Neler söylendiğine bakalım
evvela. Konuyu kavramaya çalışıp, övgülerimizi, sövgülerimizi ancak,
söylenileni anladıktan sonraya bırakalım derim.
Okumak, dinlemek zevktir. Zevk
aldıkça öğrenmeye meyleder insan. Burada bir konu önemlidir. ‘Öğrenmek’,
bilmediğini demektir, ancak öğrenme eylemi, bilmedikleri ile karşılaşınca
oluşur. Fakat zor bir durumdur. Öğrenmek, çaba ister, çalışma ister, odaklanma
ister. Bu aşamalar sıkıntılıdır, azabı vardır, eziyeti vardır. Bu itibarla
katlanmak istemeyenlerin sayısı, katlananlardan kat be kat fazladır.
Bir eğitim sistemimiz var
ki, Allah beterinden saklasın diyeceğim ama daha beteri var mıdır bilmiyorum.
Dört seçenekten birisini seçip mezun olan ve aynı yöntemle üniversiteye giriş
yapan yarış atı öğrencileri. Konuyu öğrenmek değil, doğru olanı bulma
yarışması. Bunun için de çok çeşitli yöntemler geliştirmişler, okulların,
dershanelerin geliştirdiklerine ek olarak öğrenciler de kendi prensiplerini
geliştiriyorlar. Doğru cevabı yakalama prensibi.
Okul sıralarında başlar
okuma alışkanlığı ve terbiyesi. Öğretmen kılavuzluğunda yapılmalı bu
alıştırmalar. Sonra bırak kendi halinde deryada yüzsün, öğrensin, bellesin
sınırsız, uçsuz bucaksız ilim deryasında…
Böyle değil bizimkisi.
Kitaptan, şeytandan kaçar gibi kaçar öğrenci. En kolayından, en hafifinden okur
gerekirse. Klasikler yoktur listesinde, yenilerin adı bile geçmez. Bir-kaç,
büyük bakkalların görünen yerlerine kurulu stantların en üstündeki, en çok
satanlardan bir iki seçmecesi vardır, hepsi o. Bu aşamada kusuru sisteme,
okullara, öğretmenlere yüklemek hakkımız vardır. Edebiyat, sosyoloji, tarih,
coğrafya, felsefe, mantık ve dahi fen bilimleri hocalarına.
Kendi halinde kitap okumaya
koyulanların da yardıma ihtiyacı olabilir. Yardımsız çıkamayabilir girdiği
dehlizlerden. Bu vakit, öğretmenini yanında bulamazsa çocuk, bir daha kitap
alamaz eline.
Derin düşündürmeye,
araştırmaya sevk edici değil tedrisatımız. Yüzeysel, yüzeysel olduğu kadar çeşitli
de değil. Ders kitaplarında işlenen konular ve öğretmenin olsa da olur, olmasa
da tavrı sebebiyle öğrenciler de sadece sınıfı geçebilmek için bir-kaç okuma
ile kaldırıp atıyorlar kitapları. Sınavlar ise daha beter. Araştırmaya
yöneltici sorular yerine, kitabın başlıklarının sorulduğu ve derinlemesine,
tatminkâr cevapların aranmadığı sorular.
Rahmetli Server Tanilli 20
Haziran 2008 tarihinde Cumhuriyet’te yazmıştı, Fransa’da sorulan felsefe
sorularını. Bir kaçını buraya alırsak anlatmak istediğimiz daha da iyi
anlaşılabilir. “İdrak
eğitilebilir mi?, Canlıyı bilimsel olarak tanımak mümkün mü?, acı çekmeden arzu
mümkün mü?, sanat, bizim gerçeklik üzerine bilincimizi değiştirir mi?”
sorulardan örnekler bunlar. Hoca, şu cümleleri açıklama olarak ilave eder
yazısında: “Felsefenin, insanın önünde
açtığı bir dünya vardır ki, yaşamın içinde yürürken, kendisi ve toplum üstüne
karar verirken, kişi bu eğitimin yararlarını görecektir. Felsefenin gücü de,
akla ve bilime dayanmasından geliyor. Bu iki dayanak, toplumda başta gelen
temellerdir. Eğitimde gençleri yetiştirirken bunlarla donatmalıdır”.
Şimdi, yukarıdaki sorulara
bir daha bakıp, bizim gençlerimize sorulan sorularla karşılaştırırsak, hangi
sonuçlara varırız?
Bırakalım öğrencileri, bu
sorulara, öğrencileri eğiten öğretmenler nasıl cevap verirdi?
Böyle yetişince
öğrencilerimiz, aldığı gazetedeki fikir yazılarını değil, cümleleri sloganlarla
dolu, sıradan ve bom boş yazıları okumaya koyulacaktır.
Hatta siyaset meydanlarında
boş konuşan siyasiler daha fazla alkış, tabiî ki, daha fazla oy alacaktır.
NOT: Bu yazımız, Metin Boşnak Hoca’nın “edebiyat
ve eleştiri” başlıklı yazısından önce yazılmış fakat yayınlanması
ertelenmiştir. Birlikte değerlendirilmesi… http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi69950-Edebiyat_ve_Elestiri.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder