22 Şubat 2013 Cuma

Selçuklu, Osmanlı ve Hal-i Pür Melalimiz



Osmanlı, yıkılış fermanını taa kuruluşunda takmıştı boynuna. Asırlar boyu taşıdı ve fakat bir türlü çıkaramadı. Gözler böyle bağlanır, kulaklar böyle sağır edilirdi. Dünyaya diz çöktüren bir milletin, boynundaki yıkılış levhasından haberi olmadı. İlimden uzaklaşma, filozofik değerlendirmelerden soyutlanma, dünyanın idaresinde akılı uzaklaştırma nasılsa bir türlü anlaşılıp, çözüme kavuşturulamadı.

Osmanlı imparatorluğu, Selçuklu’nun ilmi büyüklüğünün (olgunluğunun) üzerine oturdu. Devlet idaresi, okullar, kışla yönetimi tamamen Selçuklu’dan intikal ilimle bulunan yöntemler ve usullerle uygulana geldi. Miras alınan ilmin üzerine çalışkan ilim adamlarının iteklemesi ile ne konulduysa, orada kalındı. Medrese geleneği ve ona verilen önem, akli ilimlerin, pozitif ilimlerin gelişmesini önledi. Köstek oldu. Bu garabeti bir türlü idrak edemediler. Fakat 400 yıl atadan kalan miras ile idare ettiler. Yıkılışa geçtiği zamanlarda bile, nelerin olduğunu fark edemediler. Dank ettiği tarih ise ancak 1908’dir. Bir-kaç yıllık dayanma gücünü kullanırken bile, birbirlerine düşmüşlerdi. Dank ettiği tarihlerde okullarda, yapılmak istenen reformlarda da başarılı olamadılar. 600 yıl boynunda taşıdığı yıkılış yaftası, sonunda uygulamaya geçti. Yabancı ellerde kendim ettim, kendim buldum türküsü söyleyerek geçirdiler son yıllarını.

Sonları acı olmuştu, ama bir Türk’e yakışır biçimde, hiç şikâyetçi olmadılar. Asalet soydandır hükmü uyarınca kaderlerine razı oldular.

“İslam tarihinde iki bilim ve eğitim geleneği belirleyici oldu: Biri deneysel bilimlerle ve felsefeyle ilgili ‘beyt’ül hikme’ (felsefe evi) ve ‘dar’ül ulûm’ (ilimler evi) geleneğidir. 12. Yüzyılın sonuna kadar bilimin evrensel meşalesi oldular. Öbürü, toplumda inanç birliği sağlamak ve devletlere hukukçu yetiştirmek için kurulan ‘medrese’ geleneği… Osmanlı kurulduğunda ‘dar’ul ulûm’ geleneği sönmüş medrese geleneği çoktan hâkim olmuştu. Medrese hiçbir zaman felsefe ve bilimleri benimsemedi. Osmanlı’daki büyük matematikçiler, mimar, hekim ve denizciler medreseden değil ‘enderun’dan ve bir de usta-çırak ilişkileriyle yetişti, bir Ebul Vefa, bir İbni Sina çıkmadı. Siyasi yapı da önemlidir, Roma medeniyeti de bir Aristo, bir Öklides çıkaramamıştı! Var olan bilgiler devletin ve toplumun o sıralardaki pratik ihtiyaçlarını karşıladığı için fazlasına pek ihtiyaç da duyulmadı, Avrupa’da yeni bir bilimin geliştiğini, mağlup düştüğümüz savaşlarda fark ettik.” (Taha Akyol, hürriyet, 28.05.2012)

Selçuklu’dan intikal eden ilim, sanat ve edebiyat hiç mi ilerlemedi? Olur mu öyle şey. Elbette muazzam ilerlemeler kaydetti. İlk dönem Osmanlı Medreseleri Fahrettin Razî anlayışı üzerine oturduğundan gerekli ilerlemeler kaydolunmuştur. Ancak bu anlayış zamanla yerini akli ve felsefi ilimlerin yerine, ‘skolastik ve tepkici’ bir zihniyete bıraktığından, hâkim olan kabul tamamen geriye giden, ilerleyemeyen medreseler olup çıkmıştı. Medreselerde ise fıkıh ve dini ilimler (!) tedris ediliyordu. Medreselerden mezun olanlar bilahare sair (yönetim, matematik, hukuk…) ilimlerini tahsil ediyorlardı.

On yedinci yüz yıl da ilimden bunca uzaklaşılmasının yanında, ‘hoşgörüsüzlük ve bağnazlık’, Kadızadeler ve Fakılar tarafından sosyal hayata dayatılmıştı. Kullanılan argüman ise ‘şeriatı kurtarma’ idi.

Sanayide, mimaride, sanatta, edebiyatta, musikide ilerlemeler ise tüm hayatı kapsayıcı şekle bir türlü evrilememiş olup, sınırlı bir sosyal grup içinde kalan bir alışveriştir.

Mesela, Fatih Sultan Mehmet Han’ın yaptırdığı Fatih Külliyesi gibi bir mantıkla ilim tedrisi ve geliştirilmesi devam ettirilmemiştir. Devasa İmparatorluğun yöneticileri mütekebbir bir anlayış hali ile Devlet-i Aliye’nin en büyük olduğunu, yıkılamayacağını filan düşünüyorlardı. Aslında dünyanın diğer devletleri de böyle biliyor ve düşünüyorlardı. Bu itibarla, 20. Yüz yılın başlarına kadar hayatiyetini devam ettirebildi Osmanlı. Tehlikeyi görenler de oldu, fakat çırpınışları kâfi gelmedi. En zayıf olduğu zamanlarda bile dünya biliyordu ki, Osmanlı ilime, sanata değer verirdi, evet verirdi lakin içerideki taassubu bir türlü gereği gibi kıramadılar. Yapılmak istenen refomlara karşı, ‘istemezük’cüler, ‘şeriat isteriz’ çığırışları ile halkı galeyana getiriyorlardı. ‘Din elden gidiyor’ lafı sığındıkları gerekçeydi. Fakat taraftar toplayabiliyorlardı.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Osmanlı, kütüphanelerini kitaplarla (el yazması) doldurmuş, fakat okuyucusundan yoksun kitaplar tozlu raflara mahkûm edilmişti.

Külliyeler sonraları eklentilerinden ayrılır olmuştu. Medreseler, aşevleri, hanlar, hamamlar, birer birer zamanla külliyeden ayrıldılar sonunda kala kala bir tek cami kaldı. Pek çoğunda bir şadırvan, bir abdesthanenin bile bulunmadığı.

Yusuf Dülger, haberiniz com tr’de, 16 Ocak tarihinde yayınladığı “Osmanlı’yı medreseler yıkmıştı Türkiye’yi diyanet yıkıyor” başlıklı yazısının başlığı bile ne büyük felaket anlatıyor. Bu yazıdan sonuç bölümünden birkaç satır alalım buraya: “Türkiye’de akıl ve emeği tüketen, ayrıştıran, inancı sömüren, dedi-kodu üreten bir Diyanet İlahiyat kesimi var. Bu kesim din, devlet ve toplumumuza zarar veriyor. Biz bu kesimden kurtulmadıkça kaybederiz. Görevlerimizden birisi de bu kesimin etkisinden kurtulmaktır. Bu düşüncem Diyanet’e/dine saldırı değil, öze dönüş isteğidir”.

Osmanlı’yı yıkıma götüren ne ise, bugünkü berbat halimizin temelinde de aynı problemlerin olduğunu belirtmeliyiz.

Hak, hukuk, adalet hak getire…

Makam, mevki, şan, şöhret, para getire…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...