Yazının başlığındaki
‘acıları’ kelimesini, Goethe’den ödünç aldığımı sanmayınız, hırsızlama olarak
değerlendirilebileceğini düşünerek, Fazlı Köksal’ın fikrini aldım, müsaadeyi o
verdi.
“İstiyorum, sevgili dost, sana söz veriyorum, daha iyi olmak istiyorum.
Yazgının bize sunduğu bir parça kötülüğü, hep yaptığım gibi, artık geviş
getirip durmak istemiyorum; geçmişi geçmişte bırakmak ve şimdinin tadını
çıkarmak istiyorum. Elbette, haklısın, kuzum, -niçin böyle yaratıldıklarını
Tanrı bilir – ama insanlar, düşlem güçlerini, umursamaz şimdilerine
katlanmaktan çok, geçmiş kötülüklerinin anılarını çağrıştırmak için böylesine
zorlamasalardı, aralarındaki acılar daha ufak olurdu.”
(Genç Werther’in acıları, Goethe, bölüm 1)
En zor konuların başında
gelir, birkaç kırık fikir parçası ile büyük bir fikir denizinde yüzmeye
kalkışmak. Coğrafya bilgisi ile mühendislik sorunlarını çözmeye çalışmak gibi.
Bilmiyorum demek o kadar zor mudur ki, kendini zora sokarsın. Hem Avrupa kafası
ve kültürüyle üretilmiş “Allah,
iyi bir fikir midir?” sorusunu, başka vadilere ait bir
düşünce sistemini, bizim vadimizde tartışmanın ne gibi faydası olacaktır?
Kafa karışıklığı, belki de
depresif bir hal yaşadığı kendi ifadesinden çıkartılıyor ki, cümlesi şöyledir: “Dört gecedir kötü uyuyorum, sabah berbat
bir ruh haliyle uyandım, dergi başucuma nasıl geldi hatırlamıyorum…”
kolay değil tabii, takılıp kalmak çıkamamak dehlizden. Cevaplayamamak üzer
insanı, oysa kendilerini, bulunmaz Hint kumaşı cinsinden, aranılan, müracaat
edilen insan sınıfında sayarlar ya, her şeyi de bilirler, ona buna akıl
verirler ya, sıkıntıları da bundandır. Bir dergide okunan bir makale, ya da bir
kitaptan öğrenilen küçük tiratlarla başımıza filozof kesilirler. Bu tiplerin
acıları pek büyüktür. Kendilerinin, konuyu bilmezliğini bilirler mi, sanmıyorum
fakat anlatamazlar, söyleyemezler. Toplum içinde küçük düşeceklerini filan
sanırlar. Bilmediğini bilmek mükemmeliyet derecesidir irfan ülkesinde.
Lafı, Ertuğrul Özkök’ün,
Hürriyet, 22 Ocak tarihli yazısına getirecektim, başka mecralara dalmadan hemen
geçiş yapalım. Pek sık yurt dışı geziye çıktıklarından, Paris’te aldığı bir
derginin kapağında “Allah,
iyi bir fikir midir?” sorusu varmış, yazısını da Birand’ın
ölümü üzerine bu konuya hasretmiş.
Her bölümün sonunda da aynı
soruyu sorar. Tekrarlarından da anlaşılır ki, arayışları korkularından,
acılarındandır. Çırılçıplak soyunup ayna karşısında, bir şey görememek nasıl
bir duygudur? Ya da, gördüğünün kendisi olup olmadığından emin olamamak? Kurtuluş
için acılarından belki de, Umre seyahatine çıkmıştı. Yanında arkadaşları,
aslında kılavuzları A. Hakan ve A. Bulaç. İlk hatası buydu esasen. Kılavuzunu
seçememişti. Öyle bir duyguya kapıldım ki, Özkök, ogün bugündür korkuyor ve
acılarını su yüzüne vuramamaktan bizar haldedir. Birand’ın ölüm günlerinin
kafasına dank ettirdiği soruların, bir dergi kapağındaki soru cümleciğinden
hareketle, kâbuslar yaratması gibi.
Sorgulama iyidir. Hepsinden
iyisi de, soruların ve cevapların uyum içinde olmamasıdır. Arızayı kendi tespit
eder insan. Hele eser kendisinin olunca. Uyumsuzluk gözle görülür hal aldığında
da, yaptıklarına bakıp yırtar ve atar çöpe. Genç Werther nasıl söylemişti: “..artık geviş getirip durmak istemiyorum” bir
yanlışlık var çünkü, soru ile cevap arasındaki uyumsuzluk aşikar, o halde “geçmişi geçmişte bırakmak ve şimdinin
tadını çıkarmak istiyorum”. Yapılması gereken budur.
Cevizin yeşil kabuğunu yalayıp duran ve ceviz yediğini anlatan ahmağın durumu,
en iyisi cevizi atmak mıdır, kırmak mı? Doğrusu geçmişe sünger çekmek, “insanlar, düşlem güçlerini, umursamaz
şimdilerine katlanmaktan çok, geçmiş kötülüklerinin anılarını çağrıştırmak için
böylesine zorlamasalardı, aralarındaki acılar daha ufak olurdu.”
İlahi Genç Werther, İki Yüz Elli yıl evvelden bugünün yazarına mesaj bırakmış
adeta. Her debeleniş, batağa saplanmak için harcanan çaba olunca, geçmiş rüya
resimlerde capcanlı duruyor olunca, ne şimdilerini yaşamak hatırlarına geliyor,
ne de geçmişi unutmak.
Kafa ve kavram kargaşası;
Hıristiyanlık alt yapısı, maddeci görüş açısı, sömürgeci iç hallerinden
kaynaklanan fikir cümleciklerinin ifadeleri ile muazzam irfan deryasını, hikmet
denizini anlamaya çalışmaktır. Ehli’nden şu cümleleri okuyalım: “-‘Allâh var gayrı yok!’ ki bunu beşer aklı
havsalası kavrayamaz! Ancak, vahiy veya ilham ilmi – bilgisi olarak şuura
yansır ve ‘seyir’ oluşur! Akıl, mantık, muhakeme adım atamaz burada! Fikir
yürütenin yolu dalalet olur! Bu konunun tartışılması mümkün değildir! Tartışan
ise, yalnızca cehli dillendirmek için var olandır!”.
Ne diyelim? Bilme, soru
sormaya başlamakla mümkündür. Özkök, doğru yolda bence. Cevaplayamazsa da
sormak, sorgulamak; şüphelerini açık edip, cevap aramaya koyulmak doğru bir
yaklaşımdır.
Nuh Gönültaş bir cevap
yazmış köşesinde. Hiç bahse değmez. Cahil bir köy imamının, cemaatine
verebileceği vaaz tadında, kendi kibrini öne çıkaran önemsiz bir yazı.
Demek ki, beslenilen
kaynakların gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi gerekecek.
Biz, Ertuğrul Özkök’e
beslenmelerini ‘Orhun’un kaynağı’ndan yapmasını salık veririz.
“O (şeytan)
size ancak egonuzu kuvvetlendirecek fikir ve fiilleri, yalnızca helal olmayan
bedensel zevkler için yaşamayı ve Allâh hakkında ilme dayanmayan şekilde hüküm
vermenizi emreder.” (Bakara/169)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder