitlis mebusu Yusuf Ziya
Bey 6 Mart 1923 tarihinde yaptığı konuşmada tarihe şu notu bırakır: “Arkadaşlar ben Kürt’üm. Fakat Türkiye’nin yükselmesini isterim.
Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur.. Bundan
dolayı herhangi ikisi, herhangisine ihanet ederlerse ikisi için de son yoktur.” Diyerek, Musul Kürtlerinin
de Musul’un Türkiye’de kalmasını istediğini bildirmiştir. Fakat İngiliz sermayesinin kandırdığı
çevrelere itimadının olmadığını vurgulamıştır. Musul zor alınacaktır. Buna
karşılık Kerkük ve Süleymaniye’nin alınmasının daha doğru olacağını da ilave
etmiştir.
Her halde Musul’un önemi,
Türkiye Kürtlerinin, Türkiye’ye bağlı kalmasını sağlayacaktır, bu bilinçte olan
Lozan Heyeti, Kürtleri görüşme masasına asla getirmemeye gayret göstermişler,
Kürtleri azınlık sınıfına almak isteyenlere karşı şiddetli karşı çıkarak,
Müslüman Kürtlerin Türkiye’nin bir parçası olduğu hususu önemle savunulmuş ve
azınlık olarak gösterilmemiştir. Musul konusunda İsmet Paşa şunları ifade
etmiştir: “1. Musul vilayetinde Türkler ve Kürtler
çoğunluktadır; Kürtler de Turan soyundandır, Türklerle bir bütün oluştururlar.
2. Bu vilayette oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı istemektedirler. 3.
Coğrafi ve siyasi bakımlardan bu vilayet, Anadolu’nun tamamlayıcı
parçalarındandır.”
(Ali Rıza Öztürk, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü)
****
Ülkenin içinde bulunduğu
durum, ekonomik zayıflık, üretimin sıfır noktada oluşu, askeri güçsüzlük gibi
pek çok sebepten, düşünülen Musul alınamamıştır. Tarih araştırmacısı Gazeteci
Rıza Zelyut “Musul’u Şeyh Sait yüzünden
yitirdik” der. Said’in çalışma tarzı da bugünkü
IŞİD’in aynıdır, cahil halkı kandırmak için aynı selefi söylemleri kullanır. (Güneş,
3 Temmuz 2011) Fakat Musul, alınmak üzere geleceğe vasiyet edilmiştir.
Musul Konsolosluğumuzun
basılması, çalışanların ve o sırada Konsoloslukta bulunan TIR şoförlerinin esir
alınması üzerine yazdık bu satırları.
Şimdi düşünelim. Sadece
menfaatlerimizi değil, Musul’da yaşayan Arap, Kürt ve Türklerin ortak
menfaatlerini düşünelim. Yurtlarını terk etmeye zorlanan ahali, çoluğu çocuğu
ile per perişan yollarda, dağlarda kalmışlardır. Acımasız Selefi katil sürüsü,
ellerinde Amerikan silahlarıyla, önlerine geleni sorgusuz sualsiz
katletmektedirler. Öylesine acımasızlar ki, öldürdükleri insanların cesetlerine
bile işkence etmekten büyük zevk almaktadırlar.
Tarihi Türk Şehri Musul,
asli sahibine doğru kucak açmıştır. Gelişen hadiseler bize bunu anlatıyor.
Evet, Musul’a girilmeli ve
yönetime el konulmalıdır. Bilahare Irak yönetimiyle yapılacak görüşmeler ve
antlaşmayla, şehrin geleceğine dair yeni bir idare şekli bulunur.
Böylece, Kuzey Irak
Kürtlerinin, Kerkük üzerindeki emelleri, IŞİD katillerinin Suriye üzerindeki
planları, Türkiye’deki PKK’lı katillerin Güney Doğu Anadolu Bölgesi üzerindeki
hayalleri de sona erecektir.
İnancım tamdır, yalnız bir
çekincem var. Son on yıldır, Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatı, Felluce.. Türk
şehirlerinde yaşayan Tükmenleri üzmüş, kırmış olabilir miyiz acaba, diye
düşünmeden edemiyorum.
Eğer böyleyse, başarı muhal
olur.
Musul’u almalıyız, almaz
veya alamaz isek, Diyarbakır’ı kaybederiz. Anadolu’yu kaybederiz.
Anadolu, binlerce
medeniyetin mezarlığı. Bu mezarlıkta kendimize yer hazırlamak istemiyorsak,
Musul’u alıp, Irak bataklığını kurutmak zorundayız. Suriye bataklığını kurutmak
zorundayız. Ortadoğu’yu felaha ulaştırmalıyız.
Asıl strateji budur.
Derinliklerde uğraşanlara duyurulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder