31 Ağustos 2012 Cuma

Yalan ve Siyaset Üzerine



Yazının başlığı “Siyasette yalan caiz midir?” Umberto Eco, Tempo Dergisi.

Başlık dikkat çekici, okutmaya sevk ediyor kendisini. Yalan ve siyaset! ve siyasette yalan caiz midir?

Siyasetçiler her konuştuklarında mangalda kül bırakmazlar, konuşamayacakları bir konu, bilmedikleri bir husus yoktur. Maşallah bilgi küpüdürler. Acaba böyle mi?

Yoksa meşhur olan bir Türk sözünde “şeyh uçmaz, müridi uçurur” denildiği gibi, siyasetçinin taraftarları mı siyasetçiyi yalancı konumunda bırakır? Sustuğu zaman eleştiririz, konuştuğu zaman eleştiririz. Bir eylem yaptığı zaman, eylemsiz kaldığı zaman eleştiririz. Bu kaderidir siyasetçinin. Sanırım bu durumu da bilerek siyaset yaparlar. En sağından, en soluna kadar durum böyledir.

Layık olduğu için siyaset yapan (yaptırılan) kaç kişi vardır bilmiyoruz. Onlar televizyonlardan, röportajlardan uzak bir hayat yaşıyorlar. Tek işleri, kendilerine verilen görevlerdir. Sessiz sedasız işlerini yaparlar. Onlara sözümüz yoktur. Sözümüz, bilinen, tanınan daima göz önünde bulunan, siyasetçi tipinedir.

Daha yakın geçmişte, “ispat edemeyen şerefsizdir” sözünden “müzakere talimatını ben verdim” sözüne gelişimiz, siyasetle yalanın iç içe olduğunun kanıtıdır. Yine yakın geçmişten hatırladığımız üzere “Irak’taki nükleer silahlar..” sözünün, birkaç yıl sonra “böyle silahların bulunamadığı” sözüne varışımız.

Sistematik yalanlar ve sistematik olmayan yalanlar siyasi zekâmızı düzenler. Aslında bütün bilgimizi siyasetçinin televizyon ve gazetelerden verdiği bilgiler üzerine kuruşumuzdan kaynaklanır. Farklı ortamlardan, farklı kanallardan bilgilenmek gibi bir zahmete girmeyi sevmeyiz, bu itibarla siyasetçinin sözlerini bilgi kaynağı olarak gördüğümüz sürece, kendimiz, zihnimizin kapısını yalan bilgilere kendi elimizle açmış oluruz. Durum budur. Oysa bilginin kaynağı, bilim adamları, mütefekkirler, aydınlar, üniversiteler olunca iş farklılaşır. Siyasetçi bu kez düşünerek konuşmak, bilgilerini süzgeçten geçirdikten sonra anlatmak zorunda kalır.

Hakikatle karşılaştıktan sonra, siyasetçinin o konu hakkındaki sözlerini hatırlamak, bazı durumlarda hayal kırıklarına da sebep olabilmektedir. Hala yayınları ve açıklamaları devam eden Wikileaks belgelerinde pek çok vakıanın anlatıldığı gibi olmadığı ortaya dökülmüştür. Özellikle ülkeler arasındaki ilişkilerde ‘yalanın’ politikanın en önemli bir aracı olduğu bu belgelerden anlaşılmıştır.

Umberto Eco yazısında, İrlandalı şair-yazar-siyasetçi olan Jonathan Swift (1667-1745)’in yazdığı bir kitapçıktan alıntı yapar, bu alıntıyı olduğu gibi buraya almak en iyisidir.

“Siyasi yalancı, birliğin diğer üyelerinden farklıdır: onun hafızasının kısa ömürlü olması gerekir. Çünkü karşı karşıya olduğu kişilerin ruh hallerine göre, karşıt her iki görüş içinde yemin ettiğinden, içinde bulunduğu değişik durumlara göre çelişkiye düştüğünü her an hatırlamaması elzemdir. Hayal gücüm aklıma hemen, nitelikleriyle ünlü büyük bir adamı getiriyor. Sadece konuştuğu her sefer cömertçe sarf ettiği ve aynı cömertlikle yarım saat sonra karşı çıktığı, bitmeyen siyasi yalanlar hazinesinden kaynaklanan üstün dehasıyla ünlü. Bu kişi, söylediği her hangi bir şeyin gerçek ya da yalan olup olmadığını hiç düşünmedi. Onun için önemli olan şudur: o an için bunu söylemesi uygun muydu? Doğrulaması ya da yalanlaması gerekli miydi? Bu nedenle, söylediği her şeyi yorumlamaya çalışarak düşüncesini analiz etmeyi düşünüyorsanız aksini hayal etmek durumunda olacağınız için işiniz zor olacak. Ona inansanız da inanmasınız da, hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Söylediği her şeyin sonunda yemin ettiğinde, dehşete kapılmanızı önleyecek. Ama ben, Tanrı ya da İsa’nın adını ansa da, sıklıkla ikisine de inanmadığını açıkladığı için, yalan yere yemin eden biri olduğunu düşünmüyorum.”

“Bazıları bu tür bir yeteneğin, sık kullanıldığında ve bilinen bir şey haline geldiğinde ne sahibine ne de partisine yarar sağlayacağını düşünebilir. Ama yanılır. Çok az yalan sahibinin imzasını taşır. Gerçeğin en soluk düşmanı binlercesini yayabilir, kimden çıktığı bilinmeden. Ayrıca nasıl ki en vasat bir yazarın bile okuru varsa, en büyük bir yalancının da inananları vardır. Ayrıca sık kullanılan bir yalan, bir saatliğine de inanılır olsa, görevini tamamlamıştır. İnsanlar aldatıldıklarını anladıkları an, artık çok geçtir. Tarih sonuca ulaşmıştır.”

Yalanın, siyaset tarihinde bitmez tükenmez örnekleri olan dev bir külliyatı vardır. Kimini tebessümle hatırlarız, kimini sinirlenerek. Kimini sağdan, kimini soldan bir siyasetçi söylemiştir. Yalan basın-yayın organları vasıtayla yayılır ahali içine. Tehlikeli bir durumdur çünkü kalıcılığı vardır. Belge olarak bir gün karşımıza çıkar. İleride tarihi bilgileri de yanıltacağından çarpık bir tarihle karşılaşma ihtimali de vardır.

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi adlı kitabında Ayhan Tuğcugil (İskender Öksüz) Hoca; “Kitle haberleşmesinde iki türlü aldatma vardır; 1) Adi tarzda doğrudan yalanla 2) gerçeğin sadece bir kısmını söyleyerek. İkinci tarz daha etkilidir.” Diyor. Ne kadar çok örnekleri ile karşılaşıyoruz hocanın tespiti ile. Günlük gazeteleri takip eden bir kişi onlarca örneği yakalayabilir. Bu yalanların belki de tamamında bir siyasetçinin fikirleri veya konuşmaları yatar.

Birde değişim, dönüşüm yalanından bahsedebiliriz. “Gelişerek değiştik”, “gömleğimizi çıkarttık” gibi siyaset dilindeki yalanlar.

Nurullah aydın 19 Temmuz 2012 tarihli makalesinde güzel özetlemiş:

“Yenidünya düzeni, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de; anlayışları, ilişkileri, yaşam biçimlerini, ideolojileri, din algısını değiştirirken, internet ağı ile mesafeler kalkmış, dünyanın hemen her coğrafyasındaki insanlar birbirleri ile haberleşme ağı ile iç içe geçmiştir.

Yenidünya düzeni hazırlayanların belki de tahmin ettiklerinden öte değişim ve dönüşüm insanlığı sarmalıyor. İnsan ve olgular doğal değişim ve dönüşüm yerine mutosyana uğruyor, bu da insanlardaki istek arzı talep benzeşmesini de beraberinde getiriyor.

Kuşkusuz bu benzeşme; yeni insan tiplerini şekillendiriyor. Bu tipler; Yönetici tipi, İş adamı tipi, Aydın tipi, Gazeteci tipi, Siyasetçi tipi, Hâkim tipi, Savcı tipi, asker tipi, Diplomat tipi, Akademisyen tipi, İstihbaratçı tipi, Milletvekili tipi ortaya çıkmıştır.

Bu yeni tiplerde; Sırnaşıklık, Yalakalık, ilkesizlik, Kuralsızlık, Tecrübesizlik, Fikirsizlik, Münafıklık, fesatlık, ispiyonculuk, Keyfilik, Hukuk tanımazlık, istismarcılık, Yeteneksizlik, Beceriksizlik, Açgözlülük, Adaletsizlik, Haksızlık, Abartılık, Yalancılık, Acımasızlık, Yandaşlık, Candaşlık, Yağcılık, Particilik, Döneklik, Grupçuluk ortak özelliktir.”

‘Bitli baklanın kör alıcısı olur’ özdeyişinin vardığı sonuç gibi, biz kendimizi düzeltme, eğitme, bilinçlenme gibi insan olmanın terbiyesinden geçirtmezsek, daha çok yalancı siyasetçi ve diğerleri ile hemhal olmaya ve hayatımızı karatmaya devam ederiz demektir.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Tarif-i Hastalık



Alınmana gerek yok arkadaşım. Anlatılanlar ne sırf sana ne de özel bir şahsa aittir. Top yekûn bir milletin halidir vesselam.

Bazı dertler, bazı sıkıntılar vardır rahmettir millet üstüne. Yağmurun toprağa taşıdığı rahmet, bereket gibi. Bu tür dertler sarıp sarmalayınca milleti, tefekkür ufkundan âlimler, arifler, münevverler zuhur eder. Ülkenin sanat – edebiyat ürünleri boy verir. Ticaret, sanayi gelişir, komşuları ile iyi ilişkileri katlanır. Sporda başarıdan başarıya koşulur. Devlet idaresi adaleti tam da istenildiği ölçüde tatbik eder. Cömertlik, rahmet dertlerinin sonunda milleti bağlar. Bütün dünya Türk’ün peşine düşer, bütün insanlık Türk’ü arar. (Dualarınızda eksik etmeyiniz, bu tür dertler yağsın semadan, lanetler çöksün üstümüze…)

Uzak durulması, kaçınılması gereken bazı dertler de vardır ki, yakar kavurur milleti, geri bırakır, ufuklarını daraltır…

Kıskançlık en başta gelenidir, en yaygın olanıdır bu dertlerin. Birbirlerini çekemeyenler, birbirlerinin ayaklarına köstek olmaktan ilerlemeyi unuturlar.

Haset, kıskançlığın bir üst seviyesidir. Girdiği kapıda ot bile bitmez. Yakar, acıtır insanları. Çoğunluk bu derde düştüğünde, düşmanlar çoğalır, millet birbirini yemeye başlar. Artık düşmana hacet yoktur, herkes diğerinin düşmanıdır çünkü.

Cimrilik, dünyaya bağlılığın, dünyayı biriktirmenin bir açıklamasıdır cimrilik. Bütün işi gücü biriktirmek ve harcamamak olan insanların, dünya ve ahret için koyacakları bir taş, yapacakları bir iş olamaz. İlerleme biter, gerileme son hızla devam eder. Vericilik – yardımcılık olmadan diğerinin ilerlemesi mümkün olmadığından duraklama bu hastalığın tedavi ile sona ermesine kadar devam eder.

Yapılan bir araştırmaya göre, ABD’de yılda yayınlanan onaylı makale sayısı 212000 iken Türkiye’de yayınlanan onaylı makale sayısının sadece 200 olması düşündürücüdür.

Böyle olmasının sebeplerini kıskançlıkta, hasetçilikte ve cimrilikte aramalıyız.

Her kim, bu yazıdan üstüne bir mesel çıkarır ve doğru yola meylederse;

Allah ondan razı olsun.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

İman Hakkında Bir Husus



e-posta kutsuna, ‘ankebuthadis’ sitesinden her gün bir hadis gönderilir. Bu günde bir Hadis geldi, ilgimi çekti, çok enteresan.

“Ümmetimden veya Yahudilerden ve Hıristiyanlardan her kim beni işitir de iman etmezse cennet’e giremez – (Müsned-i Ahmed)”

Hadis’in doğru olup olmadığını teyit etmeye imkânım elvermiyor. Kaynaklarım müsait değil. Fakat mana kalbime oturdu, gönlüm teyit etti.

‘İşitmeyen’ sorumlu değildir. Ümmet ise ‘işitenler’ ve kabul edenler topluluğu olarak tarif edebiliriz. İşitip iman edenler. İncelik şurada, Peygamber, ‘Ümmetim’ dediği halde, işitip de iman etmeyenlerin içinde, ümmetini de tadat etmiştir. Enteresan olan tarafı budur. Hem ümmet ve hem de iman etmemiş olacak. İman etmeyen ise küfür içindedir, başka bir ifade ile kâfirdir, geri kalmıştır, gizlemiştir, örtmüştür… Demek ki, ümmetin içinde iman etmeyenler de olabilir. Akıllara durgunluk verecek bir mana, aslında kendini böylece gizliyor. Hem apaçık, hem de gizli mi gizli.

“İnsan beyni derler, hiç kimse farkında değildir o organın.. Aslında hiçbir organımızın farkında değilizdir…

Ne bedenimizin, ne beynimizin ürettiği bilincimizin farkında değilizdir…”(1)

İman etmiş gibi gözükmek. Farkında olmamak. Zanlarımızla yaşamak, zannetiklerimiz ile hemhal olmak. “Beynimizin ürettiği bilincimizin” farkında olmamak. “Her an bir şan alan”ı bir noktada duraklatmak, artık bu kadar, söylenecekler söylendi, iş bitti, iman bu kadar demek. “Bilinc”in daima bir atılımda, daima bir gelişmede olduğunun farkında olamamak. Allâh esmasının zuhuru, her anda ve herkeste açığa çıkmakta olup, iman ise açığa çıkan Allâh isimlerinin kabulü ile inanmak olarak ortaya çıkacaktır. Efendimizin bildirdikleri “sünnetullah” hakiki imana ulaşmanın yoludur. Bir büyüğümüzün deyişi ile “iman zevkten sonra ortaya ulaşır, zevk ediniz kâfidir.”

“Ey iman edenler, adaleti uygulamaya aziymli olun! Ana-baba veya akrabanız aleyhine de olsa, zengin veya fakir fark etmeksizin Allâh için şahitlik edin; Zira Allâh hakkı, ikisinin de önündedir! O halde adaleti sağlamada geçersiz kabullerinize tâbi olmayın! Eğer gerçeği çarpıtırsanız, muhakkak Allâh yaptıklarınızın yaratanı olarak Habiyr’dir.

