Bir haller olmuş,
düşünemeyen, sorgulamayan, verilen yükleri ömür boyu taşıyıp, getirisinin ne
kadar olması gerektiğini bilmeyen, yasalar karşısında hangi haklara sahip olup,
bu haklara nasıl ulaşılacağından bihaber, bir tutam otun peşinde koşan, ona
bile ulaşamayan garip bir topluluk!.
Nerede bir yanlışlık var,
nasıl bir hata içerisindeyiz, niye böyle oluyor?
Cafcaflı dizilmiş
alış-veriş merkezlerinin terekleri yanlarından geçeni cezbediyor. İhtiyaç
olmasa da el, gayr-ı ihtiyari uzanıyor tereğe ve el arabasına neyi attığının
bile farkında olmadan alıyorsun. Ödeme anına kadar da rahatsın. Cüzdanındaki
üç-beş bankanın kredi kartlarını ödeme aracı gibi değil, kredi gibi kullanmayı
öğrendin. Biri olmasa diğerini rahatlıkla uzatıyorsun kasiyere. Eline verilen
alış-veriş fişini cüzdanına yerleştiriyor ve dışarı çıkıyorsun. Banka kredisi
kullanarak satın almış olduğun arabanın kapılarını çook uzaktan cırt diyerek
açıyorsun (o anların zevkini hissetmeye çalışın),
bağaj kapısını açarken gözlerin parlıyor. Araban son model değilse de, az
kullanılmış, az kilometre yapmış, idare eder, önündeki market arabası tıka basa
doldurulmuş, çocuklar yanında dondurmalarını yalıyorlar, karın geçen hafta
aldığı dönerli telefonu ile arkadaşını arıyor, birçok alışveriş yaptığını
anlatıyor, o beğendiği eteği ve tişörtü de aldığını ilave etmeden duramıyor.
Market arabasındaki eşyaları bagaja yüklerken terliyorsun. Biraz evvelki zevk
halinde bir sıkıntı var. Şunu niye aldık, bunu almasaydık olurdu gibi düşünceler
saplanıyor beynine. İade imkânı da yok. Eh.. Olsun diyorsun. Olsun bakalım.
–Nasılsa üç taksit yaptılar, yavaş yavaş öderim. İyi ama geçen haftaki alışları
da üç taksitte yapmıştık, arabanın da taksitleri bitmedi, daha üç ay okul
servisleri ücreti ödenecek… -Ne yaptım ben, nasıl olacak? Aklına geliyor
bankacı arkadaşın. Biraz kredi kullanırım, değilse altından kalkamam bu
ödemelerin. Yarından tezi yok kredi aramalıyım, perişan olurum sonra.
Bagajı nasıl yükledin, eve
nasıl geldin haberin bile olmadı. Şimdi bu eşyaları bir de yukarı taşıyacaksın.
Ve tekrar borçlanma. İlk
heyecanın yatışıyor, aldığın borçla bir yerleri kapattın, biraz da olsa zaman
kazandın. İşyerinde, evde rahatın kalmadı. Taksitleri alt alta yazıyorsun,
topluyorsun. Gelirini en alta yazıp çıkarıyorsun. – batmışız. Batmışız.
Gelirimiz kadar bir gelir daha lazım, olmadı. Çok açıldık. Bir daha dünyaya
gelirsem!..
Düzenimiz böyle olmuş,
hayat tarzımızı harcamaya ayarlamışız. Dolayısıyla aldıkça mutlu oluyoruz,
harcadıkça gülüyoruz. Ya ödeme? İşte ödeme anında mosmor oluyoruz. Yorgan
yetişmiyor ayak uzunluğuna. İlave çullar lazım.
Ve esaret!.
Doyacak kadar yemek,
barınacak kadar mekân, örtünecek kadar giysi, ihtiyaç kadar birikim… Lazım olan
bunlar. Fazlası?
Fazlası, ekonomik olarak
ölüm demek. Ölüme doğru, dayanma gücü, itiraz, sorgu hususiyetleri yok olunca…
işte gerçek esaret.
