Ayağını sürüyerek yaklaştı
kaymakam.
“Doktor oğlum”, dedi.
“Neler oluyor”? Doktor Süha’nın etrafında pervane olan Onbaşı lafa atıldı.
“Kaymakam Bey, her şey kontrol altında, merak etmeyin, başından beri
karakolumuz her şeyi biliyor…” sert, sert olduğu kadar ters bir bakış fırlattı
Kaymakam. Niye bunlardan haberim yok dercesine. Uyanık Onbaşı, “Sizi
heyecanlandırmak istemedik Kaymakamım, bir terslik olursa sizi haberdar etmek
üzere anlaşmıştık” dedi. Doktor Süha, arkaya dönerek tepeden aşağıya baktı uzun
uzun. Bitmeyecek bakışlarını yere doğru eğdiğinde Kaymakam ondan duymak
istiyordu, “doğru mu bunlar, neler yaptınız, ben ne cevap vereceğim üstlerime”
dedi. Başını sallayarak “her şey milletimizin talebi ve menfaati doğrultusunda
gelişmiştir, çeteler, çeteler dersiniz olur biter. Haberim yok dersiniz olur
biter.” Dedi. Biraz da sertçe söylediğini bir süre sonra anlayınca Kaymakam’dan
özür dilercesine, “Kaymakam Bey, bunların ne işi vardı bizim köyde, ne
arıyorlar dersiniz. Burayı da salimen geçselerdi neler olacaktı bilir misiniz?”
Bilmez miyim? Diyemedi
Kaymakam. Yedi yıl önceki Çanakkale günlerini hatırından geçiriverdi. Oğlu, tüm
sınıf arkadaşları birlikte askerlik şubesine giderek savaşa gitmek üzere
yazılmışlardı. İki yeğeni, komşularının çocukları, mahalledeki delikanlılar
onlar niye ise, bu da oydu. Her şey apaçık ortadaydı. Şimdi bu gençleri teşyi
etmeliydi, bu gençleri kucaklamalı, gözlerinden öpmeliydi. Ama o bir
kaymakamdı, biraz da ağırdan almalıydı. Aslında, devletin yapması gereken bir
görev, kasabanın delikanlıları tarafından yapılmıştı ve memleket büyük bir
badireden kurtarılmıştı belki de. Aslında alkışlanılması gerekirdi. Aslında
kendisinin neden dışarıda kaldığını da sorgulaması, kendisine ceza vermesi de
lazım gelebilirdi.
Doktor Süha vakit
kaybetmeden Sağlık Ocağına gitmek niyetini bildirdi Kaymakam’a. 20 civarındaki
yaralılar hemen taşınırdı, hiç olmazsa onlarla ilgilenmeli, imkânları ölçüsünde
tedavilerine bakmalıydı.
Kaymakam oradaki ölüler
üzerinde kimlik tespiti yapılmasını emretti. Silahların toplanılması, tasnif
edilmesi ve depoya kaldırılmasını da Onbaşıdan istedi.
Kaymakam talimatlarını
bitirdikten sonra geriye dönerek Doktorla birlikte kasabaya doğru yürürken
dudaklarından, doktorunda duyabileceği bir sesle “Buna er meydanı derler,
bunda söz olmaz, yandım aman aman” türküsünü mırıldandı.
Doktor can kulağı ile dinledi. “Sağ ol Kaymakam Bey, gerçekten buna ihtiyacım
vardı”. Dedi Süha. Gerçekten söz olmaz, artık plan ve hareket zamanıydı. Tam
zamanında yakaladık. Bereket versin bizden böyle bir hareket beklemiyorlardı,
tedbirsiz davrandılar, rastgele serildiler vadinin ortasında, bir tarafları dağ
kaçmaları imkânsız, diğer üç tarafı da biz çevirdik, kıpırdamaları mümkün
olmadı. Ne yapalım savaştır bu… Düşünceleri ile birlikte sağlık ocağına
gelmişlerdi. Sokaklarda ahali slogan atıyorlar, alkışlıyorlardı, fakat Doktor
ve Kaymakam oralı olmadılar, bir an önce yaralıların başına varmalıydılar.
Yaralılar teker teker
sağlık ocağına getirildiler, kasabadan hasta bakımından anlayan kişilere
haberler salındı, iki hemşire ve bir doktor ile yaralıların tımarları
bitirilecekti. Bu sırada da on şehit camiye getirilmiş, bir yandan da ağıtlar
yakılmaya başlanılmıştı.