“Ey iman edenler, “B” harfinin işaret ettiği anlam ile iman edin Allâh’a, O’nun Rasûlüne inzal ettiği (El esmâ mertebesinden bilincine) gibi daha öncekilere de inzal etmiş olduğu hakikat bilgisine… Kim Esmâ’sıyla her şeyi yaratmış olan Allâh’a, O’nun melâikesine (Esmâ’nın işaret ettiği mânâların açığa çıkan kuvvelerine), O’nun Kitaplarına (inzal etmiş olduğu hakikat bilgisine), O’nun Rasûllerine ve gelecekteki sonsuz yaşam sürecine kâfirlik ederse (inkâr ederse), gerçekten çok uzak bir inanç bozukluğuna sapmıştır.” (Nisâ/ 135-136) (2)

Nisa 136’da açık belirtildiği üzere “Ey iman edenler iman ediniz” ayeti kerimenin açılımından başka bir mana değildir Resûlullah’ın buyurduğu.

Bir konuya temas etmeden geçemeyeceğim.

Hz. Musa’nın tebliğ ettiği kitap Tevrat, (hâşâ bozulma söz konusu olamaz, ancak anlatabilmek adına bu kelime kullanılmaktadır) insanlar kitap üzerinde oynayarak, anlamlarını yitirerek, kitabın hüküm devrini sonlandırdılar. Elbette, yeni bir sistem ortaya konulması, yeniden anlatılması gerekirdi. Hz. İsa ile İncil nazil olundu. Bu kere, Hz. Musa’ya inanıp onun kitabını Hakk belleyenlerin yeni zuhur eden Peygamber’e Hz. İsa’ya tabi olmaları, getirdiği kitaba iman etmeleri gerekirdi. İman etmeyenler ‘küfür’de kaldılar. Zaman ilerledikçe Hz. İsa’nın getirdiği değerlerle oynadılar insanlar. Kitabı’nı bozdular. Çok çeşitli İnciller ortada dolaşmaya başladı. Böyle bir küfür devrinde Hz. Muhammed zuhur etti ve Kur’an’ı Kerim’i tebliğ etti. Hz. İsa’ya iman etmiş olan Mü’minler bu kere Hz. Muhammed’e iman etmek mecburiyetleri vardı. Edenler etti. Etmeyenler ise küfürde kaldılar.


İman sistemi böyledir. Bir öncekine iman eden mü’minler sonrakini tanımak ve iman etmek zorundadırlar. Yani yenisini kabulle sorumludurlar.

Peygamber’in “ümmetimden” buyruğunu iyi anlamalı ve doğruca emirleri yerine getirilmeli ve tevhide varılmalıdır.

Efendimiz Hadisi Şeriflerinin birisinde de şöyle buyurur; “Öyle bir zaman gelir ki, kişi sabah mü’min olarak kalkar, akşama kâfir olarak ulaşır. Ancak Allah’ın iman ve tevhit ilmiyle kendilerini ihya ettiği kimseler, bu durumun dışındadır.” (Darimi 1.97) (3)

++++++++++++++++++++++++++++++
(1) (Birol usta, ‘Bir çocuk müjdelemeye geldim’ isimli makale)
(2) Ayet Mealleri, Ahmed Hulûsi, Kur’an’ı Kerim Çözümü.
(3) Hadisler, Ankebut Hadis internet sitesinden alınmıştır.

24 Ağustos 2012 Cuma

İncinmek



Hiçbir şey olmamış gibi sustu, başını önüne eğdi. Gözleri kapalı mıydı? Seçilemiyordu. Anlaşılmaz bir sessizlik kapladı cihanı. İçinde fırtınalar koptuğu, dev dalgaların kayaları parçaladığı yanağındaki seyrimeden anlaşılabilirdi. Ayağa kalkıp üzerine yürüyen densizliğini hala fark etmemiş olmalı ki, homurdanıp duruyordu. Oysa daha birkaç gün evvelki görüşmelerinde, kavgadan da, gürültüden de geçtik biz, artık sükûn bulmalı hayatımızda.. Gibi laflar edilmişti. Her gün, sıradan konuşulan bir laf edildi diye, ayağa kalkıp, üzerine yürümek ile sükûn bulmanın ilişkisi bilinemezdi. Anlaşılamazdı. Söylenilen söz kaba da olsa, yanlışta olsa kavga, dövüş kastıyla üzerine yürümek gibi hoyrat davranış nasıl affedilir ki?

Af insana yakışandı. Tövbe insana yakışan.

Tamam, af tövbeden sonra gelir, özürden sonra…

*

“Dokunma kalbime zira çok incedir kırılır
 O tıpkı bir mabede benzer ki orda hıçkırılır”
*

İki hatalı durum var bu tabloda.

İlki, her okuyanın hemen anlayacağı kabilden bir hata, ortada önemli bir durum yokken birinci kişinin hemen, samanın alev alması gibi parlaması ve kavga yaparcasına diğerinin üzerine yürümesi. Bu avamın halidir, hemen daima her tarafta görülebilecek vaka-i adiyedendir.

İkincisi ve üzerinde duracağımız husus; ikinci kişinin suskunluğa bürünmesi, hiç laf etmemesi, kırılması, üzülmesi… Bu da hatalı bir durumdur.

Ve eğer ortada bir suç varsa ikinci kişinindir. Önceki konuşmaları değil, kavgaya davet edenin hareketine kırılması suçtur. Küsmesi suçtur. İncinmesi suçtur. Aslında ‘suç’ kelimesi uygun düşmüyor fakat anlaşılmasını kolaylaştırmak için bu kelimeyi kullanıyorum.

Şu soru akla gelebilir. Ne yani, ikinci kişide ayağa kalkıp, kavgaya mı başlasalardı? Makul bir soru, fakat bizim kastımız bu değildir. Kavgadan beri yaşamak niyetindeki bizlerin, barıştan, güzellikten yana tavır alışımız, kavgadan kaçmak anlamına da gelmez. Suskunluğa bürünmek, kavgadan kaçmak, korkmak anlamına da gelmez. Böyle anlaşılmışsa, hata anlayanındır.

Kişi kendi ile barışmadıktan, kendi hali ile sulh sağlamadıktan sonra, diğerleriyle, komşularıyla, cihan ile nasıl sulh sağlar?

“Bir kötülüğün karşılığı, onun benzeri bir kötülüktür! Kim affeder ve barışırsa onun ecri Allâh’ın üzerinedir… Muhakkak ki, O zâlimleri sevmez.” (Şûrâ/40)

İşte affetmenin üstünlüğü. Bu sebeple, suskunluğa bürünen ikinci kişinin ‘suç’lu olduğunu belirttik. Ne olacağı, nasıl olacağı bilinemez.

Neden suskunluğa büründü? Ayağa kalkanın hareketini ondan beklememeliyiz, tabiî ki ayağa kalkmayacak, tabiî ki sinir buhranı geçiren kişinin hareketini yapmak katı bir kavgaya sebep olacaktı. Buna gerek yoktu. Sumak en iyisi idi. Allah’a sığınarak. Af dileyerek ve zikir ederek. Kalbini kırgınlıktan sıyırarak. Vurgumuz burayadır. Ne acılar, yaşanmış, ne yaralar açılmıştır sırf bu sebeple. Hakk ehlinin kalbinin kırılması Allah Muhafaza karşıda onulmaz yaraların açılmasına sebep olacaktır. Kalbinin kırılmamasına çalışacaktır. Bu itibarla incinmesi yasaklanmıştır. Ehil olmayan incitmeye çalışsa da (ki, bu onun görevidir) O’nun incinmeme gibi bir vazifesi vardır. “Neylerse güzel eyler” kelâmı buraya işarettir. İncinmedikçe Hakk katındaki derecelerinde yükselmeler olur. İnsan’ın yetişmesi böyledir. Nice badirelerden geçer, nice sınavlar yapılır. Her birinden iyi derece ile geçmek olgunlaştırır, pişirir, “Hamdım, yandım, piştim”.

“Velî ârif olan lutfa sevinmez kahre incinmez
 Eyü kim cümleten halka âtâsın ol amin etmiş” (*)

Bütün hadise bundan ibarettir.

Hakk’a yakınlaşan İnsan’a dünyanın hiçte aşina olmadığı görevler yüklenir. Her başarılan görevden sonra bir yenisi… Asıl imtihan budur.

+++++++++++++++++++++++++
(*) “Velî ârif olan lutfa sevinmez kahre incinmez / İyi ki hepsini o halka ihsanlarını umumî etmiş” Niyazî Mısrî

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Öğrendikçe Saplananlar



Çok meraklılar, daima çalışmaktalar, kitaplar, konferanslar, dergiler hep takiplerindedir. Durmadan okurlar, not alırlar, öğrenirler, öğrenirler. İbadet zevkinde araştırırlar. Aldıkları notları makale, yazı, kitap haline getirirler. Büyüdükçe büyürler. Gazetelerde köşeleri vardır. Derneklerde sohbetlere katılırlar, dinleyicilerini güzel hitapları ile kendilerine bağlarlar. Bildiklerini anlatırlar. Dinleyicileri gözyaşları içinde takip ederler. Bu durumdan zevk alırlar.

Öyle bir hale gelirler ki, öğrendikleri kendilerine ayak bağı olur. Yürümelerini engeller, gidişlerine mani olur. Bildiklerinin esiri olurlar. Öğrendikleri putlaşır. Sahip oldukları malumat düşünmelerini, fikir etmelerini, yeni yaylalarda gezintiye çıkmalarını, buldukları avlaklarda avlanmalarını hep erteler. Yeniyi fark edemezler. Gözleri, akılları fikirleri bildiklerindedir. Bildiklerinin üstüne yeni bir düşünce katamazlar. Adeta, naslaştırmışlar, ilahi bir mana yüklemişleridir. Ayet hükmü gibi. Allah kelamı gibi. Oysa kelimelerle ifade edilen bir mana eksiktir. Mana daima yeni bilgilerle, yeni açılımlarla gelişecektir. Kabul edemezler. Bulundukları yerden memnundurlar. Hayatları sorunsuz devam eder.

Batmakta olduklarının farkında değillerdir.

Bilgileri, üzerlerinde kibir elbisesi olarak durur. Koltukta otururken, kaldırımda yürürken, öğrencilerine ders verirken, bir arkadaşı ile sohbet ederken, kitap okurken, yazı yazarken, yemek yerken, namaz kılarken, oruç tutarken… Hep bu kibir elbisesi sıkar onları. Ama fark etmezler. Mutludurlar.

Saplandıkları bataktan çıkmayı akıl edemezler, çünkü batak içinde olduklarını asla düşünemezler, kibirleri şahsiyetlerinin önüne geçmiştir. Şahsiyetleri kibir olmuştur. Ama kendilerine sorarsanız Hafazan Allah kibirden uzak dururlar. Kibir kelimesinin manasını bir türlü anlayamazlar. Bilgileri öylesine bir birine karışır ki, Ulular’a bile hakaret etmekten zevk alırlar. Aslında hakaret ettiklerinin farkında da değillerdir. Çünkü biliyorlardır. Bilgilidirler.

Dudaklarında müstehzi bir tebessüm bulunur. İnsanları küçümserler. Kendileri daha fazla bildiklerindendir. Kendilerinden başkasının bilgilerine itibar etmezler. Çünkü onların bu bilgileri bilemeyeceklerini düşünürler. Dudaklarından İnşallah, Hazretleri, selamlar, Aleyhi Selam.. Gibi kelime ve cümleler hiç eksik değildir. Dinleyenler ‘ne mübarek adam’ diye düşünürler. Aslında onların böyle düşünmelerini sağlamak için hareket ederler.

Bütün bildikleri cevizin kabuğunu tariften ibarettir.

Mesela, ‘Pîr’ kelimesinin manasını bile bilmezler, ama sık sık kullanırlar. Mevlana’ya, Abdükadir Geylanî’ye… Pîr derler. Bilmezler bu kelimenin manasını. Pîr kime denir bilmezler ama bilirmiş gibi pervasızca kullanırlar. Dinleyenlerde inanırlar. İnandırırlar.

Saplandıkları bataktan kurtulmak gibi bir dertleri de yoktur, çünkü bataklığı çayır çimen gibi algılamaktadırlar.

Allah’tan, hidayete ermelerini niyaz ederiz.

17 Ağustos 2012 Cuma

Küreselleşmeci Sevdalılara Tembihimizdir



Küresel çetelerin gaddar ve çirkin yüzü Güney Afrika’da ortaya çıktı.

Hep söyledikleri şuydu; işçilik ücretlerini düşürün, sigorta primlerini sıfıra yaklaştırın, sosyal hayata dair ödemeleri sıfırlayın… Maliyetler düşsün. Kârlarımız katlansın.

Güney Afrikalı maden işçileri, haklarına kavuşmak, dertlerini anlatmak üzere greve gittiler. Siz misiniz grev yapan? Siz misiniz küresel sermayenin kârlarını düşürmek isteyen?

Canilerin tetikçileri, düzenin polisleri işçilerin üstüne silahlarını kustular. Ellerinde silah bulunmayan grevcileri Makineli tüfeklerle taradılar, ekmeğinin, aşının derdinde olan, çocuk çoluğunun rızkını kazanmak niyetinde olan maden işçilerinden tam 34 kişi kurşunlara hedef oldu ve hayatlarındaki son nefeslerini orada verdiler.

İşte budur eli kanlı kapitalizm.

İşte budur küreselleşmenin mantığı.

İşte budur köleleştirme zihniyeti.

Ölenlerin toprağı bol olsun, eli kanlı katiller masum işçilerin kanlarında boğulsun.

Unutmayalım.

Bugün Güney Afrika’da ortaya çıktılarsa, yarın kim bilir bizde veya dünyanın her hangi bir yerinde…

Geçmişlerine Yananlar



Hayatta hiçbir şey olamamışlar, olmayı becerememişler; ‘olsan ne yazar’ gibi avamî bir lafı söylemekten büyük zevk alırlar.

Güya karşıyı küçümseyerek… Küçümseme altında kendi küçüklüklerini gizleyerek.

Öyle zevk alırlar ki, bir süre sonra söylediklerine kendileri de inanırlar ve hatta dev aynasının karşısında kendi kendilerine, ‘sen ne büyüksün bee..’ demekten kendilerini alamazlar.

Aslında bu tiplerin uğraması gereken, konuşması gereken, muayene olması gereken kişi, konusunda ustalaşmış bir psikiyatrdır, tavsiye ederiz. Bildiği tanıdığı bir uzman yoksa yardımcı olur, ricada bulunuruz.

Dış Politikada yaptıkları büyük hatalar nedeniyle Hakkâri’de, Karadeniz’de son olarak Foça’da meydana gelen olaylar, bir garip beyin karışıklığının sonucudur. Psikolojik kontrollerden evvel bir müddette olsa dinlenmeyi salık veririz. Dinlenirken, nerede hata yaptığının da düşünülmesini.

Çok konuşanın sözlerinin içinde yalanın bulunması ne kadar doğal ise, çok bildiğini söyleyenin de hatalarının bulunması doğaldır. Gerdan kırarak, gırtlak patlatarak, bu konuları kendilerinin bildiğini haykırması, her şeyden evvel edebe mugayyırdır.

Bir edepsizce laf daha edildi. “üç-beş Mehmet öldü diye meclis” toplanmazmış. Hıncınız mı var? Zevk mi alıyorsunuz? Bu nasıl laftır, bu nasıl ifadedir. Üstelik bu lafı eden, üniversitelerden akademik unvan almış, yıllarca Milli Eğitim Bakanlığını yönetmiş birisi. Allah’tan korkmuyorsunuz, bari Kul’undan utanın.

Daha, çok kısa bir geçmişte Habur, Oslo fiyaskolarını da biliyordunuz, bizlerde hatırlıyorduk. Devletin nizamı içerisinde böyle garip uygulamaya yönelik kanunlar, yönetmelikler var mıydı? Nereden uydurdunuz da, kendinizi de zor durumda bıraktınız.

Siz her şeyi bilirdiniz hani?

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Hiç… Hiç!



Bir bakmışsın saat üç.
Bir bakmışsın saat hiç.
            [Özdemir Asaf]

Saatin Hiç’i gösterdiği Dem’lerde,
Bir güzellik sarar kalbin,
Bir Güzel’de yaraşır yüzün.
Gönlün açılır,
Sarar sarmalar tüm benliğin.
Hiç, sen olursun.
Sen de bir Hiç.
Yola düşüp de ‘Hiç uğruna’;
Hiç kelimelerinden şiirler,
Hiç boyalarından resimler,
Hiç’i anlatan romanlar, hikâyeler.
Ben oldum heey!
Ben oldum diyen Hiçler.
Hiç’liğin hiçliğini hiç edip, hiçliğinizin,
Zevkini yaşayabildiniz mi hiç?
Cevap veriyorum: Hiç.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Cumhurbaşkanlığı Adaylık Savaşları



Öteden beri tartışılıyor. Cumhurbaşkanı’nın görev süresi beş yıl mıdır, yedi yıl mı? Hükümet bir yasa ile düzenledi. Beş yıl olarak kanun çıkartıldı. Anayasa Mahkemesi’ne gidildi. Mahkeme, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin yedi yıl olduğuna ve sonraki seçimlere de katılabileceğine hükmetti. Erkler savaşı adeta.

Savaş, basın üzerinden sürdürüldü sonraları. Hükümet yanlıları, Beyefendinin Devlet Başkanı olabilmesi için her türlü yayını yaptılar. Bu arada da, mevcut Cumhurbaşkanı’nın asla aday olmayacağını belirttiler. Psikolojik bir karartma savaşıydı bu. Partilerine başka bir partinin genel başkanını transfer ettiler. Aslında daha önce birlikte çalıştıkları bir kişiydi bu transfer kahramanı. Birlikteydiler, yeniden birlik oldular, olan buydu. Basındaki tetikçileri vasıtasıyla, yeni transferin, Başbakan’ın Devlet Başkanı olduktan sonra Genel Başkan olacağını duyurdular. İlginç bir seyir izliyordu siyasi ataklar. Bu halde mevcut Cumhurbaşkanı oyunun dışında kalıyor, evine istirahata gönderiliyordu. İstenen buydu.

Besbelli bir şeydir, her siyasinin beyninde kırk tilki dolaşır, kırkınında kuyrukları birbirine değmezmiş. Oyunu sahneye en kaliteli rejisörler ustalığında koydular.

Mevcut Cumhurbaşkanı önce, basın danışmanı tarafından “Cumhurbaşkanı’nın aday olmasını engellemeye yönelik bir yasak konulması kendisini gerçekten üzdü ve kırdı” açıklamasını yaptırdılar. Aslında ‘bomba’ etkisi yaptı, bilenler öyle diyorlar. Bu açıklamaya parti yetkililerinden Hüseyin Çelik cevap verdi: “Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında sıkı bir kardeşlik hukuku vardır, kimse bizi kavga ettiremez..” gibi bir açıklama yaptı. Bir kavga vardı, uzaklarda duran bizlerin anlamadığı bir kavga. Siyaset burçlarında bunalım kol geziyordu fakat bunu millete belirtmemek de gerekiyordu. Yol bulmada ustadırlar, şöyle hallettiler. Nasılsa bolca düdükleri vardır. Bir düdük öttürürler hallolur giderdi.

Mehmet Ali Birand’a yazdırdılar 1 Ağustos tarihinde, şunları yazdı; “Gül’ün gerçek niyeti 2014 seçimlerinde aday olup, Başbakan ile yarışmak değil. Niyeti, partiye kendi açısından bir çeki düzen vermek.” Vay, vay, vay demez misiniz? Durun durun cümlenin devamını da okuyalım. “Bu açıklamanın, bizim sokak Türkçesiyle, ‘Beyler dikkat edin, yakında başınıza ben geçeceğim. O zaman bunların hesabını da sorarım..’ demek olduğunun da hemen herkes farkında”. Gördünüz mü, talepler, tehditler, istenenler, bildirilenler nasıl açıklanırmış? Nasıl dizayn edilirmiş bir takım yerler.

Efendim sonra, araya hafta tatili girer. Tam fırsat, tam sırasıdır. Çalışan beyinler gelecek düzenlemesinde tam başarılı performans sergiler. Hem halkın gönlünü yapmak, hem propaganda yapmak, hem de iç işlerinde düzenleme faaliyeti yapmak için tam sırasıdır hafta tatilinin. Cumartesi günü öğlen namazı için Hacı Bayram Camii seçilir, iyi bir seçim, usta komutanın topa ayar vermesi gibi, atışın yapılacağı yerin önemi büyüktür. Kameralar hazır, basın mensupları hazır, caminin çıkış kapısında görünür hazret. Motor. Oyun başlamıştır, perde açılır. Camiden çıkan kalabalıklar arasında bir Cumhurbaşkanı, resim mükemmel… ve o soru sorulur, basın danışmanının ortaya sürdüğü ve parti yönetiminden gelen cevap. Tarihi sözünü oracıkta, halkın içinde, öğlen namazını kılan Müslümanların arasından seslenir; “Tayyip Bey’le arkadaşlığımız, ilişkimiz kardeşlik hukukundan da ileridir”. Atış yapılmış ve hedefini bulmuştur. Kumandan muzafferdir. Planlanmış, yazılmış bir senaryonun oyunlaştırılmasından ibarettir. Başarıyla da oynanır.

Ayar verilmiş, hedef gösterilmiş… İş bitmiştir.

Bir siyasi savaş böylece tatlıya bağlanmıştır.

Bu savaşı okuyamayanlar, senaryosunu yazamayanlar, oyunda rol kapamayanlar ise bizim gibi hariçten gazel okumaya devam ediyorlardı…

11 Ağustos 2012 Cumartesi

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...





Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.

LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.

Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.

Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

Değişim



“DEĞİŞİM” Türkçe bir kelimedir. Türkçenin güzel bir kelimesidir.

Değişmeyen tek şey olarak, sözlüklerde duran, her kullanan için farklı anlamlar tedai ettiren masum bir kelime. Okyanus ötelerinden yeni bir mana yüklendi ve salındı rakip ülkelerin üstüne.

Erdoğan değişim diyerek geldi. Gürcistan değişim denilerek atıldı. Arap ülkeleri değişim rüzgârıyla ABD’nin ve NATO güçlerinin önüne serildi.

Değişen neydi?

Sadece ‘düzen’ değişti.

Ne yapmalıyız?

Sözlüklerimizde kayıtlı yüz bin (fazlasıyla) kelime var. Kullanabileceğimiz bir kelime bulamıyor muyuz? O halde Türkçe kelime türetmeye uygun, mümkün bir dildir. Yerine bir kullanabileceğimiz bir kelime türetelim.

