“Pervasızca kullanılan ‘yol ayırımında’ tanımlaması üzerine”
Yol ayırımlarında
uzaklaşmalar ve ayrılıklar hatırlanır.
Sevimsizdir nedense
ayrılıklar. Ayırımlarda gözler yaşlıdır. Buluşma noktalarında sevinçli. Hep, ya
yol ayırımlarında, ya garajlarda, otogarlarda, istasyonlarda bir başına
kalmıştık. Acılıdır ‘ayırımlar’.
Ayrılanların ayrılık noktası hüzün mekânlarıdır.
Her ayrılışın da yeni bir
başlangıca yolculuk olması umulur. Böyle isteriz. Mademki ayrıldık, bir gün
buluşuruz diyerek.
Umutları taze tutmakta
yarar vardır.
‘Yol ayırımında’ bulunmak
şudur. Ya makas değiştireceksin (yıllarca içinde bulunduğun fikir ortamından)
ve dostlarından ayrılacaksın, ya da inatla yola devam edip yoldan çıkacaksın.
Felakete davet budur.
Niye “yol ayırımında
bulunmak” tanımı ille de ayrılık işareti olsun? Yeni bir düşüncenin, yeni bir
ilmin açılımının yapılması, yeni bir projenin deklare edilip hayata
geçirilmesinin talep edilmesi niye felaketimiz, ‘ayırım’ olsun?
Ayrılmadan, ortak bir
fikrin etrafında olunarak, birleşerek, güç birliği yaparak yola devam etmek
daha etkili ve gerekli değil midir?
Yol çatları ayrılıkların
değil, başlangıçların noktası olsun.
Eskimişleri, değersizleri
atmak ayrılığa sebep olamaz. Değişim hayata uyumu anlatır, ilmî gelişmelere
kabulü. İlmin işlendiği, kullanıma sunulduğu doğru veriler neden bizlerin
ayrılığı olsun? Bizi hedefe götürecek kıymetli vasıtaya neden binmeyelim?
Yıllarca başarı ile yapılan görevler sonunda nöbet mahallini bir başkasına teslim
etmek niye ayrılığa işaret olsun? Devamlılık gerektirmektedir bunu. Devlet
görevleri de, şirket işleri de böyledir. Yorulanlar kenara çekilir, mola
yerleridir buralar, yol ayırımları değil. Hizmet devam edecektir. Hizmetin
devamlı olması esastır.
Hele o işi, daha iyi yapan
bir ehil ele teslim edilmişse, hizmeti devreden zevkle teslim eder, tebessüm
ile seyreder. Burada ne ayrılık vardır, ne de sıkıntı. Çünkü o inançla
davranırlar. “Allâh sizlere emanetleri
ehil olanlara verilmesini emreder” (Nisa/58) inanırız ki,
emanete zulüm onların tabiatında yoktur.
Yorum, eleştiri yaparken
iftiraya yol açılmamalıdır, insaf elden bırakmamalıdır, saygıda kusur
edilmemelidir. En sert sözlerimizi, en haşin eleştirilerimizi bile yumuşaklıkla
söyleyebilirsek tesiri daha büyük olacaktır. “Tatlı dil yılanı deliğinden
çıkarır”.
Yol çatları ayrılığın
değil, bütünlüğün başlangıcı olsun.
Kim ki, parçalanmayı teşvik
ediyor, ciğerleri parçalansın.
Birlikte, istişarede Hakk
vardır.
Abdullah Mehricihan :
YanıtlaSilİşaret edilen temalar parçalanın bölün ayarındadır Mahmut Emin ağabeyim....
Mehmetvelit Yurt :
YanıtlaSilKİM Kİ PARÇALANMAYI TEŞVİK EDİYOR.CİĞERLERİ PARÇALANSIN DA TEDAVİSİ MÜMKÜN OLMASIN.
HOCAM AZ EVVEL SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN HZ.LERİNİN BİR SÖZÜNÜ OKUDUM:"SENDEN DAHA İYİ HİZMET EDECEK OLAN BİRİ VARSA MAKAMINI ONA VER.İŞTE VATANVERVERLİK BUDUR."
Atila Göray:
YanıtlaSilÇok güzel olmuş elinize ve bilginizew sağlık hocam. Görünen o ki hakiki islama teslim olduğumuzda her zaman yolumuz aydınlık ve emin
Ebediyete göç etmiş güzel insan Faik Amca'nın, bizler öğrenci iken bizlere, "ders çıkaralım kabilinden" anlattığı bir hatırası: Yazın sıcak günlerinde, Hacı Bayram civarında bir adamcağız içinde buzlu ayran olan güğümleri ile gezer, ayranını satarmış. Hep şöyle bağırırmış: "Buz gibi ay(ı)ran, ay(ı)ran..." Bir gün Faik Amca seslenmiş adamcağıza: "Birleştiren yok mu? Hep ay(ı)ran satıyorsun." Adamcağız uyanık tabii ki, yapıştırmış cevabı: "Birleştirenin talibi yok, herkes ay(ı)ran istiyor."
YanıtlaSilAbdurrahman Biçer :
YanıtlaSilAdı üstünde "Yol Çatı" yani yolların birden çok yönlere ayrıldığı yer...
Yol Çatında ayrılık bir zorunluluktur diyemem fakat ayrılık mümkündür...
İstasyonlar ve Duraklar da böyledir... Birileri iner, birileri biner...
