31 Ekim 2012 Çarşamba

Çürüme



Aslında kavga, Batı’nın kendi içinde gelişmektedir. Batı, kendi içindeki parçalanmadan kurtulamadı bir türlü. Batı düşünürleri, daima bu parçalanmanın sebepleri, sonuçları ve nasıl durdurulacağı hakkında düşünceler geliştirmeye, teoriler bulmaya ve çözmeye odaklanmışlardır. Bu arada, kendilerinin parçalanmasını önleyecek veya en azından geciktirecek projeler bulmakta da üstlerine yok. Bu anlamda da, bir başka devlette tecrübeler geliştirmektedirler. Bu sebepledir, alt kimlik, üst kimlik söylemlerinin Türkiye’de gündeme getirilmesi. Sosyolojik verilerin millet içinde ayrıştırılarak küçültülmesi çalışmalarıdır bunlar.

Batılı ilim adamları buldukları teorilerin uzun vadeli olmadığını anladılar. Vadeyi uzatmak için de deneyleri başka milletler üzerinden geliştirmek niyetindedirler. Aslında namuslu adamlar sorunu görüyor, sebebini anlıyorlar. Açıklamalar ise, daima iktidarların köpekliğini yapan, tamamen pagan kültür duvarlarına mahkûm ve popülist söylemlerin esiri ilim adamı kılıklılar tarafından yapılmaktadır. Her zaman ve her yerde olduğu gibi. Doğrular ve güzellikler Batı’da da geri planda oturmaktadırlar. Dolayısıyla ortaya sürdükleri teoriler tamamen kendi kısır ve soyut beyinlerinden çıkan ve insanların dolayısıyla da ilim ortamının kafasını bulandıran kısır teoriler olmaktadır. Yani şöyle de söyleyebiliriz. Namuslu ilim adamları geri plana itilmektedir.

Ülkemizde arzulamadığımız bir gelişme olduğunda bakabileceğimiz alan, Batı’da meydana gelen ilmi!(sözde) aslında politik söylemler olmalıdır.

Aslında bizi böyle düşünmeye sevk eden olgu; bilebildiğimiz, anlayabildiğimiz, algılayabildiğimiz kadarıyla ülkemizde olagelen gelişmeler tamamen Batı kaynaklı olduklarını idrak ettiğimizdendir. Hatta Batı’da uygulama alanı bulamayan sosyolojik verilerin ve sonuçlarının da uygulanıp, Batı’ya ilmi sonuçlar olarak taşındığını düşünmekteyiz. Ülkemiz adeta deneme tahtası olarak kullanılmaktadır diyebiliriz. Peki, Batı hangi gücü ile bunu başarabilmektedir? Tabii ki, içeriden bulduğu ve beslediği gönüllü sermayeleri ile.

“Yaşadığımız dönem, bir dönem Batı’nın yaşadığı Victoria Dönemini andırmaktadır. Dahası, bunu da ‘ev’rensel’ hanemize kaydettik. O nedenledir ki, kendi değerini insanlar ancak Batı’ya yakın veya ona uyumlu olduğu kadar değer olarak algılamaktadır. Ancak başkasının değerli gördüğü oranda kendini değerli gören birey, kültür medeniyet ise aslında zaten yok demektir.” (Metin Boşnak, egemen gazetesi, 29 Eylül 2012) Meselede buradadır zaten. Ölçü Batı, soru Batı, sorgucu Batı, puanlayan Batı olduğu zannedilince, Batı’nın değerleri de nezdimizde tabulaşmakta, kendimizi Batı’ya gönüllü esir etmekteyiz.

Niçin bu haldeyiz peki?

Beyin sepeti çürüklerle dolmuş da ondan.

Hiç aldırma, sepette birkaç meyvede çürüme varsa, al, çıkart ve at. Diğerlerini kurtarırsın. Kalanlarla devam edersin yola. Yarı yolda kalanlar olabilir, hiç ardına bakma. “Kalan sağlar bizimdir” diyerek Dadaloğlu’larca, zirvelere yol al. Nasılsa, pişman olanlar katılacaklar, özür beyan edeceklerdir. Onlardan yüz çevirme, yarı yolda bırakmışlar, sana cephe almışlarsa da, anlayarak geçmiş hatalarını, vardılar yanına. Kucak aç ve onlarla birlik olduğunu yüzlerine söyle.

Çürüme devam ettikçe, sıfırlar gücünü. Her çürüyenin yeri çöplüktür.

Tıpkı, hiçbir işe yaramayan, nerede nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz, sayısız bilgilerle doldurduğumuz gibi beynimizi. Her işe yaramaz bilgi alacağımız yolda engel teşkil ediyor, ikilik dünyasının kalın perdeleri oluyor, hakikati örtüyor, gözlerimizi kör ediyor. Açmıyor yolları, kırmıyor engelleri. Bunlar işe yaramaz bilgiler. Eskimiş, çürümüş bilgiler. O halde yeri çöplüktür.

Şu aklımızı, beynimizi doldurduğumuz, bilgi denen, malumat dediğimiz, ilim! dedikleri şeyler var ya, hiç aslı astarı olmayan ve ne bu dünyada, ne de sonraki dünyalarda artık hiçbir işe yaramaz haldeki bilgilerdir bunlar. Kendimizi sınırlandırdığımız, bile ve isteye kafese tıktığımız ve o duvarlar arasından bir türlü çıkış yolu bulamadığımız tutsaklık bilgileri.

İlim deryasından bula bula apardığımız işe yaramayan ve ayağımıza ket olan sahte bilgiler.

“Hayır! Gerçek onların sandığı gibi değil! Kim bir kötülük kazanırsa (düşündükleri veya elleriyle yaptıklarından dolayı) ve de o hatası kendisini (düşünce sistemini) kuşatırsa (hakikati göremez hâle gelirse), işte onlar ateş (yanma) ehlidir sonsuza dek!” (Bakara/81)

29 Ekim 2012 Pazartesi

Müjde



Affı, tövbe ile mümkün günahlar vardır,

Hangi riyayı bilirisin ki, affedilir gider.

Şirke bulaşan hangi hareket başarılı olmuştur?

Hangi şirke bir paye verilmiş, hangi riya başa geçirilmiştir?

Kendi halinde akıp giden bir dünya da, hangi işbirlikçiye hüküm verilmiş, hangi riyakâra padişah denmiştir?

Heyhat!

Burası Türkiye şimdi.

Söylenenler hep tersi olmakta, istenenler yapılmamakta bir türlü.

Kandırılmaya müsait cahiller, düştüler hep riyakârın peşine. Kur’an’ı Kerim’den ayetler okuyana, Cuma Namazlarından çıkışta demeçler verene, yetişkin uluların sözlerinden bir iki kelam edene nasıl da kanıveriyorlar. Nasıl da kandırıyorlar, utanmadan, hayâsızca.

Sesi, soluğu zayıf Birisi. Kısık sesiyle mırıldanarak.

Yanlış. Dedi.

Duyuramadı.

Rahmetti oysa, bereketti oysa.

Duyuramadı.

Aslında, görünen; hep başa geçenler halkı kandıran politikacılar. Hep menfaat kavgası, hep benlik kavgası, hep en iyi benim! Kavgası. Muhalefetin de yaptığı farklı değil. Hizmete talip olan değil, az da olsa, eksik de olsa, yetersiz de olsa yapılan hizmetleri çekememezlik kavgası. Haset ve kin. Hepsi bu.

Yıkılacak. Bitirilecek, sonlandırılacak bu keşmekeş.