Onbaşı toplanan silahları
şöyle rapor etti. Yüz tabanca, seksen piyade tüfeği, iki makineli tüfek, el
bombaları, yüz tane kasatura, kullanılmamış bol miktarda mermiler. Yüz adet ölü
düşman askeri. Kaymakam hükümet merkezine şifreli bir telgrafla olayı özetlemiş
ve el konulan silahların listesini de bildirmişti.
Doktorun aklı bir taraftan
da, öncü birliği takip eden daha büyük bir birliğin olup olmadığındaydı. Bunu
ne yapıp edip komutanla acilen görüşmeli, bir tedbir düşünmeliydiler. Düşman
bir daha böyle tedbiri elden bırakmazdı, eğer gelirlerse işleri zordu. Köroğlu
dağlarının tepelerinden doğru iki atlı göndererek, öncü birliğin geldiği
istikamette gözleme yapmalarını istemişti. Oradan gelen haber şimdilik iyiydi.
Eskişehir ve Ankara
birlikleri Sakarya üzerine varmışlar, mevzilenmişler ve meydan muharebesine
hazırlık yapmışlardı. Aslında bu da iyi bir haberdi. Düşman kolay hareket
edemezdi. Önleri kesilmiş, önünde duran bir ordu vardı. O orduyu geçmeden
kasabalarına gelemezlerdi. İçinden “Allah’ım yardım et” şeklinde dua geçirdi. Daha birkaç yıl
evvelinde yirmi milyon kilometre kare olan topraklarımız, böyle böyle elden
çıkmıştı. Anadolu içlerine sıkıştırılmış, çaresiz kalmıştık. Millet fakirdi,
bir yandan da büyük borçların altında iniliyordu. Üretim imkanları yoktu, borç
bulma imkanı hiç yoktu, ülkemizi parçalayıp bölüşmek niyetindeki düşmanlar dört
taraftan kuşatmışlardı, dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanların
gönderdiği yardımlar, zar zor da olsa ulaşıyordu.. “Allah’ım komutanlarımızın, kurmaylarımızın
aklını dinç tut, hata yapmalarına imkân verme, yüz yıllarca senin bayrağını
taşıdı milletimiz, boynunu eğme” âmin.
Kuytu köşelerde bir başına
kalmış Allah Dostlarının yaptıkları duaları bilir misiniz?
***
Eskişehir Komutanı cephede
aldığı telgrafı okuyunca bir tebessüm kapladı yüzünü. “Güzel..” diyebildi.
Öyleyse, tahminlerimiz tuttu. Örgüt iyi çalışmış. Çok güzel.. bir savaş sadece
ordularla kazanılamaz. Milleti top yekûn savaşa sokmak, ordu ile birlikte
olmalarını sağlamak, ordunun planlamaları çerçevesinde halkın yardımını
sağlanmak gerekirdi. Genel Kurmay’dan gelen bu emir bu örnekte kendini
göstermişti. Yazdığı raporu Genel Komutanlığa ulaştırdı. Raporunda, kasabaya
takviye bir birlik gönderilmesi de vardı. Düşman eğer Sakarya’yı aşarsa bir
kısmının o kasaba üzerinden Ankara’ya inmesi işten bile değildi. Fakat Genel
Komutanlık buna gerek görmemişti. Çünkü Sakarya üzerinde işi bitireceklerine
inanılıyordu. Doktor Süha’ya daha dikkatli olmaları ve dağ başlarındaki
nöbetlerini daima, savaş bitene kadar devam ettirmelerini bildiren bir emirname
gönderildi. Süha, gençleri toplantıya çağırıp, nöbet mahallerininin tespiti,
bir tehlikenin görülmesi halinde nasıl haberleşileceği, nöbetçilerin denetimi
gibi hususları gözden geçirip karara bağladılar. Hemen ertesi günü alınan
kararlar uygulamaya konuldu. Bu sefer Kaymakam’da toplantılarda hazır bulundu,
her şeyden haberdar edildi. Böylece devlet işin içindeydi artık. Kaymakam’ın
Süha ve Gençler üzerinde sevgisi artmaya başlamış, onlara saygı göstermek
zorunda kalmıştı. Bu insanlar karşılıksız, hatta hayatları pahasına vatan
savunması yapmışlar ve memleketlerinin Başkent’ini büyük bir beladan
kurtarmışlardı. Onlara sonuna kadar güvenebilirdi.