7000 yıllık Devlet kurma ve yaşatma tecrübesi olan milletimizin, bu gün bir kelime bulma yeteneksizliği ile ölçemezsiniz.

Son söz:

Kullandığınız kavramları söyleyiniz, size kim olduğunuzu söyleyeyim.

Vesselam.

10 Ağustos 2012 Cuma

Oruç, Mağara, Kur’an



Bir ‘İnsan’ın yetişmesi, bir kâinatın kurulması gibidir efendim.

70 – 100 yıllık bir ömür içinde insan’dan beklenen, kendine verilmiş görevleri bilinçli ve uyanık olarak yerine getirmektir. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra dünyayı teşrif eden bir kelebek, sadece bir günlük ömür içinde yüklenilen vazifesini en iyi şekilde yaparak sonlandırır ömrünü. Sadece bir günlük ömür için uzun ve meşakkatli bir geliş yolculuğu.

Vazife yapılırken başarısızlıklar hakkında çok çeşitli sebepler ileri sürmek zafiyetindeki yaratılıştaki insanın hali, yetişmemişliğin, hoyratlığın, cehaletin dillendirilmesinden başka bir şey değildir. Hatalarını, beceriksizliğini başkalarının üstüne bırakmak.

“Ölmeyi” emreden komutanlardan bu güne geliş, kelimelere bile nüfuz edemeyişin sonucudur. Kelimeler bizi alıp götürüyor, kendi istediği yollara bırakıyor. Oysa manaların taşındığı elbiseler olan kelimelere biz hükmedebilirsek ve aynı manayı ‘her birimizin’ verdiğimiz kelimeleri aynı hassasiyetle kullanabilirsek bir yerlere birlikte gitmekte hiçte zorlanmayacağız, çünkü meramımızı anlatırken ne dediğimizi, ne anlatmak istediğimizi diğeri de anlayacaktır. “Nasılsa arkadaşın görevidir, beni hiç ilgilendirmez” gibi boş vermişlikler, vazifesinin bilincinde olmamak, kayıtsızlık hasletlerini üzerimizden nasıl atabiliriz?

Taa ki, bilinçli olarak Hakk’ın emri ile hareket özelliklerimizi hevaya verdikten sonra.

Ramazan Ayı içindeyiz. Oruç Ayı olarak da adlandırılır. Kur’an ayı olarak da. Kur’an’ı Kerim’in Hz. Peygambere verildiği ay. Bu ayın içinde vahy olundu, manalar bu ayın içinde bildirildi Resulullah’a. Oruç (Savm) farz kılındı. Farz, vazife yani. Hiçbir ayırım gözetmeden, İnsan’a farzı, Mü’mine.

Genel bir anlatım olarak, sabahtan akşama kadar yiyip içmeden kesilmektir.

Bir mağarada, hayatını geçiren ve Rabb’i ile birlikte olan Peygamber’e verilen, Oruç tutanlar olarak bize de verildi mi? hele bir sorgulayalım, hele bir düşünelim. Bi-Hakk’ın verilen vazifeleri yerine getirebildik mi?

Dünya hevesinden geçmek, kötü düşünceleri terk etmek, insanların hayatını tecessüsten vazgeçmek, her şeyin aşırısını bırakmak, orta karar yaşamak, boş sözleri, insanların, yaratılmışın işine yaramayacak lüzumsuz lafları sarf etmemek, söylememek, gıybete bulaşmamak, daima yararlı işlere koşmak…

Tuttuğumuz Oruçlar sağladı mı bunları bize?

Mağaramıza kapanabildik mi efendimiz gibi? Kendimizi kendi (nefis) karanlığımız içinde anlayabildik, tanıyabildik mi?

Yoksa bir hata mı var tuttuklarımızda. Yoksa ey oruç tuttum seni ısrarında mıyız? ‘Tuttuğumuz oruçlar’ safsatasında mıyız? Yoksa oruç tuttuğumuzu mu sanırız? Borç olarak görenlerden miyiz? Ne borcu, kime borçlanmıştık? Bindiğimiz oruç vasıtası alıp götürmedi mi bir yerlere? Yoksa yanlış bir vasıtaya mı bindiniz? Öyleyse açlık ne diye?

Sırf aç kalasınız diye midir, sırf eziyet olsun diye midir?

Haşa!

Cemalnur Sargut Hanımefendi bir TV sohbetinde ağzından kaçırıverdi. “Hallac-ı Mansur iftardan beş dakika kadar evvel orucunu açar ve şöyle dermiş: -Gördün mü ey nefsim, yine tutamadın.” Yoksa oruç tuttuğunu sanan ve edepsizce oruç tuttum diyen bizler, Hallac’tan daha mı büyük insanlarız? Ondan daha mı sabırlıyız?

Niye Kur’an Ayı’dır? Çünkü efendimize Ramazan Ayı içinde bildirilmiştir Kur’an’ı Kerim. “Oku” emri bu ayda verilmiştir. Herkesin bir Ramazan’ı vardır, oruçla gidilen.

“Allâh’ın adı ile” okuyabildik mi? okumaya azmettik mi? yola düştük mü? Ümmi olabildik mi? Yetimlik nedir? Efendimiz kimin yetimi idi?

Yetimliğimizi yaşayabildik mi?

Haydi;

Oruçlarımız sayesinde yetim olamadık,

Bari bir yetimin başını okşayalım.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Yol Çatı


    “Pervasızca kullanılan ‘yol ayırımında’ tanımlaması üzerine”

Yol ayırımlarında uzaklaşmalar ve ayrılıklar hatırlanır.

Sevimsizdir nedense ayrılıklar. Ayırımlarda gözler yaşlıdır. Buluşma noktalarında sevinçli. Hep, ya yol ayırımlarında, ya garajlarda, otogarlarda, istasyonlarda bir başına kalmıştık.  Acılıdır ‘ayırımlar’. Ayrılanların ayrılık noktası hüzün mekânlarıdır.

Her ayrılışın da yeni bir başlangıca yolculuk olması umulur. Böyle isteriz. Mademki ayrıldık, bir gün buluşuruz diyerek.

Umutları taze tutmakta yarar vardır.

‘Yol ayırımında’ bulunmak şudur. Ya makas değiştireceksin (yıllarca içinde bulunduğun fikir ortamından) ve dostlarından ayrılacaksın, ya da inatla yola devam edip yoldan çıkacaksın.

Felakete davet budur.

Niye “yol ayırımında bulunmak” tanımı ille de ayrılık işareti olsun? Yeni bir düşüncenin, yeni bir ilmin açılımının yapılması, yeni bir projenin deklare edilip hayata geçirilmesinin talep edilmesi niye felaketimiz, ‘ayırım’ olsun?

Ayrılmadan, ortak bir fikrin etrafında olunarak, birleşerek, güç birliği yaparak yola devam etmek daha etkili ve gerekli değil midir?

Yol çatları ayrılıkların değil, başlangıçların noktası olsun.

Eskimişleri, değersizleri atmak ayrılığa sebep olamaz. Değişim hayata uyumu anlatır, ilmî gelişmelere kabulü. İlmin işlendiği, kullanıma sunulduğu doğru veriler neden bizlerin ayrılığı olsun? Bizi hedefe götürecek kıymetli vasıtaya neden binmeyelim? Yıllarca başarı ile yapılan görevler sonunda nöbet mahallini bir başkasına teslim etmek niye ayrılığa işaret olsun? Devamlılık gerektirmektedir bunu. Devlet görevleri de, şirket işleri de böyledir. Yorulanlar kenara çekilir, mola yerleridir buralar, yol ayırımları değil. Hizmet devam edecektir. Hizmetin devamlı olması esastır.