Önemli müjdeler var duyanlara, anlayanlara, dertlilere.

Riyaya savaş, şirke savaş, haset’e, kine, yalana, dolana savaş.

Bitirilecek çirkin düşkünlük.

Hakk’ı söyleyen, Hakk’ı birleyen tevhit günleri pek yakın.

Müjdeler geliyor peş peşe.

Gönüller genişleyip, Hakk Otağı’na kurulunca.

Bugünün galip görünenleri, mağlubiyetlerini yaşayıp, anlayacaklar.

Sonra, kâr etmeyecek yalanlar, riyalar.

Hakk’ın hüküm ferma olduğu zamanlar.

Tek’ olanın güzellikleri,

Yıkıp geçecek.

Hani, dillere pelesenk olan 2012 var ya,

Yer ile yeksan olacağı dillendirilen hal.

Beyinler tazelenecek.

Çirkin, haset, kin, intikam… Riya ve şirk,

Kovulacak.

Elhamdülillah.

Hey! Bütün dünya. Bil ki, Türk titredi ve döndü kendine.

Merhum Cemil Meriç şöyle söylemişti:

“Ama işte yeniden, taaa kökünden yeşeriyor başsız ağaç ve hakikat baştan ayağa sarsıyor hafızalarımızı… Uyan! Sen bin yıl bu topraklarda hüküm sürmüş bir neslin evladısın, hatırla bizi Drina’da, Üsküp’te, Filistin’de, Cezayir’de, Türk ellerinde….

Bir millet hatırlarsa yaşar!”

22 Ekim 2012 Pazartesi

Matematik, Zaman ve Okullarımız



Ben ne kadar fen derslerinden (matematik-fizik) mutazarrır isem, onun da edebiyat, felsefe derslerinden tırstığını biliyordum. Tarih, coğrafyadan hazzetmez, sosyoloji okumaya yanaşmazdı. Bana matematiğin faziletleri hakkında saatlerce nutuk çektiğini hatırlarım. İyi de oldu, hiç olmazsa derin düşünceler içine daldığım zamanlarda matematiksel düşünebilme yetisi kazandırdı bana arkadaşımın çabası. Çoğu zamanlarda denklemler kurarım, sosyal tabakalarda bir ağın aileye olumsuz tesiri olursa, bu ağın olumsuz tesirleri millet üzerinde de olur gibi. Başka bir denklem de, ailenin ilmen zenginleşmesi, memlekete ilmen zengin bakanlar, başbakanlar getirecektir. Tersten işleyen bir denklem de şöyle kurulmuştu, halk içinde dedikodu dolaşım hızı düştükçe, insanların ilmi gelişmeleri ve düşünebilme yetileri yükselir. Bu gibi çözümlemelerini onun yanında da yaparım. Genellikle gülerek;

-“Bak” der, -“bak, matematiğin bir sırrı daha çözüldü.” Ben de gülerim.

Bir seferinde kızgınlıkla yanıma geldi ve hiç duraksamadan:

-“Ya, biliyor musun, Hukuk Fakültelerinde matematik dersleri yokmuş. Birkaç fakültenin ders programlarını inceledim. Hayal kırıklığı yaşadım. Olabilir mi ya, olabilir mi? Hiç, matematik bilmeyen bir Hâkim, bir Savcı olabilir mi? Peki, matematik bilmeyen bir Avukat nasıl savunur müvekkilini?”

Şimdi taşı gediğine koymuştu işte. Doğruydu. Hukuk Fakültelerinde matematik dersi okutulmuyordu. Gerçekten garip bir durumdu bu. Matematiksel düşünme yeteneğini geliştirmemiş bir kişinin, sanık, olay, deliller, savunma ve ceza-vicdan muhasebesi gibi konularda filozofik düşünebilmesi mümkün olamayacağı gibi, cezaya muhatap olayın felsefesi hakkında da bir çözümleme yapabilme şansı olmayacaktır, ya da analizin içinde hatalar olacaktır.

Bir ağır ceza mahkemesinde takip ettiğim, altınlarını ele geçirmek için arkadaşının yardımı ile annesini, planlayarak öldüren delikanlıya Hâkim idam cezası vermiş ve kalemini kırmıştı. Zabıt kâtibine kararını yazdırdıktan sonra ayağa kalkarak cezaya muhatap delikanlıya;

-“Üzülme oğlum, eğer uslu durursan çok kısa bir zaman sonra dışarıya çıkarsın” demişti. Sonra duruşma salonunu terk etmiş ve ceza alan sanıkları, jandarma ellerini kelepçeleyerek cezaevine götürmüştü. O anda Hâkim hakkında; ‘verdiği cezayı bildiği yok’ gibi eleştiri geliştirmiştim. Sonra yıllar geçti, bu güne kadar tam üç defa Af Kanunları çıkartıldı. Hatta Türk Ceza Kanunu’ndan idam cezası bile kaldırıldı. İdama mahkûm edilen o kişi eğer sağ ise mutlak surette salıvermişlerdir… Tam isabet. Hâkim’in şakayla karışık söylediği öğüdü gerçekten kısa bir süre sonra zuhur etmişti. Demek ki, ülkesini, milletini, yöneticilerini, politikasını çok iyi anlamış ve gidişatı yorumlayarak, bir devletteki oluşları alt alta, üst üste koyup, filozofik değerlendirme yaparak sonuca ulaşmıştı Hâkim Bey. Bunun için matematik bilmeye, matematiksel düşünebilmeye gerek var mıydı? Evet, vardı. Halkın hareketlerinden, millet evladının düşünme tarzından, olagelen olaylardan bir sonuç çıkartarak bir karara varmak ve esprili bir dille muhataba aktarmak. Bütün bunlar matematiğin işiydi arkadaşıma göre.

***

“Osmanlı Devletinde en yüksek ilmî müessese bilindiği üzere medreselerin kuruluş döneminde Molla Fenari (834/1431) gibi gayretli müderrislerin sayesinde kurulmuş medreselerdeki, kelâm ve felsefî esaslara dayalı Fahrettin Razî ekolu, zamanla silinmeye başlamış, yerini tepkici bir zihniyete sahip, aklî ve felsefî ilimlere karşı bir anlayışa terk etmeye başlamıştır. Ayrıca bazı şeyhülislâmların telkini ile hikmet dersleri denilen matematik, felsefe ve kelam gibi aklî derslerin terk edilmesi, bir kısım ilim adamlarının çocuklarına on beş yaşından önce müderrislik beratının verilmesi, talebelerin iyi bir eğitim görmeden rüşvet ve para ile müderris olmaları medreselerin bozulmasına doğrudan etki etmiştir.”

“XVII. Yüzyıldan önceki yüzyıllarda tabii ve felsefi ilimlerin öğretim yeri olan medreselerde, birçok ansiklopedik temelli bilgin yetişmişti. Bu yüzyıldan itibaren medreselerde aklî ve müspet ilimler itibardan düşmüş ve dersler daha çok fıkıh alanına kaymıştı. Matematik, astronomi, felsefe gibi dersler, tamamıyla ortadan kalkmasa bile önem verilmiyordu.” (İsmail Hakkı Altıntaş, Divan-ı İlahiyat açıklaması)

***

Dünyayı, en, boy, yükseklik verileri ile algılıyoruz, ya da sıcak, soğuk ve ılık gibi.
Üç boyutlu kısır bir algıdır bu.

Sadece, bedenimize hizmet gayesi güden kısır bir düşünce.