Doktor Süha gündüzleri
sağlık ocağında bulunuyor, akşamları ise toplantı için ayrılmış bahçeli büyük
evde geçiriyordu. Bazı geceler bir hastalık ihbarında hemen ya hastanın evine
kadar, ya da sağlık ocağına giderek yardımcı olmaya çalışıyordu. Hiç
yüksünmüyordu, resmi ataması olmamasına karşılık zevkle, ibadet edercesine
çalışıyordu.
***
Telgrafçı Yalçın sağlık
ocağına gelerek elindeki kâğıdı Süha’ya uzattı. Gözleri parlıyordu, dili
tutulmuştu adeta. Telgraf komutan’dan geliyordu. Kısa not şöyleydi: “Düşman,
Sakarya’da darmadağın edildi. Artık rahatlayabilirsiniz. Kasabanız ve sizin yiğitliğiniz
cephedekilere örnek oldu, herkesin ağzında sizin zaferiniz var. Genel
Komutanlık seni çağıracak. Gözlerinden öperim.”
Zaman kaybetmeden Kaymakam’a bu haberi vermeliydi, güvenini kazanmışken, artık
işler yoluna girmiş, zafer Türk insanın evlerinde, hallerinde yaşanır olmuştu.
Her şey yolunda gidiyordu.
Haber alma kaynakları
sınırlı olduğundan, gecikmeli olarak kendilerine bilgiler geliyordu. Ankara’da
meclis daima toplantı halinde, savaşı idare ediyordu.
Gazi Paşa ordunun başında,
milletinin başındaydı.
Memleket sathını saran
çeteler birleştirilmiş, vatan müdafaasında birlik olmuşlardı.
Düşmanın Akdeniz’e doğru
kaçtığı, İzmir’e yığınak yaptığı haberleri dillerde dolaşıyordu.
***
Kasabada işler yolundaydı,
tereklerindeki mallar kısıtlı ve az sayıda olmasına karşılık esnaf dükkânlarını
açıyor, nalbantlar, at arabası tamircileri sabahtan işlerinin başına
koşturuyorlar, köylü tarlalarında, bahçelerinde ekim, çapa, ilaçlama gibi
günlük işlerini yapıyorlardı. Milletin keyfi yerine gelmişti.
O gece yapılan Gençler
toplantısında Doktor Süha, “Arkadaşlar,
belki de son toplantımızı yapıyoruz. Gelen haberlere göre İzmir’den düşman
denize dökülmüştür. Artık bizim savaş, müdafaa benzeri işlerimiz son bulmuştur.
Bundan böyle, günlük işlerimize bakacağız, her kes dükkânına, okuluna gidecek.
Nasıl ki, savaşta birlik-beraberliğimizi koruyarak düşmana gerekli cevabı ve
derslerini verdik, bundan böyle de işimizde aynı hassasiyetle çalışarak gerekli
üretimimizi, tamiratımızı yapacağız, hizmetimizi vereceğiz. Bizden istenen
bundan böyle budur.
Sizlere bir haber vereceğim. Gazi Mustafa Kemal imzası ile gelen telgrafı
okuyacağım.
Doktor ‘Süha Beyefendi; Savaşta göstermiş olduğunuz başarıdan dolayı
tüm kasaba halkını kutlar gözlerinden öperim. … Tarihinde Millet Meclisi’nde
görüşmek üzere beklerim.’
Gazi Paşa beni kasabamız adına toplantıya çağırıyor. Verilen tarihte
gideceğim. İsteklerinizi, temennilerinizi, eleştirilerinizi belirtir bir yazı
hazırlarsanız götürür elden teslim ederim.
Unutmayınız ki, yaptığımız iş belki de koca bir milleti kurtarmıştır.
Azımsanamaz.
Mücadelemizde şehit olan arkadaşlarımızın ruhuna Fatiha.”
Benzer konuşmaları pek çok
yaptığından fazla uzatmaya lüzum yoktu. Gençlerin hemen tamamı ağlamaklı olmuş,
içlerinden bir kısmı bırakıvermişti kendisini.
Sevinç gözyaşları,
kayıplara gözyaşı birbirine karışmıştı.