Hele o işi, daha iyi yapan bir ehil ele teslim edilmişse, hizmeti devreden zevkle teslim eder, tebessüm ile seyreder. Burada ne ayrılık vardır, ne de sıkıntı. Çünkü o inançla davranırlar. “Allâh sizlere emanetleri ehil olanlara verilmesini emreder” (Nisa/58) inanırız ki, emanete zulüm onların tabiatında yoktur.

Yorum, eleştiri yaparken iftiraya yol açılmamalıdır, insaf elden bırakmamalıdır, saygıda kusur edilmemelidir. En sert sözlerimizi, en haşin eleştirilerimizi bile yumuşaklıkla söyleyebilirsek tesiri daha büyük olacaktır. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır”.

Yol çatları ayrılığın değil, bütünlüğün başlangıcı olsun.

Kim ki, parçalanmayı teşvik ediyor, ciğerleri parçalansın.

Birlikte, istişarede Hakk vardır.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

İ. Pala, Romanı ve İ. Özdemir’in Eleştirisi



“Bu roman entelektüel kaygısızlığın ve aydın sorumsuzluğunun ileri bir örneğini teşkil eder.” (1)

Bir radyo programı duyurusunda, Prof. İskender Pala ile ‘Aşk’ konusunda konuşacakları bildirilmişti, aşağı yukarı şöyle bir cevap vermiştik: “İskender Pala ve Aşk, hayret, Prof. da olsa, aruz üzerine üstat da olsa hiç anlamadığı ve bilmediği konuda sohbet etmeye cesaret etmiş, hayret.” Sonraları sık sık TV’lerde boy gösterdi. Uzmanlık alanı olduğu içinde rahat bir biçimde aşk, tasavvuf, aruz şiirleri ve şairleri, din.. Konularında sohbetlerini dinledik. Sathi, sığ, kitaplardan okuduklarının dışına çıkamayan, kuru kupkuru bir cahilin sohbetlerinden başka bir şey değildi bizim için. Çoğunlukla da kapattık onun programını. Sonuna kadar izlemedik. Ekranda kibrini taşıyamayan bir acuze gibi duruyordu.

Hanemiz halkından birisi Şah&Sultan isimli romanını almış okudular. Bize de okumamızı söylediler. “İskender Hoca bu konuyu bilmez ki, anlamaz ki, nasıl olmuşta yazmış” gibi itirazlar ileri sürerek okumadım kitabını.

Tek tip insan yetiştirme okullarında yetişmişti, örneği de pek çoktu. Hem makalelerini yayınladığı gazetede, hem de fikren dâhil olduğu grubun içinde yüzlercesini tanıyorduk.

Erken çağlarda cahil bir hoca kılıklının önüne diz çökmüşlerden, ileri tarihlerde üniversite kürsülerinde Profesör unvanlarını bile taşısalar, o hoca kılıklıların beyinlerine zerk ettiği zehirlerden asla kurtulamıyorlardı.

Tamamı eğitimlerine bu yolla başladıklarından hepsi birbirine benzeyen tipler olmuş çıkmışlardır.

Genel olarak ortak noktaları şunlardır: 1- Sünni inanışın dışındaki kabullere tamamen karşıdırlar ve bu konuda savaşırlar. Yalan, iftira serbesttir. Güya imanları için yaparlar bunu. 2- Atatürk düşmanıdırlar. Açıktan söyleyememekle birlikte sohbetlerinden, makalelerinden, kitaplarından inceledikleri konunun dikkatle dinlenilmesi halinde anlaşılır. 3- Türk diyemezler. Türklüğü kabul etmezler. Aziz millet, büyük millet gibi herkesin kabul edebileceği cümleciklerle geçiştirirler. Türk olmaktan adeta utanırlar. Türk olduğunu söyleyenlere müstehzi bir edayla bakarlar. 4- Genellikle sakallıdırlar. Sakal bırakmayı İslâm’ın bir emriymiş (sünnet) gibi yerine getirirler. Oysa Ebu Cehil’in de Saadet Devrinde sakallı olduğunu söylerseniz sizi hiç duymazlar bile. 5- Konuşmalarında Zekât’ı ballandıra ballandıra anlatırlar iş Zekât vermeye gelince, ipe un sererler. Kitaptan örnekler verirler, 1/40 onların zekât konusunda anlatabileceği tek gerçektir. 6- Nedense tamamı iktidardaki! Partiye intisaplıdır. Yanlış bile yapsalar asla tenkit yükseltemezler. İçte ve dışta uyguladığı politikalar onların da uygulanmasını istediği politikalardır. 7- Asla eleştirel yaklaşamazlar. 8- Varsa da, yoksa da kendi düşünceleri en iyisidir, muhalif görüşleri dinlemeye, okumaya tahammülleri yoktur…

Araştırmacı yazar İskender Özdemir, Fikir Sanat ve Edebiyatta Töre Dergisinin 4. Sayısında Prof. İskender Pala’nın “Şah&Sultan” isimli romanını incelemiş. Romandaki Pala’nın “yanlış iddialarına cevap” vermiştir. Özdemir; “Aydın olmanın en önemli koşulu, bilimin namusuna sahip çıkmak, dürüst olmak ve gerçeği aramaktır”. Açıklamasını eleştirilerine geçmeden söyler. “Aydının sorumluluğu, gerçeği bulmak ve kitlelere aktarmaktır.” İtiraz kabul etmez bu gerçeği vurguladıktan sonra, “Ne yazık ki, İ. Pala’nın Şah&Sultan romanı, bu özelliklere sahip değildir. Bilim ve birliğimiz adına hiçbir değer taşımamaktadır. Hatta denilebilir ki, Alevî-Sünnî birlikteliğine katkı sağlamaktan ziyade, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir ruha sahiptir. Bilimsel açıdan da yığınla yanlışı barındırmaktadır.” (2)

Daha sonra romandaki iftiralar, çarpıtmalar, bile bile yapılan hatalı anlatımlara örnekler verir İskender Özdemir. İskender Pala’nın cakasını kırarken, bizim yukarıda verdiğimiz açıklamaları da doğrular adeta.

Roman da kullanılan kaynakları, romanın kurgusu ve İskender Pala’nın Şah Hatayi hakkındaki iftiralarını bir bir sıralar.

Yazının devamı derginin 5. Sayısında yayınlanacak galiba, çünkü “devamı var” deniliyor sonunda.

Bu yazı ve devamı mutlak okunmalıdır.

Çok önemli bir yıkıcılık örneğini faş ediyor yazar.

**************************************************
1)              (1)    İskender Özdemir, TÖRE Sayı 4., “Aydın sorumsuzluğu: Şah&Sultan”
2)             (2)     İ. Özdemir, aynı makale.

3 Ağustos 2012 Cuma

‘Teksif Olunmak’



“Haydi, gidelim” dedi.

Bu gidiş, zorlu bir yolculuğa, uzun bir zaman kaçışa davet idi. Ayrılık gibi, acıların daima yaşandığı, hüzün bulutlarının baştan aşağı devamlı çöktüğü bir ızdıraplı gidiş…

Her zorluğun altına gizlenmiş bir güzelliği de içinde barındıran. (Tabii, güzellik kısmı belki kırk, belki elli yıl sonra farkına varılabilecek ince, derin düşünce egzersizlerinden, belagat eğitiminden, matematik düşünebilmenin terbiyesinden geçtikten sonra fark edilebilecek, içselleştirilebilecekti). Hiç itiraz etmeden kabul etmek mi gerekiyordu? Soruları daha sonraya bırakmak mı? Günlerce geceler boyu tartıştığımız, her söylenene yeni bir itiraz yükselttiğimiz o serseri delikanlılık günlerinden kalma cüretle yeniden bir reddiyat getirmenin âleminin olmadığını da fark etmiştik.