Üçüncü boyutun dışına çıkılma tecrübeleri ise umurumuzda değil. Üçten sonraki boyutlar hakkında sohbet, düşünce ve idrak eleştirilerine ise matematiksel düşünebilme yetisini kazanamamış beyinler itiraz yükselteceklerdir. Zira boyutları algılayabilmek matematik felsefesine, mantık bilgisine, astronomik bakış açısına lüzum gösterecektir. Üçüncü boyutun yanında ‘zaman’ da konulursa ki, dördüncü boyut çağlarına geçilecektir.

Hiç düşünmeden, hemen ret eden nesiller çıkan okullarımızda, zaman’ı en-boy-yükseklik yanında kaç profesörümüz değerlendirmektedir, araştırmaya değer. Bu küçücük ilaveye bile tahammül edemeyen düşünür artıklarına peki, dördüncü boyuttan sonraki boyutlar hakkında nasıl ve ne gibi sorular tevcih edilebilecektir. Şimdiden itirazları duyar gibiyim.

***

Hiç olmazsa çocuklarınıza toplama, çıkarma, çarpma, bölme ve denklemler kurabilmeyi öğretiniz.

Doğru, daima iyi, güzel ve hoş düşünebilenlerin yedindedir.

20 Ekim 2012 Cumartesi

“Sağlam Kafa Sağlam Vücutta Bulunur”



Atatürk’ün söylediği bu vecizedeki ‘vücut’ kelimesini, millet, ‘kafa’ kelimesini de münevver-yönetici olarak okursak söylemek istediğimiz daha rahat anlaşılacaktır. ‘Kaht-ı rical’ hangi zamanlarda ortaya çıkar? Sorusu epeyce uğraştırmış olmalı düşünürleri. Kalkınma nasıl ki, bütün kurumlarıyla birlikte olursa, geriye düşüş de toptan ve bütün kurumları ile birlikte olmaktadır. Bütün bunların başında da ‘vücudun’ (milletin) sağlığından olması, toplumun hastalanması, vücudun zafiyet geçirmesi yatmaktadır. Millet hastalanınca, münevverleri -yöneticileri de- hastalanmaktadır. Kurtuluş ise, ancak nesillerin birkaç göbek devrinden sonra olabilecektir. Öncelikle sağlıklı bir vücuda sahip olunmalı, münevverler ardından sökün edecektir.

Geçenlerde CNN-Türk Televizyonunda bir haber izledim. “İngiltere’de etkili bir tıp dergisinde yayımlanan bir raporda, doktorlar ve resmi sağlık yetkililerinin harekete geçerek aynen alkol tüketiminde olduğu gibi çocukların televizyon ya da bilgisayar ekranı önünde geçirdikleri zamana da kısıtlamaları gerektiği çağrısı yapıldı.

Rapora göre çocukların TV, bilgisayar ve ekran oyunları saplantısı hem gelişmelerine zarar veriyor hem de uzun vadeli fiziksel hasarlara neden oluyor. ABD, Kanada, İngiltere ve Avustralya’da çocukların ekran karşısında 6 – 8 saatlerinin geçirdiklerinin” tepsinin yapıldığı ve bu sürenin kısıtlanmasının istendiği bildiriliyordu haberde. Ayrıca bu durumun, “Obezite ve kalp sorunlarına sebep olduğu” değerlendirilmiştir.

Görüldüğü gibi haber, çocukluk devresindeki eğitim ve gelişme hatasından söz etmektedir. Biz biraz daha ileri gidelim.

“İnsan türü daha ilk döllenme anından itibaren tamamen evrimsel açıdan programlanmış bir şekilde gelişiyor ve muazzam bir bilgisayar olan beyni de teşekkül etmeye başlıyor, daha ilk 3/5 aydan itibaren de amigdala (badem demek) denen derin beyin çekirdeği teşekkül ediyor. Zamanla üst tabakalar oluşuyor. Amigdala emosyonel tepkilerin hatırlanmasının da regülatörü ve duyguların düzenlendiği limbik sistemin bir parçası.

Dünyaya gözümüzü açtığımızda beynimizde modüler şekilde çalışmaya hazırlanmış set-programlar mevcut. Mesela insan lisanı öğrenmeye ve kullanmaya programlı olarak doğuyor.” (Mehmet Kerem Doksat / 26 Kasım 2008)

“O süreç başladığında, O’nun elvermesi dışında, hiçbir nefs konuşamaz! Onlardan kimi şaki (imanı olmayan, sonsuza dek cehennemlik) kimi de saiddir. (imanı olan sonsuza kadar cennetlik) (Hud/105). İşte tefekkür noktası. “O süreç”! Nasıl bir haldir ki, süreç başladığında, “şaki”ler ve “said”ler birbirinden ayrılıyor? “Said saiddir anasının karnında, şaki şakidir anasının karnında” kelamı ayeti kerimeyi tefsir ediyor adeta. Vakı’a Suresi 38. Ayette Said, “ashab-ı yemin” , 41. Ayette Şaki “Ashab-ı şimal” olarak da belirtilmektedir.

Milletin sağlığı, çocuklarının sağlığı ile çocuklarının sağlıklı yapısıyla tanımlanır, tanımlanmalıdır. Çünkü çocukları milletin geleceğinin temsilcileridir. Kafa, vücut, düşünce sağlığı tam olabilmesi çocukların sıhhatli, sağlıklı, sorunsuz olarak dünyaya getirilmesi ve çocukluk çağlarının da sağlıklı ortamlarda, sorunsuz olarak geçirilmesine bağlıdır. Ailenin sağlığı, çocuğun sağlığı, çocuğun sağlığı ise milletin sağlığıdır.

Anne rahminde meydana gelen (sevgi ile) döllenme sonrası ilk olarak beyin vücuda gelmekte, beyin, dünyada bir insanı taşıyacak ve rahat bir ömür sürdürecek diğer organların meydana gelmesi için emirler göndererek oluşumun ve insan vücudunun meydana gelmesini sağlamaktadır. Beyin “muazzam bir bilgisayar” olduğuna göre ve vücudun diğer organlarına emir veren ve oluştuğu anda akıllı olan bir varlık olarak tanımlayabiliriz. O halde, doğum henüz gerçekleşmeden evvel anne karnında, bebek (cenin) ile dış dünya arasında da iletişim sağlanmaktadır. Bu iletişimi bebek, annenin gözü, kulağı, elleri ile yapar. Annenin gördükleri, duydukları, bebeğin de gördükleri, duydukları olur. Annenin hoşlanmadığı ortamlarda bulunması, canının sıkılması, nefret etmesi gibi hissiyatları da bebeği doğrudan etkiler ve aynı duyguları annesi ile birlikte yaşarlar. Demek ki, çocuğun eğitimi ve gelişimi daha anne karnında iken başlamaktadır.

Öyleyse, sağlıklı bir millet olabilmek için annelere (aileye) büyük görevler düşmektedir. Karınlarındaki bebeğe bir emanet olarak bakarak, onun hoş kokular içinde, güzel musikiler eşliğinde, hoş sohbet adamlar arasında, yabancılardan, kötü niyetlilerden uzak durarak ve ana rahmindeki devreyi kusursuz tamamlayarak dünyaya getirmeleri bir zorunluluktur.