Yol Ayrımlarında, İstasyonlarda, Duraklarda BİRLİKTEN ayrılırken yeniden birleşebilmek için YÜZ olması gerektiğini bilmelidir İNSAN...
Şimdilik bu kadar yeter diye düşünüyor ve Mahmut Emin beyin sondaki dilek ve duasına aynen katılıyorum...
Üzerinden vakit geçmiş olmakla birlikte Yeniçağ Gazetesi Yazarı Sayın Servet Avcı'nın Merhum Enver Paşa ile ilgili makalesini bazı yerlerini mecburen budayarak buraya aktarıyorum.
YanıtlaSilAsaletle yenilmek ve Enver Paşa
Yenilmek başlı başına bir ‘son’, yenmek de ‘mutlak zafer’anlamına gelseydi, bugün gönüllerimizde yaşattığımız Hz. Hüseyin değil, Yezid olurdu... Oysa Yezid tarihin kaybedeni, ailesiyle birlikte vahşice katledilen Hz. Hüseyin ise kazananı olmuştur... Kerbela’da akan kan, gelecek kuşak Müslümanların kalbine Hz. Hüseyin’in ismini coşkuyla taşırken, Yezid ve şürekasının ismini boğmuştur... Hak uğruna mücadele etmek yenilgiye bile asalet yükler... Bazen öyle bir yenilir ki kahraman, düşmanı dahi ona saygı duyar... Çünkü o ruhen kazanmış, sadece bedeniyle esir düşmüştür... Gerçekte kazanan o olduğu için de tarihler onu yazar, kalpler ve milletlerin hafızaları onu yaşatır...
Buna en iyi tarihî örnekleri, Şeyh Şamil, Gazi Osman Paşa, Enver Paşa...
Türk tarihinin belki de en dramatik yenileni... Hem kahraman, hem de yüzyıla yakındır anlaşılmaz bir kompleksin mağduru... 41 yıllık hayatından çocukluğunu ve savaşları çıkardığınızda geriye neredeyse hiçbir şey kalmayacak olan Enver... Küçük bedenini yaşlı imparatorluğun altına sokarak ayakta tutmaya imanlı Enver... Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan Kafkaslar ve ötesine milletimiz adına tutunmak için pençelerini geçirmeye çalışan Enver... ‘Ümit’le ‘korku’arasındaki insanoğluna inat o hep ümidi koynuna aldı ve koşturdu... ‘Teslimiyetçiler’in yanında adı ‘maceracı’ya çıktı... Halbuki o sanayi devriminden sonra dişlerini daha da gösteren Batı saldırganlığına karşı, en küçük bir kıvılcımdan büyük ateşler çıkarılabileceğine inanan ruhu temsil etti...
Cepheden cepheye nefes nefese bir hayat yaşadı... Mücadeleyi Turan’dan yeniden başlatmak için düşündüğü son hamlede, ancak bir kahramana yakışır final yaptı... Asla teslim olmayacağı mitralyözlerin üzerine yalın kılıç giderken bir hayal son bulmayacak, tam aksine, bir millete hayal kurmanın ölçülemez değerini miras bırakacaktı... İsmail Enver’in göğsünde eriyen gerçekte mitralyöz mermileri değil, mazlum milletlere dayatılan korku, teslimiyet ve ümitsizlikti... Ne güzel söylemiş Mustafa Çalık, “Kim ondan daha şehiddir, Çegan Tepesi’nde yatarken kanlar içinde, boynunda dürbünü, koynunda Mushaf’ıyla?”
4 Ağustos, yeniden doğuşu Türkistan’dan başlatmak niyetiyle Turan’a ümit ve cesaret taşıyan bu büyük meşalenin şehadet yıldönümüydü... Bundan yirmi-yirmi beş yıl öncesine kadar bu tarih sınırlı sayıda insan tarafından bilinmeye değerdi... Geçmişte Enver Paşa, yanlı tarih tarafından olumsuz çizgilerle resmedilirken, Türk tarihinin bu en dramatik ve hakkı teslim edilmemiş kahramanına son yıllarda ilgi giderek artıyor... Her yıldönümünde bu gelişme ve ‘hak teslimi’ bariz şekilde göze çarpıyor...
Demek ki, Enver Paşa da yenilmiş ama kaybetmemişti... Çegan Tepesi’nde son bulan fizikî mücadelesi, o mücadelenin gereğine inananlarca bir sonraki yüzyılda bile yükselen değer olarak kabul görüyorsa ve bu insanların sayıları sürekli artıyorsa, buna nihaî anlamda yenilmek denmezdi... İddia ile söylüyorum, bundan sonraki yıllar daha fazla ‘Enver Paşa’lı yıllar’ olacaktır... Bugün içimizi daraltan ateşler, onun imparatorluk coğrafyasındaki yangınları söndürmek ve millete ümit vermek için yürüttüğü büyük mücadeleyi daha da incelenmeye ve takdir etmeye değer kılacaktır... Yakın gelecekte Enver Paşa Üniversitesi ile onun fikirleri ve mücadele külliyatının toplanacağı enstitüsünün açılacağı günleri göreceğimizi ümit ediyorum...
Nasıl ‘ölüm’son değilse, ‘yenilmek’de son değil... Alçakça ve kuralsızca galip gelmektense, haktan yana olup yenilgiyi göze almak, sonra da tarihin bir başka döneminde “Ben ölmedim” dercesine kardelen gibi başkaldırmak... Asalet bu olsa gerek...
Servet Avcı
Yazar