Olsun. Bunca zamandır kendi halinde yaşamak, kitapların sayfaları ve düşünceleri arasında bocalamak, problemli zamanlarda müracaat kapısının eksikliği ile kendi halimizde çıkış yolları aramak. Herhalde son bulacak ve “kaynağın” kenarında oba kurulacaktı. Bir kazanç olarak görebilirdik bunu. Fakat “kaynağı” bilmiyorduk ki, kaynak olacağını nereden bilebilirdik ki?

Bir hışımla düşman üstüne saldırmanın acemiliği idi bizimkisi, toyluk ya da.

Yine karıştı, düşman! Düşman üstüne mi gidiyorduk? Evet, uzun bir aradan sonra düşman üstüne gittiğimizi fark ettik. Kendinden başlayıp, kendine giden yolda düşman da yine kendindin, kendinde idi. Yol arkadaşımız ise kendimiz… Diğer bir ifade ile yapayalnız. Bir başına. İtirazları başlanılan noktaya bırakıp, soruları ilerilere ötelemek en iyisi idi. Düşman uyanık, düşman gözü açık, ona dair sorular ertelenirse kendisi rahatsız olup, zaman içinde cevabın bulunacağını da biliyor. En iyisi sessizliğe bürünmek ve beklemek, olanları ve olacakları seyretmek.

Böylece besmele ile adım atılır yola, peşinden bir tas su… Sular gibi git, sular gibi gel.

Artık yolda neler çıkar karşına, dereler, vadiler, ormanlar, yabanıl hayvanlar, köyler, bayırlar… Neler… Neler. Hedefe varmak senin ‘teksif olunabilme’ yeteneğin ve çalışma azminle ilgilidir. Vazgeçmek en tabii hakkındır. Vazgeçer ve dönersin. Kimse seni ayıplamaz, kimse sormaz ‘niye’ diye. Başlamak, bitirmeyi de gerektirir. Madem bir cesaret başladın, devam et yola. Var hedefe. Bıkıp usanmak, nedamet getirmek zayıflatır, duraklatır, yoldan alır. Sabır göstermek, kabule girmek en doğrusudur. Nasıl Yunus kırk yıl doğrusunu, düzgününü taşımış Taptuk Dergâhına, taşıdığı ne idi, taşıdığı kim di? Kendisinden başkası olmayan bir garibin kendisinden başka taşıyacağı ne olabilir di? yolda yalnızsın, yolda bir başınasın, dertlerin, sevinçlerin, neşelerin, zevklerin hep sendendir ve hep sensindir. Olur a, tökezlersin bir yerde, rehberin var korkma, o yollardan geçmişti bir bir, nasıl yürüyeceğin, nereye döneceğin, hangi vasıtaya bineceğin taraflarından bilinir. Kokma, yürü. Korkuyla varılacak yer, ancak korkunun konakladığı korku dağları olabilir. Kokma yürü. “Allah’tan korkanın”, başka şeylerden korkması anlamsızdır. Korkuyu, korkuya bindir. Rahat et.

“Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç u tok,
 Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bî-haber.”

Sonuç, yolun sonunda!..

Yolun sonu yok ki,

Sınır, hat vurulamaz.

“Her an bir şan alan”

Sondan da münezzehtir.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Aydın Kimdir?


Bize şöyle öğrettiler;

Her gün TV’lerde gördüğümüz, gazete köşelerinde okuduğumuz kişiler aydındır!

Bunun yanlışlığını, “biz aydınlar” tanımlamasını, kibirli bir hal içinde kendi kendilerine yapanların aydın olamayacağını çözdüğümüz zaman anladık. Dedik ki, “bırakın sizi dinleyenler, okuyanlar değerlendirip, aydın olup olmadığınıza kararı onlar versinler”. Kendilerinin aydın sınıfında olduklarını edepsizce kulaklarımıza doldurdular.

Artık uzaklardan gülüyoruz bunlara.

Bir mağaraya tıkmışlar kendilerini. Üstelik kendi elleri ile kurdukları karanlık bir mağaraya. Karşıdan gelen ışığa göre aydınlandıklarını sanırlar. Oysa ışık, üstlerine gelen trenin farıdır. Biraz sonra üstlerinden, ezip geçecek onları. Farkında değiller. Gülümsüyorlar…

İşte bizim aydınımız.

Peki, münevverin sesi çıkmayacak mı?

Çıkmaz olur mu?

Edepsizlerin köşe başlarını tutuğu ortamlarda, kimseye sözün bırakılmadığı durumlarda, “Eyvallah”ına sarılıp, edebi ile hanesinde durur. Sözü, yeri ve zamanı gelince kısaca, herkesin anlayabileceği biçimde, tam gediğine oturtarak eder ki, Alim Allah yer gök iniler. Boşa konuşmaz. Lüzumsuz gösterilerden beri durur. Kendini beğendirmeye çalışmaz. Hakk olan, doğru olanı korkusuzca sultanlara, krallara, yöneticilere zamanında söyler. Onun görevi yalnızca söylemektir. Çözümler sunmaktır. Ne para pulla, ne makam mevki ile ilgili bir talepleri veya dertleri vardır. Tek düşünceleri Hakk’ı anlatmak, doğruyu iletmektir.

Zamanımızda ‘aydın’ geçinenler, okudukları kitapları, filozofları, tarihi hikâyeleri yazılarında, kitaplarında, sohbetlerinde aktarmayı aydın olmak sanıyorlar, aydın olmanın şartı bilmek olarak ortaya çıkıyor.

Oysa ‘bilmek’ münevver olmanın şartı değildir. Çoğu durumlarda, ‘bilmek’ yüktür münevver için. Lüzumsuz bilgi küpü olmaktansa, o bilginin cahili olmak evladır. Kitap okuyarak, mektepler bitirerek, üniversitelerin verdiği doktor unvanlarını alarak, gazetelerde köşeler kaparak filan aydın olunamaz. Bu çalışmalar, ‘münevver’liğe giden yolda yardımcı olabilir ancak. Çoğu zaman bilinenler, görevler, makamlar ayağına köstek olur aydının.

Okullar, problemi tespit etmeyi, problem etrafında düşünebilmeyi, kaynaklara ulaşabilmeyi, problemi analiz edebilmeyi, çözüme giden yolları bir bir yazıya geçirebilmeyi öğretmelidir.

Gerisi, yolcuya kalmıştır.

“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kelamı;

“Münevver” kavramının gerçek manasına işarettir.

İzm’lerden, hurafelerden, saltanat takıntısından, makam mevki hırsından, para, kat, yat azminden vazgeçemeyenlerin, korkularını yenemeyenlerin münevveriyetinden bahsedilemez.

Biz bu yazıyı yazarken gazetede karşılaştığım haber şöyleydi, isabet oldu: “Bulduğum fonksiyonlar hem ışınım ısı transferinde hem nükleer fiziğin belli sahalarında analitik çözüm yapılmasında son derece bir rolü var” diyen, Osmangazi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Altaç öğrencilerine şu öğüdü veriyor:

“Karşılaştığınız zorluklardan asla ve asla kaçmayın. Kolay yolu seçen vasat insan olur”

Fazla söze ne hacet?

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...