Çocuğun doğumundan sonra ise;

İçinde bulunduğumuz ekonomik zorluklar sebebiyle artık anneler de bir işte çalışmaktadırlar. Çocuğun dünyaya gelmesinden itibaren (aslında doğuma bir-kaç ay kala) çalışan anneye izin verilmelidir ve bu izin çocuğun okula başlayacağı güne kadar devam etmelidir. Çocuğun anne ve aile sevgisi ile büyümesi, anne sütü içmesi, beslenme zamanının, oyun zamanının, uyku zamanının anne sevgisi ve hassasiyeti ile ayarlanması ve bakımının yapılması çok büyük önem arz etmektedir. Çocuğuna bakmak ve yetiştirmek üzere işinden izinli sayılan annenin sosyal güvenlik primlerinin devlet ve/ya bir sigorta fonu tarafından karşılanması gerekecektir. Milletine sağlıklı, kafası sağlam, vicdanı hür, beyni hür, irfanı hür bir evlat yetiştiren bir anne için yapılacak her türlü fedakârlık, milletin bekası adına helal olacaktır.

Sağlıklı kafa yapısına sahip insanlar çoğaldıkça da millet -vücut- sıhhatine kavuşacaktır.

Doğruyu Allah, Resulü ve Dostları bilir.

19 Ekim 2012 Cuma

Bir Muhafazakârın Hatası



 “Tasavvuf hayatının 87 yıldır yasaklanmış olması çok ciddi bir fakirliktir. Bu fakirlik sadece sosyal hayat açısından değil. İrfan ve tefekkür açısından büyük bir fukaralık yaşıyoruz. Hiç mütefekkir yetiştiremedik. 90 senedir peşinden gidilecek, kitleleri sürükleyecek bir adam yetişmedi. Bizim gençliğimizde peşinden gidilecek 2 sembol isim vardı. Biri Necip fazıl, biri Nazım Hikmet.”

5 Ağustos 2012 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde Emeti Saruhan ile yaptığı röportajda buları söylüyor Tuğrul İNANÇER.

Kendisini Televizyonlardaki sohbetlerinden tanıyoruz. Babacan tavırlı, pek sesli, soyadı gibi inançlı, bilgili, hoş sohbet bir zat-ı muhterem. Özellikle Şeb-i Arus günlerinde, TRT’deki yorumları, Mevlânâ anlatımlarının tadına doyulmaz. Gel gelelim, röportajında yukarıdaki söyledikleri hakkında bizim de söyleyeceklerimiz var.

“Çok bildiğini sanan çok yanılır”, kimi zaman da birilerini (ağyar) hoş tutmak için söylenen sözler, kim bilir diğerlerini (dost) yaralar. Senin bilgin sende kalsın. Kimseyi kırmana gerek yok. Kimseye çamur atmana gerek yok. 

İz çamuru atanın elinde kalır.

Başka manalar yükleme, ağızdan çıkan kelimelere. Ya olduğu gibi kabullenmeye bak, ya da kendine başka bir kapı bul. Anlamaya da çalışma. Neyi anlayacaksın ki, Anlamak istediğin nedir ki,

Anlayabilmek için bilmek gerektir. Anlamaya çalıştığına göre de biliyorsun demektir.

Madem biliyorsun ne işin var, sana yad ellerde. Otur, bilgin ile bildiğin ile anladığın ile amelini yap. Yorma kendini.

Kadim kültürümüzde şöyle denir unutma;

“Anlamaya zorlama kendini, zevk edin kâfidir.”

Neresinden baksanız bir Cumhuriyet eleştirisi. Hakk’ınızdır. Eleştirebilirsiniz. Ama eleştiriniz doğru olsun.

“Tasavvuf hayatı” değildir yasaklanan. İrfan ve kültür hayatımızdaki fakirliğin sebebi de “yasaklamalar” değildir. Tam tersi, “yasak”lananın ne olduğunu akıl edememek, niye yasaklandığını kavrayamamaktır fakirlik. Sosyal hayatta yaşanan fakirliğin sebebi niye tekkelerin kapatılmış olması olsun ki? Özellikle 38’den sonra eğitim sisteminin emperyal güçlerin istedikleri gibi yapılandırılması ve onlara eğitim politikalarında söz hakkının verilmesi ile başımıza gelenleri düşünmeliyiz.

Aslında “peşinden gidilecek”, kitle sürükleyicileri olarak verdiği iki isim için ne söyleyebiliriz, aslında o isimler verildikten sonra laf biter. Adı geçenlerin ne fikirleri, ne şiirleri röportaj veren kişinin anlattığı “tip”ler değildir. Sonra, hangi ehli vukuf’un peşinden kitleler sürüklenmiştir? Yok, böyle bir şey. Tam tersi, kitleler, kendilerine edilen vaatlere bakar, süslü laflara bakar, ‘cennet müjdesine’ bakar… Popülist siyasetçilerin işidir bunlar. Hiçbir ehli hakikat bunlara tevessül etmez, gerçeği, hakikati, doğruyu, Hakk’ı bildirmektir onların işi. O halde halk kitleleri de onların peşine değil, pembe laflar eden “Fazıl gibi, Ran gibi” kişilerin peşine düşecektir.

“Hiç mütefekkir yetiştiremedik” sözünün üzerinde bile durulmaz. Çünkü hal’i tanımıyor, asrı kavrayamamış, hatta kendini bile bildiği şüpheli. Mütefekkirin bol olarak bulunması hali, mütefekkirimizin bulunduğu anlamına gelmez. Az bulunur, altın gibidir. Pahası azlığındandır. Bütün zamanlarda böyledir. İnsan bölü nüfusunuzun sayısı nedir? Mealindeki bir soruya, 1/bir milyon iyi bir orandır demiştim. Bu ifademde halen durmaktayım. Evet, nüfusunuzun bir milyonuna bir adam düşmesi iyi bir orandır. Öyleyse hazretin ettiği, kendinden ağır lafın bir kıymeti harbiyesi de yoktur.

Fazla söz lüzumsuzdur. Türkü mısraıyla bitirelim.

“Danışan dağları aşar mı aşar / Danışmayan düz yolda şaşar mı şaşar”

Büyüklük hastalığının tedavisi zordur.

Tevazuu denizinde yüzmek yiğitlik ister.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Zor Yazı



Hiç çekinme, korkulacak bir şey yok,

Aç gözlerini;

Açabilirsen kararlılıkla, göreceğin, görebileceğin aslında kendinsin. Karanlığın içinde debelenen sensin, o karanlık ise kalın duvarlarla örülmüş, derin mağaranın isleri, isler tarih boyunca algıların, algılar ise, zifiri karanlık mağaranın duvarları…

Mağara denen çevredir aslında. Her ne olup bitiyorsa etrafında, sana ne gibi, nasıl bir bilgi zerk ediyorsa onlardır. İstersen statüler de diyebiliriz buna. İçine tıkıldığımız ve altından köşk sandığımız statülerimiz, bizi mağaramızın içine sıkı sıkıya bağlayan statülerimiz. Aslında mağara dünyanın kendisidir. Mağara karanlığını yıkıp geçecek ‘ışık’ var, bize, ampule doğru elektriği götürecek mekanizmayı açmak kalıyor. Bir dokunuşla hayatımıza ‘ışık’ dolacak. Mağaramız aydınlanacak. Belki, bir yolu da mağaranın kalın duvarlarını yıkmak, elde alet yok, yerde bulduğumuz kırık dökük çer çöple yapacağız bunu. O duvarı yıkıp geçene er derler.

Haydi, iş başına.

Okumakta olduğunuz bu yazıda kalem, tam da burada durakladı. Dostlara müracaat edelim dedik ve Facebook sayfalarına taşıdık, altında da şu not vardı: “Yazı böyle başlıyor, devamı arkadaşlarımızın katkısıyla… Haydi, bir omuz verelim.” Yaklaşık yirmi dört saat sonra bu sayfayı yeniden açmak lüzumu oldu. Müracaat ettiğim tüm sayfalardan eli boş dönmüştüm.