Artık kendi beyninle değil,
sana tahakküm edenlerin beyinleriyle düşünürsün, onların istekleri
doğrultusunda işlem yaparsın, onlar ne isterlerse baş eğersin.
Sebep, sebep ne?
Dünyalık.
Bitmeyecek sandığımız
kısacık dünya ömrünü zehir etmeye değir mi? Gelir belli, giderler gelir
miktarınca yapılmalı, hatta biraz tasarruf iyi olur ve hatta ekonominin
temelidir tasarruf. Ülkemizin tasarruf oranı mesela Çin’in tasarruf oranından 7
defa daha düşük. Ülke kalkınması halkın tasarruflarıyla mümkün olur, elin
verdiği borçlarla dönen değirmenin, bir gün suyu kesilir, çünkü geri ödeme
istenir, o günlere hazırlık olunmalıdır. Bizim fazlaca harcamamız, borçlanmamız
kimin işine yarar? Bizi boyunduruk altına almak isteyen, küresel güçlerin,
isterseniz bunların adına şeytan da diyebilirsiniz. Öyleyse dikkatli harcamalı,
israfa kaçmamalıyız. Müslümanlığımızla övünürüz, lakin önemli bir emrini yerine
getirmeyiz. “Yiyin için, israf etmeyin.”
(Araf/31) “Çünkü O israf edenleri
sevmez”. Çünkü israf, başkalarının hakkının
gaspıdır.
Dünyalık ve dünya
sarhoşluğu yaşayan yorgunları Hz. Mevlâna Mesnevi’sinde şöylece uyarır:
(Abdülbaki Gölpınarlı Şerhinden)
“Ömür, kimi dağlara tırmanarak, kimi denizleri geçerek, kimi ovalar
aşarak karada geçip gittikten sonra,
Âb-ı Hayât’ı nerden bulacaksın; denizin dalgalarını nerden yaracaksın?
Toprağın dalgası bizim vehmimizdir, anlayışımızdır, düşüncemizdir;
denizin dalgasıysa kendinden geçiştir, sarhoş oluştur, yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta kaldıkça o sarhoşluktan uzaksın; bundan sarhoş
oldukça o kadehe karşı kör kesilirsin sen.”
Hikâyede anlatılan kişinin
kurtuluş şansı yok mu? Var. Feragat etmesi lazım, arabadan, lüzumsuz
alışlardan, keyfi harcamalardan, lüks tutkusundan.. Feragat etmesi, kolayca
gelinen şu dünyada kolayca yaşamayı becerebilmesi lazım.
Lazım olan, onu bunu yiyip
tıkınmak değil, ölmeyecek kadar yiyip ve Âb-ı Hayat’ı aramak.
Öncelikle vazgeçebilmeyi
becerebilmek.
Türk zevki, basireti ile
nasıl da güzel anlatır Türkülerinde:
“Bir karakaşın bir kara gözün
Değer dünya malına”
Soma faciasında, kolayca
borçlandırılarak köleleştirilen insanların hikâyeleri iyice anlaşılmalıdır!...
Tuncay Altunezen:
YanıtlaSil"Ve esaret!.
Doyacak kadar yemek, barınacak kadar mekân, örtünecek kadar giysi, ihtiyaç kadar birikim… Lazım olan bunlar. Fazlası?
Fazlası, ekonomik olarak ölüm demek. Ölüme doğru, dayanma gücü, itiraz, sorgu hususiyetleri yok olunca… işte gerçek esaret."
Hocam, kaleminize sağlık. Mümkün olsa herkese okuturdum. Kendimden başlamak üzere herkese uygulatırdım.
Türkiye Cumhuriyeti Candan Nurgül :
YanıtlaSilÖzal’la çağ atladıktan sonra ''Ayağını yorganına göre uzatmak'' Atasözü unutuldu, hoş bizleri sıcacık turtan pamuk, yün yorganlar da kalmadı...