2 Aralık 2011 Cuma

Bilinmez sular da…

Bilmediğim bir derede balık avına soyundum.

Paçaları sıvamıştım dizime kadar. Suyun debisi ve derinliği hakkında, tabanın kayalık mı, düz mü olduğu hakkında hiç bir bilgim yoktu. Hayatımda ilk kez bir balık avına çıkıyordum.  Üstelik yanımda kılavuzum da yoktu. Oltanın nasıl yemleneceğini, hangi tür yemin takılacağını da bilmiyordum. Av mahalli de oturduğum mahalleme nerdeyse iki yüz kilometre kadardı. Önce birkaç köylü geldi yanıma. Buraların kendi köyleri olduğu ve yabancıların avlanmasının yasak olduğunu söylediler, iri yarı kişilerdi bunlar, korkunçtular ve korkutucuydular. Ellerinde sopalar birisinde de av tüfeği vardı.

Dereden dışarı çıkmak için iki adım attım. Ayağım kaygan bir taşa takıldı. Sendeledim. Düştüm. Boğazıma kadar sulara gömüldüm. Köylüler kahkaha ile güldüler. Su beni sürükledi bir müddet.  Dere kenarında bulunan köylüler kahkahalarını kestiler. İşin ciddiyetini anladılar. Birisi elindeki sopayı dereye uzattı. Zar-zor tutundum, çekti beni dere dışına. Bir kayanın üstüne oturdum. Zor nefes alıyordum. Bir müddet sonra köylülerden ikisi suya girerek beni dışarı taşıdılar. Güya özür dilediler. Giysilerimin bulunduğu yere kadar taşıdılar. Arabadan battaniyeyi çıkartarak sardılar. Biraz rahatladım.

Yaklaşık on dakika kadar sonra, yavaş yavaş konuşmaya başladık.

Derenin azgın olduğunu anlattılar, fakat Temmuz ayından itibaren suyunun azaldığını söylediler. Şükretmemi bildirdiler. Başka bir zaman olsaydı suyu zapt edemeyeceklerini ve suyun mutlaka götüreceğini anlattılar. Şanslı olduğumu hatırlattılar.

Teşekkür ettim kendilerine. Arabada bulunan çay takımlarını çıkardım. Dereden aldığımız suyla çay demledim. Köylülerin küçüğü evelerine giderek bazlama, peynir getirdi. Birlikte kahvaltı yaptık. Bu arada da konuştuk havadan sudan…

Köylülerden birisi:

-“ Bekir emmi geliyor”. Dedi. O tarafa doğru baktık. Seksen yaşının üzerinde bir ihtiyar bize doğru geliyordu. Hafif bir aksama vardı ayağında ama dinçti. Elinde olta kamışı, küçük bir torba, diğer elinde daha büyük ve naylon bir torba vardı. Yaklaştı. Selam verdi. Buyur ettik. Oturdu.

-“Nerelerden Emmi böyle, balıktan mı?”.

-“Biraz erken çıktım, eh işte yiyecek kadar da yakaladım.” Dedi. “Haydi, bir ateş yakın, pişirelim.”

-“Olur mu emmi, sen bunu ev ihtiyacı için yakaladın. Burada yemeyelim.” İhtiyar ısrar etti. “Dere ne için var sanırsınız, bir daha yakalarız, olmazsa yarın yakalarız, haydi çalı çırpı toplayın..”

Biraz sonra toplanan çalılar, ocak yapılarak yakılmış, dere suyu ile balıklar temizlenmiş ve ocağa atılmıştı balıklar. İhtiyar derin bakışlarla süzüyordu beni. Arada sırada da, halinden, ahvalinden cümleler ediyordu. Sorularına:

-“Kırları seviyorum, yürümeyi, koşmayı seviyorum. Dağlarda, tepelerde özellikle tek başına derin düşüncelere dalmayı seviyorum”. Dedim.

-“Bulabiliyor musun bari”?

-“Nerde… Nerde Emmi.”

-“Sular, dereler tehlikeli ortamlardır evlat, memleketinden kilometrelerce uzaktasın şimdi. Bilemediğin mecralar buralar..”

Pişen balıklardan birer aldık. Derenin, havanın, rüzgârın, serinliğin, köyün, tabiatın tüm lezzetleri aynı anda damaklarımızdan ruhumuza zerk ediliyordu. İlahi ortamda ilahi bilgi şırıngalaması başlamıştı. Uzaklardan köpek havlaması işitildi, köylülerden birisi “korkmayın, köyün köpeği, bir şey yapmaz” dedi. İhtiyar şunları söyledi bir anda tane, tane:

-“Hakikat Bağı’nın kapısı sen isteyince açılır. İstemek aramakla mümkündür. Aramak yola çıkmakla mümkündür. Yola çıkmak, niyetle mümkündür. Niyet, abdestle mümkündür. Abdest, su ile mümkündür. Su, kaynakla mümkündür. Kaynak…”. Burada sessizliğe büründü ihtiyar. Çok derin ama çok derin bir nefes aldı. “Kaynak Sensin…” dedi.

İsteyeceksin ve arayacaksın. Aramak içinde yola çıkacaksın. Bilinmez yollara. Zor yollara. Kılavuz olmadan çıkılamaz yollara. Bir bilen olacak danışacağın, senin elinden tutacak ve tehlikelere bulaştırmadan menzile ulaştıracak.
-“Evlat,” dedi ihtiyar. “bilmediğin suya girme, bulanık sularda balık avına çıkma, bilemediğin coğrafyalarda mutlaka yanında bir kılavuzun olsun”.

Hem balık hakkımı yemiştim, hem de hakkıma düşen bilgiyi almıştım.

Bir müddet daha sohbetten sonra, akşama yakın, yolumuzun ırak olduğunu söyleyerek izin istedim. Teşekkür ettim hizmetlerine, memnuniyetimi bildirdim.

Arabaya bindim. Yolda radyoyu açtım. Pir Sultan Abdal’dan bir deyiş okunuyordu.

Ne kadar bilirsen hey dost bilene danış
Danışan dağları aşar mı aşar
Danışmadan yola düşse bir kişi
Yorulup yollarda şaşar mı şaşar
                                         …
Altında bir tuğla olur mu kabul
Konuş şehirli ile olasın ehil
Konuşma cahil ile olursun cahil
Kişi itibardan düşer mi düşer
                                       …
Uzak ol cahilden hey dost kâmile yakın
Sözümde mana yok darılma sakın
Hapsın karıncaysa merdane dakın
Ummadığın daş başa düşer mi düşer
                                        …
Abdal Pir Sultanım bu böylem olur
Herkes ettiğini elbette bulur
Alıcı kuşların ömrü az olur
Akbaba zararsız yaşar mı yaşar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...