İmdada Ömer Hayyam yetişti:

“Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi. / Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli. / Can gözünü açınca görüyor ki insan / En büyük düşmanıymış en çok güvendiği.”

Hakikat her devirde söylenir, farklı kelime, yorum ve anlatımlarla da olsa hep aynı mesaja ulaşır. Önemli olan, söylenilenin anlamının ne olduğunun fark edilmesidir.

İki türlü anlatılabilir ‘dost’.

Gerçek dost(lar), sahte dost(lar) edindiklerimizdir. ‘Allah Dostlarını’ dost edinmekle karanlıklarımızı deleriz, parçalarız kalın duvarları. Bunların dışındakiler ise dünyevi, dünya için, sahte, karanlık, ışıksız, nursuz, kuru, ölü… İşte yazının birinci bölümünde anlatılan karanlıkların sebepleri. Mağara çevresine örülen kalın duvarlar. Ve bu duvarlar hep kendi elimizle ördüklerimizdir, hayranlıkla başkalarından alıp hayatımıza işlediklerimizdir. Gözümüzü Hakk’a kapatmamız, hakikate karşı pehlivanlık arayışımız. Elbette yenilgi mutlaktır.

Kaçıp baş başa kalmak bir zorunluluktur, anlayabilmek, yaşayabilmek için hem kendini ve hem de kendiyi. Bunun için lazım olan, yeni bir mağara, yeni bir sığınak, yeni bir müracaat kapısıdır. Yine kendi ellerimizle örebileceğimiz şeffaflık, zarafet, kibarlık, yumuşaklık kalesi, mağarası olacaktır. Sessizlik, mananın, ilhamın arkı olacak, sükûn rahleden yükselen mihver olacaktır. Kurulacak bu oda da insan olmanın, hâsılı Türk olmanın idrakine varılıp, için için gözyaşları dökülecek, basamaklar tırmanılırken farkına bile varılamadan, gözyaşına Sebep ile münasebet, Rahmaniyeti ile tecelli edecek ve her surette görünenin ve verenin kendisi olduğunu idrak ettirecektir. İşte kurtuluşun başlangıcı.

Eski mağaranın yıkılışı ve yeni mağaranın inşası.

Yeni mağara kaçış yeri, kopuş yeri, buluş yeri.

Hayyam’ın “Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli” dediği mevki.

Metin Boşnak Egemen Gazetesi’ndeki köşesinde 1 Aralık 2010 tarihinde şunları yazmış:

“Mecnun’suz Leylâ sürgündür; Leylâ’sız dünya, cinnetin zindanıdır Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ, dosttan ayrı yüzülen posttur. İsterse, güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilâle dönüşür. Işıyan çehresinden çok, kanayan karanlıkları vardır. ‘İtaati Âdem’den, aşkı Şeytan’dan’ öğrenmenin sırrıdır kopuş.”

Her yanık dilde bir kopuş, bir ayrılış, bir yaralanma, bir haykırma duyulur. Acısı olan, hüznü olan, derdi olan her yanık dilde…

15 Ekim 2012 Pazartesi

Turan Vizyonu İlk Şart



Harun Meral şöyle diyordu, “Neden turansesi.com” başlıklı makalesinde;

“Kızıl Elma ve Milli Ülküler istikametinde siyasi taassuptan arınmış, sadece Turancılık anlayışına hizmet eden bir sitenin olmaması bizi Turan ile ilgili bir site oluşturmaya sevk etmiştir.

“Biz bu site aracılığı ile ruha yön veren, asıl hedefleri gözeten bir yayın politikası takip etmek niyetindeyiz. Düşüncelerin girdaplaştığı siyasal çekişmelerin arasından berrak bir Turan fikri yaymak gayretinde olacağız.

“İdealsiz kuru kalabalıklar, fikirsiz yığınlardan oy alabilmek gayretinden çok bütün bir ömrünü bir tek gayeye adayan örnek insanlar yetiştirmek stratejisini daha uygun buluyoruz.

“Tarihimizin ışığı altında Milli benliğimizi aramaktayız.”

Hedeflerinden bir kaçını özetlediğim ‘turansesi.com’ sitesi yönetimi lütfedip yazı yazmamızı teklif ettiler. Aslında, belli bir sitede, gazetede, dergide yazı yazmak, onların (oraların) politikalarına tabi olarak kişinin kendisini sınırlandırarak çalışması ne kadar zordur. Bu itibarla verilmek istenen şifreyi ilk planda kabul edemeyeceğimi bildirdim. Haftanın belli günlerinde, yazılması istenebilecek yazıları yazabilmem mümkün olmuyor. Çünkü planlı bir kişi değilimdir. Sonra biz yazar değiliz. Bilebildiğimizi sandığımız bazı konuları becerebildiğimiz oranda arkadaşlarımıza (dostlarımıza, okumayı araştırmayı sevenlere) aktarmaktan başka niyetimiz olamaz. Bu itibarla yayın hayatına başlayan siteyi yolda bırakma korkumuz vardır. Kalemi kuvvetli, araştırmacı, bilgili pek çok yazarlarımız sitenin köşelerini dolduracaklardır hiç kuşkunuz olmasın. Bizi affetsinler.

Sitenin hedeflerine hiçbir itirazım olamaz. Bizim de yıllardır üzerinde titizlikle durduğumuz hedeflerdir bunlar. Hayat tarzımızın içinde de bu hedeflere uymayan bir tarafımız yoktur zannımızca. Yalnız bendeniz şu cümle ile özetleyebilirim hedefleri.

“Hedef İnsan, hedefe İnsan ile varılır”. Bu kadar basittir. İnsan ve İnsan’a doğru. Varılacak yer de burasıdır, bulunacak düzen de. İnsanın bulunmadığı ortam, zevksizdir, lezzetsizdir, tatsız-tuzsuzdur. İnsan amaç olunca Atatürk’ün Türk tarifine varılır. Ve korkusuzca, severek, bilerek ve isteyerek “Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesi haykırılır.

“Ne Mutlu Türküm Diyene” vecizesi ise, İnsan’ı anlatır. İnsan’a Türk der. Demek ki, İnsan olamayanların Türklükle bir alakası da yoktur. Bu konunun iyice anlaşılması, Turan fikrinin de, gayesinin de anlaşılıp, ulaşılmasını sağlayacaktır.

Nerede bir Türk yaşıyorsa, nerede bir Türkü söyleniyorsa oralar Türkiye’dir, oralar Turan ilidir bize.

Bir hatadır; kısır düşünüldüğünden, küçük fikir edildiğinden her ne varsa kendi yaptığımızdan bahsedilmektedir. Yani, “bizden başkalarının yaptıkları bizim değildir”, sonucu çıkıyor buradan. Doğru mudur bu düşünce?

Yapılan edilen ne varsa bu ülkede, Türk tarafından yapılmıştır. Türk’tür diyebilmek, bizimdir diyebilmek lazımdır. Her yapılanın kendi elinden çıkmasını talep etmek, mutlak surette bir Ülkücü tarafından yapılmış olmasını istemek doğru değildir. Aslında burada Ülkücü bakışın özeti de vardır. Ne demektir ‘bizim yaptığımız’? Objektifi geniş açıya ayarlayalım, bakışımızı ufuklara kadar geliştirelim. Bu ülkede her ne yapılmışsa tarafımızdan yapılmıştır. Bütün kurumları bizimdir. Mecliste bizimdir, ordu da, bakanlıklarda bizimdir, özel şirketler de, derneklerde bizimdir, STÖ’ler de, basın kuruluşları da bizim Televizyonlar da… Böyle düşünülmeli, böyle anlanılmalıdır. Bu ülkenin hangi noktasında ne gibi bir hizmet yapılmış, ne gibi bir eser vücuda getirilmişse, dünyanın nerelerinde bir Türk tarafından bir başarı yakalanmışsa bu Türk tarafından yapılmış, Türk’tür, bizimdir diyebilmeliyiz. Bu itibarla bir siyasi yapının kısır vizörünün dışına çıkılarak, ötesinden bakılarak, geniş açılı düşünebilmelidir Turan sevdalısı. Öncelikle millilik bakış ve anlayış tarzı yakalanmalıdır.

Kucaklamak, sahiplenmek, bir olmaktır istenen. Sevinçlerde ve acılarda birlikte sevinilmeli veya ağlanmalıdır. Sadece Türkiye içinde yaşayanlara da değildir sözümüz. Her nerede yaşıyor ve bir şeyler yapıyorsa Türk, onun yaptıkları ettikleri bizimdir günahı ve sevabıyla.

Orta Asya’dan itibaren başlayan Türk’ün göçü hâlihazırda devam etmektedir. Dünyanın hemen her tarafına göçler (iş-aş bulma, eğitim, sağlık gibi sebeplerle) devam etmektedir. Aynı zamanda dünyanın hemen her ülkesinde dam kurmuşlar, hayatlarını idame ettiriyorlarken sırf Avrupa da 150 binden fazla işyerinin sahibi olmuşlardır. Dünyanın hiçbir milletinde bu ölçüde bir başarı hikâyesini bulamazsınız. Türklerin işyerlerinde nereden baksanız 2,5 Milyona yakın istihdam yaratılmıştır. 1960’larda kimsenin çalışmak istemediği işlerde çalışmak üzere Almanya’ya ayak basan Türkler bugün kurdukları işyerlerinde Avrupalılara patronluk yapar duruma gelmişlerdir.

Şu küçük soruyu soralım mı, hani Viyana’dan geriye dönmüşlerdi?

İşte Turan Sevdalısının kucaklayacağı uç beylerimizdir onlar.

Onlar bizimdir, biziz.

12 Ekim 2012 Cuma

Güney Afrika ve Küresel Çete Cinayeti



Garibanların üstüne silahlarını kustular,

Alçaklar.

Otuz Dördü birden, bir birlerine yakın orta yere

Yığılıverdiler. Öylece.

Polisler, silahlarını indirmedi bir türlü.

Korkularından sebep.

Hareketsiz cesetler, dağ cesameti kazanıp,

Katillerinin üstüne lanet yağdırdılar.

Korkunun sebebi buydu.

Sonra bir akıllı çıktı aralarından.

“Bunlar öldü yaa… İndirin silahlarınızı.”

Bir telaş kapladı cihanı.

Üstlerine haber ettiler.

Arka sıralarda ‘patron’ kılıklı biri;

Kıs kıs gülerken, cüzdanını okşuyordu.

Cenaze arabaları, hasta nakil araçları,

Üst görevli polis elemanları, savcılar, hâkimler…

Ve ahali…

Doldurdu meydanı.

Ölü yakınları çoktan başlamıştı ağıtlara.

Mezarcılar kazmalarını salladılar derin çukurlara.

Sorgular, incelemeler.

Ne de çabuk bitti.

Dünyalara sahip olmayı azmetmiş caniler,

Bütün suçları, Hakk aramak olan

Otuz Dört masumu katlettiler.

Böyle bir acıyı dünya ne duydu, ne de gördü.

Devr-i kölelikte bile.

Aç gözlü gaddara inat,

Zalimin zulmüne inat,

Masumun ah’ı, garibin duası, yetimin gözyaşı,

Alt üst eder projeleri,

Kurulur bir gün;

Vaat edilen Hakk düzeni.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Bütün Parça Kavgası



Bazen, anlayabilmek için parçalara ayırmak iyi bir yoldur. Parçalayıcının usta olması kaydıyla. Aslında tehlikeli bir yoldur, girişim tehlikeyi işaret eder. Cesaret ve sadakatle çalışılır ve azimle sonuca ulaşılmak hedeflenirse, korkulacak bir durum da yoktur. Kendine güven önem arz eder bu durumda. Aslında kendine güven denen aldatıcı durum, hülyaların ötesine geçebilmişse, gerçekten üzerinde ilmi çalışmalar yapılmış, atölye çalışmaları üstüne ilave edilmişse gerçekten korkulacak bir şey yoktur diyebiliriz. O halde önümüzde bir yol var, o da aklın yoludur, ilmin yoludur. Buyurun birlikte parçalara ayıralım ve inceleyelim.

Parça: Bütünün tüm özelliklerini üstünde barındıran, aslında bütünün özetidir.

Parçaya baktığımızda bütünü, bütünü bütünüyle görebildiğimizde parçanın her halini idrak etmek mümkündür.

Diyebiliriz ki, parça eşittir bütün.

Bütün ayniyle parça.

Peki, kavga nerede, nereden çıkıyor?

Aslında kavga yok. Sebep olanlar var. Bütünün istediği kavgaya sebep olanları ayırmak bir bir, parçanın istediği kavga gibi görünen tarafların törpülenmesi bir bir.

Sebepler: 1) Bir başkası, aslında karıştıran bütüne dahil olmak isteyebilir (bu konu araştırmalar ve tartışmalar ister). 2) Parça muamelesi sıkıntı vermiş olabilir. 3) Bütün, bazı parçaları hakkında düşünmeyi unutmuş olabilir. 4) Parça, artık başka bir bütünün elemanı olmayı arzu edebilir bir hal almıştır. 5) Bütün, Bütünlüğünü unutmuş olabilir. Kafası karışıktır. Mazur görülemese de bir hastalığın başladığı, ancak hastalığın tüm vücudu kaplamadığı bilinmektedir.

Parçanın bütünden kopup, kendi ayakları üstünde durmak isteği pompalanınca, bir heyecanla sarılır ayrılma macerasına. Bu noktada korku vardır. İsteklerini kontrol etme iradesi vardır. Zira kanser tüm vücudu sarmamıştır daha.

Bütünün bildiği bir şey vardır. Parçayı atarsa, çok geçmeyecek parça geri dönüp özür dileyecek ve eskisi olmaya azmedecektir. Hatırlıyorum, bir Profesörümüz (*) bu ayrılığın ancak 80 yıl sürebileceğini öngörmüştü. Süre sonunda parçanın kendisi, kendiliğinden yeniden bütüne dahil olma isteğini bildirecektir. Bütün, bunu deneyebilir mi? evet deneyebilir. Deneme süresinde ise gözleri parçanın üstünde olacaktır. Yad’dan, düşmandan, hainlerden, oralarda gözleri olanlardan korumak yine bütüne düşecektir. Bir olan işi ikiye çıkacaktır. Bu sebeple istemez bütün, parçayı atmayı. Ama bıçak kemiğe dayanınca da yapılacak bir şey kalmamıştır diyebilir. Bu onun Hakk’ıdır.

Parça, parçalanmanın sonucudur.

Parçalanma, ne kadar sevimsiz bir kelime. Birlik-beraberlik, bütünlük dururken ne diye parça, parça olup, miniklerle uğraşmalı ki?

İlim dünyası “Tanrı Parçacığı”nın peşine düşmüş, onu anlamaya çalışırken, bizim uğraştığımız konuya bakın!

(*) Prof. Metin Boşnak,

8 Ekim 2012 Pazartesi

Yengi ve Yenilgiler



Ben hep yenildim be can, hep yenildim. Hem başarısızlıklarımın altında ezildim, hem de hiç savaşa girmeme rağmen yenildim. Kaçmadım savaştan, bıkmadım uğraştan, usanmadım çalışmaktan ne yapalım ki, yenilgiler hep savaşlar sonunda değil midir? Ben savaşa girmeden yenildim. Yenik saydılar, ezdiler, eğdiler boynumu. Oysa kıyasıya ikna ederek, kendimi kandırmış, bir oyana bir bu yana sallanarak, artık sükûn bulan bir hayat isteme gafletine düşmüştüm. Hepsi bu can, hepsi bu. İstemek yenilginin başlangıcı, sevgi mesabesinde arzu etmek ise gerçek yenilgi. İstediğim için yenildim can, istediğim için yenildim. Ben hep yenildim be can, hep yenildim.

İstemek acıktırdı beni, acıktıkça da istedim. İstekler katarlanıp peş peşe tekrar edilince de, açlık arttı. Tekrar edildikçe birbirini tetikledi. Ne isteklerime kavuşabildim, ne de açlığımı bastırabildim. Yenildim ben be can, hep yenildim.

Nice zahmetli yürüyüşten sonra anladım ki, istememeyi istemek bile yenilgide sebep imiş. “Yüzsüzlük edip kimseden bir şey talep etmezler” emrini, ilahi anlatımını anlayamamışım. Oysa “İstemekten çekindikleri için de, iç yüzlerine vakıf olmayanlar onları zengin sanır. Ancak sen onları yüzlerinden tanırsın.” (Bakara/273)

Dünya malı kazanıp, dünyalığı istif etmek isteğinin kazınıp yok olabilmesi, ahlakın Allah Ahlakına yakınlaştırılması ve gelecekse buradan gelmesi isteğini silip atmışız hayatımızdan be can. Beni yenilgiye uğratan dost sandıklarımdır be can, bu yüzden hep yenildim ben be can.

Niyazi Mısrî üstad şöyle der:

“Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko, / Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân yeter sana”

(Dünyâ ile ahreti, evvel ile sonrayı bırak, var olan kuru sevdâyı bırak, Sübhân istemek yeter sana)

Nerden bilebilirdim ben can, bize ne istersen Allah’tan iste dediler, bizde istedik. Meğer Mısrî yolundakilere, ‘Allah’tan bir şey istemek onu suçlamaktır’ diye öğretmişler. Böyle midir? Öyledir dediler. O’nu istemek ondan gaip olmaktandır. Allah Teala perdelenmiş değildir. Perdeli olan senin bakışındır. Dediler. İşte bu sebeple yenildim be can. Ben hep yenildim can.

Ben hep yenildim be can, hep yenildim.

Gerçek zafer, İstanbul’un fethidir.

Fethedene de Fatih denir.

Üstadım, son bir soru sormak isterim.

İstanbul neresidir?

İstanbul;

İnsan’ın vücududur,

Yani nefsi.

5 Ekim 2012 Cuma

İnsan ve Mekân



İnsan yaşamıyorsa evde, parkta, bahçede cehennemdir orası. Okulu, camiyi, kışlayı, evi, malikâneyi şereflendiren, şerefli kılan yapıların büyüklüğü, ağaçların güzelliği, duvar renklerinin muhteşem uyumu, binanın ihtiyaçlara cevap verebilen usta mimarların elinden çıkmış olduğu filan değildir, mekânların şerefi, mekânları kullananlarla, mekânlara girip çıkanlarla ilgilidir. Şeref İnsan’a has bir hususiyettir.

Ne zaman ki, unuttuk İnsanı; binaları, parkları, bahçeleri, elbiseleri, devlet kademelerindeki makamları, parayı-pulu şerefimiz diye, onurumuz diye anlattık çocuklarımıza, o vakit kaçtı bizlerden şerefte, haysiyette.

Parkları çocuklarımıza yasakladık, kütüphaneleri öğrencilerimize kapattık, bahçeleri komşularımıza kilitledik, evlerimizi misafirden soyutladık, sofralarımızı fukaradan hali hale getirdik… Hala biz diyoruz, hala kültürümüz söylüyoruz, hala Türk Kültürü büyüktür yaygarasındayız. Neler oldu bize?

Üç aydır bir muhitte oturuyorum. Kapısının önünden geçtiğim on iki katlı bir apartman var. Belli ki, zengin kesime ait, koca koca dairelere sahip bir ev. Oto parkında pahalı otomobillerin park ettiği, harcamalarının hesapsız yapıldığı bir malikâne. Evin önündeki bahçenin etrafı duvar ve üstüne demir yapılarak mahalleye yasaklanmış. Kocaman bir demir kapı yapmışlar, kapının sağında, solunda ve hemen üstünde üç tabela asılmış. Şunlar yazıyor. “Apartman sakinlerinin dışında yabancıların bahçeye girmesi yasaktır”. Bir tabela yetmemiş, üç tane birden asılmış. Oradan geçtikçe bakıyorum. Bahçe düzenlenmiş, çeşitli ağaçlar dikilmiş, çim ekilmiş, bakımı güzel, sulanıyor, düzeltiliyor. Fakat insan yok, ruh yok. İnanır mısınız hiçbir insan görmedim orada. YASAKlanmış.

Profesör Metin Boşnak; “Külli bakan mantık teleskopik bakar, mikroskobik olarak da görür. Bu sadece eski külliye ile sınırlı bir uygulama değildir. Modern hayata bakışta da kendini göstermiştir. Toplum külli bakmayı bıraktığı için, devasa siteler yapsa da, siteyi “başı sokacak” mekânlardan ibaret görmeye başlamış, siteler arası uyumu zaten aklına bile getirmemiştir. Yolları, park alanları ve hatta temel ortak kullanım alanları zihinde hal’ edilmiş, sitedeki market haricinde hepsi bırakılmıştır. Yani toplumun zihni daralmıştır, ortak paylaşım alanı tüketime indirgenmiştir.” (21.09.2012/Gazeteport)

Unutmak kendi ile başlar, önce kendini unutturur.

Kendini öğrenmeyi hatırına getiremeyen insanlar için ne Yaratan vardır ne de gönderilen emirler. Bunların bir önemi yoktur. Sadece kendi bedeninin (hayvani taraf) dünyadaki ihtiyaçlarının giderilmesi için çabaları vardır o kadar. Bedenden başka, yani hayvani yaratılış ve onun beslenmesinden başka bir düşünceleri ve çabaları yoktur. Birikimleri sadece kendilerinin geleceği (sanki geleceği varmış gibi) için harcanılır. Başkalarının da yaşadığı asla düşünülmez. Aslında dünya kendisinden ibarettir. Kendisi yoksa eğer diğerleri de yok olsun. Yaptığı ekmek, çorba, diktiği ağaç, çimen hep kendisi içindir. Böylelikle kendi hayatını kendi eliyle zindana çevirir. Herkesi hırsız, âlemi aptal, cümleyi düşman görür. Belki de, kendisi hırsız, aptal ve kendisine düşmanlıklıdır. Bu durum sirayet edici bir haldir. Dostları ile (yok ya), arkadaşları ile (yok ya), hısım akrabası ile konuşmalarında hep bu durumdan bahsedilir. Böylece hastalık onlara da sirayet eder. Halka genişledikçe de bütün toplum hastalıklı bir hal alır. İşte bu sebeple söylüyor Boşnak Hoca “toplumun zihni daralmıştır” diye. Zihni daralan toplumun kurtuluşu ise nesillerin devretmesi ile kabil olabilecektir. Bu ise, nesillerin korunması programlarının uygulanması, öğretmenlerin aşırı titizlikle seçilmesi, eğitim programlarının âlimlerin elinden çıkması durumlarında mümkün olabilecektir.

Mekânlarınızı açınız insanlara. Sofralarınızı serin insanlara. İnsanın yaşamadığı, insanların gezelemediği, çocukların oynamadığı mekânlar cehennemdir.

Nasıl söylüyordu meşhur Türkümüz:

“Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı
 İçinde salınan yar olmayınca”

3 Ekim 2012 Çarşamba

Mehmet Akif Ersoy ve Kur’an Meali




Mehmet Akif Ersoy’a Kur’an’ı Kerim mealinin yapılması görevinin verildiği ve Akif’in bu görev doğrultusunda yıllarca çalıştığı bilinmektedir.

Akif, bu çalışmalara başlamadan evvel çeşitli edebiyat ve fikir dergilerine ayet tercümelerini göndermiş ve yayınlanmıştır.

Akif’in zaten ulaşılmaz bir üsluba sahip olduğu, Akif severler tarafından bilinmektedir.

Bin türlü edebi anlatım söylenebilir, konuşan, yazan dinleyicilerinin, okuyucularının alış kapasitesi, anlayış gücü ve izanlarına göre düzenler. Değil, hep kendisini, tamamen anlaşılabilmek isteği ve anlatmak istediklerini anlatabilmek arzusu ile anlatmış ve/ya yazmıştır diyebiliriz. Bunu şöyle de anlatabiliriz. Hz. Mevlana’dan mealen: “Sen ne kadar bilirsen bil, anlatabileceklerin ancak karşının anlayabileceği kadardır”. Bu itibarla, yapılan her sohbet ve yazılan her yazıdan farklı üsluplar, farklı anlatışlar ortaya çıkabilecektir.

Son günlerde ortaya çıkan Mehmet Akif Ersoy’un Kur’an mealinin tartışmalarından bunları söylüyoruz. Akif, bir önceki dönemlerde yapmış olduğu ayet açıklamaları ile bugün ortaya çıkan mealindeki farklılıkları ancak böylece açıklayabiliriz. Sohbet eden, dinleyicileri kadar anlatabilir ancak. Olay budur.

Yayınlanan mealin Akif’in olması ihtimali ne olursa olsun, biz Akif meali olarak kabul ederiz. Niye, söyleyen ve yayınlayan ilahiyat Profesörü, artı, Akif için kendini ortaya koymuş bir ilim adamı. Yayınladığı kitap Akif’indir. İnanıyoruz.

Yapılması gereken, Akif’in sesini bu kitapla yeniden duymaktır. Asım için söylediklerinin farkına varmaktır. Yayınlayıcısı önemli bir iş yapmış, kültür tarihimize önemli bir ses katmıştır, bu asla itiraz kabul etmez bir hizmettir. Bu noktada. Yayınlayıcı asıl olarak, kültüre hizmet etmek isteğini bildirmişidir. Bu, göz ardı edilemez.

Akif’in, edebiyat dergilerinde veya diğer dergilerde yayınlanmış ayet meali çalışmalarının yayınlanan bu kitapla karşılaştırmasının yapılması ile yayınlanan kitabın Akif’e ait olup olmadığının anlaşılması mümkün değildir. Bu anlaşılamaz. Zira Akif kimin neye ihtiyacı varsa ona göre konuşur ve yazardı. Bu itibarla karşılaştırılarak bir sonuca ulaşılamaz.

Akif her halükarda Kur’an meali çalışması yapmıştır, bu biliniyor. Hatta kendisine böyle bir görevin verildiği ve hatta devlet kuruluşu ile aralarında sözleşme yapıldığı biliniyor. Sözleşme devlet arşivlerinde mevcuttur. Akif çalışmalarını yapmış ve kendince bitirmişidir. Çalışması biten Akif, çalışmayı yaptığı Mısır’dan memleketi Türkiye’ye gelmek istediğinde ise çalışmasını arkadaşı İhsan Bey’e teslim ediyor. Bunlar olabilir şeyler. Anlaşılamayan şudur. Arkadaşına, “ben dönersem üzerinde çalışırız, dönmezsem bu müsveddeleri yak” vasiyetidir.

Soru şöyle olabilir: Bu bir vasiyet midir? Böyle bir vasiyet olabilir mi? böyle bir vasiyet yerine getirilebilir mi? yerine getirilmeli mi?

Ne desek yalandır. Nasıl yorumlasak arızalıdır. Akif ve emek verdiği Kur’an meali. Mesela desek ki, Sinan, Süleymaniye’yi yıkın dedi. Ne yapacağız? Ne yapmamız gerekiyor? Veya babamız sahip olduğu tek evi ölümünden sonra yıkılmasını vasiyet etti, faz edelim ki çocuklarının da sahip olduğu tek bir ev bile yok, bu vasiyet midir, yıkılmalı mıdır? Bir hatalı düşünce, bir yanlış rüya üzerine kurulan vasiyet binası yapılmalı mıdır? Doğrusu olumlu cevaplar veremiyorum. Ne Süleymaniye yıkılmalı, ne de Akif’in meali yakılmalıdır derim. Babamızın terekesinde bulunan tek ev ise asla vasiyetine uyularak yakılmamalıdır derim.

Öyleyse “vasiyet” kelimesi irdelenmelidir önce. Dünyadan göç eden kişinin, göçünden sonrasına emirler vermesi doğru mudur, olmalı mıdır? Medeni kanunlar cevaz veriyor bu hususlara. Ancak, yazılı bir belge ve/ya Noter huzurunda yapılan (yine yazılı) bir belge arıyor kanun. Öyleyse biz de buna uyacağız. Yazılı bir belgesi var mıdır? Yani kendisinin sağlığında yazıp imzaladığı, Noter’de ise şahitlendirerek imzaladığı bir belge. Akif’in böyle bir belgesi yok. Kaldı ki, medeni kanun o günlerde yürürlükte. Öyleyse, birilerinin sözlü olarak Akif’in vasiyeti idi demesi yeterli bir kanıt olamaz.

Kitabın yayıncısı Prof. Dr. Recep Şentürk Elindeki daktilodan (kopya) yapılan fotokopileri Fıkıh Profesörü Hayrettin Karaman ve Akif hakkındaki kitapları ve yazıları ile tanıdığımız yazar Dücane Cündioğlu’na sunduğunu ve onların ‘bu fotokopilerin Akif’e ait olduğuna şüphe yok’ dediklerini de öğrenmiş olduk. Öyleyse, yayınlanan Akif Mealinin ona ait olduğuna inanmalıyız ve okuyup, Türkçe ile yapılan ve Cumhuriyetin ilklerinden olan bu eser üzerinde düşünerek yeni açılımlar ve gelişimler yapmalıyız. Bugünün Cumhuriyetçilerinin üzerine düşen görev de budur.

Mehmet Akif Ersoy’un üzerinde yıllarca çalışarak hazırladığı Kur’an’ı Kerim meali bulunmuştur, yazık ki üçte biri yayınlanmıştır. Diğer kısımları ise şu an itibariyle gizlenildiği yerde durmaktadır. Ümit ederim ki, başına bir şey gelmiş olmaya. Kısa zamanda mealin geri kalan kısmının da Türk Milleti’ne (insanlığa) kazandırılması en büyük arzumuzdur.

(http://www.mahyayayincilik.com.tr/inc11.htm)
Adresinden temin edilebilir.

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...