29 Eylül 2010 Çarşamba

Yemen Türküsü’nden

İş yerine varmak için servis kiralamışlar. Sabah akşam aynı minibüsle şehir içi seyahat yapıyoruz. Yirmi kadar kişi, işten sonra ve sabah dolduruyoruz arabayı, başlıyorlar konuşmaya. Ne konuşurlar, ne anlatırlar, nerden bulurlar lafları… durmak bilmezler, habire konuşuyorlar. İşleri ile mi ilgili yoo, yaşamlarıyla mı ilgili yoo, eşleri ile mi iligili yoo… her şey var hiç bir şey yok konularında. Aman neyse, bana ne. Epi-topu sekiz kilometrelik yol, dik gözünü dışarıda bir yere, ver aklını oralarda bir yere, al sana sekiz kilometre.

Bu sabah durağa gecikerek geldim. Zar-zor yakaladım minibüsü. Bindim. Bir boşluğa oturdum. Arkadaşlar sohbeti kurmuşlar, aynı terane… radyo çalıyor. Reklamlardan sonra korodan Türküler başladı, trafik sıkışık, okullar da açıldığından pek bir kalabalık her taraf, kaldırımlarda telaşlı yürüyenler, işe, okula yetişmeye çalışanlar… yeni bir türkü başladı korodan, “Havada bulut yok bu ne dumandır”… başımı cama yasladım. Gözlerim dışarıda, uzaklara alabildiğince uzaklara bakıyorum. Arkadaşlar konuşuyorlar. Koro, o kadar iştahlı, o kadar dokunaklı okuyor ki… Yemen’e kadar uzanıyorum. “Giden gelmiyor acep nedendir” Türkü’nün tılsımı, hüznü zirveye taşırken… radyonun sesi kesildi. Toparlayamadım bir anda. Neler oluyor. bir başka radyo kanalı devreye girdi, reklamları veriyor, “bizim dükkanda mallar daha ucuz” gibi bir cümle.. Allah Allah, neler oluyor demeden, arka sırada oturanlardan bir ses “dinliyorduk şoför bey”….., yanda oturan bir kişi de “bunu Yemen şehitlerine hakaret telakki ederim…..”, “açar mısınız o kanalı”. Sözlerin kimden geldiğini anlamak isteyen şoför, dikiz aynasından arka koltukları taradı bir bir. Tekrar aynı kanalın düğmesine bastı. “Kışlanın önünde redif sesi var/açın çantasında acep nesi var/Bir çift kundurası bir de fesi var/Ah o Yemen’dir gülü çemendir/Giden gelmiyor acep nedendir”… arkadaşlar konuşuyorlar sabahın erinde, ne konuşurlar, nerden bulurlar lafları bilinmez. Demek üç kişi Yemen’i dinliyormuş. Diğerleri mavra yapıyorlar.

Yemen savunması bir destan. Yüz binden fazla şehit. En acıklı tarafı da, sıkıntılı cepheye yardım yollarının kapalı olması. Zaten, çok cepheli savaşlarda mağdur cephelerin olması kaçılınılmazdır. Gücü bitmek üzere olan Osmanlı’nın son çırpınışları. Mondoros, yenilginin tescili.

“Ağamı yolladılar Yemen eline/Çifte tabancalar takmış beline/Ayrılmak olur mu taze geline/Tez gel ağam tez gel dayanamirem…” devam ettim kendi kendime.

Şerif Hüseyin, İngilizlere yanaştı, Casus Lawrence, üzerinde ince ince çalışmasıyla da Arap’ları bir bayrak altında toplamayı ve kendisinin Arap Kralı, hatta Arap İmparatoru olacağı propagandasına Şerif'i inandırmıştı.

Türküler, memleketin her yanında türküler yakılıyor, dilden dile aktarılıyordu. Birden fazla cephede savaşan milletten Yemen’e gönderilenlerin geri gelmeyişleri bile, “acep nedendir” sualleri ile bir birlerine soruluyordu. biliyorlardı. Seslendiremiyorlardı. Yakıştıramıyorlardı. Umutlu idiler.

“Mızıka çalındı düğün mü sandın/al yeşil bayrağı gelin mi sandın/Yemen’e gideni gelir mi sandın”

Minibüstekiler sohbetlerini tamamlamışlar. İniş durağına gelmiştik. Kapı açılır açılmaz, attım kendimi dışarı. Ağaçların altında bir yere oturdum. Sabahın serinliğinde bir cigara yaktım. Yemen’i içime çektim. Gözlerim yaşlandı.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Hayal dünyasında oyalanmalar!

1.Cümle; “İnsan-ı kâmillerin, ermişlerin, bilge insanların, mütevazi şahsiyetlerin dölyatağı, yatağı, kaynağı olan bu güzîde ve güzelim şehir,”

2.Cümle; “Düşündükçe hafakanlar basıyor zihnimi: Nasıl olur da, dünyanın en güzel şehirlerini inşa etmiş bir medeniyetin çocukları, Balkanların sınır boylarından Macaristan'ın, İtalya'nın içlerine, Suriye'den taa Yemen'e kadar bugün hâlâ yaşayan, yaşatılan -San Rameo, Saraybosna, Üsküp, Cenova, Şam ve San'a gibi- bütün şehirlere can vermiş, ruh üflemiş İstanbul gibi dünyanın incisi bir şehri bu kadar katledebilirler, aklım, havsalam almıyor gerçekten!”

3. Cümle; “İnsana baktığınızda şehri, şehre baktığınızda da insanı görürsünüz. Bugün katledilmiş, mahvedilmiş İstanbul'a baktığınız zaman, ne görüyorsunuz, nasıl bir insan görüyorsunuz; düşünmekte fayda var, derim.”

Yusuf Kaplan 24.09.2010 tarihli Yeni Şafak Gazetesindeki köşesinde yazıyor bu cümleleri, “Şehir olarak insan” başlıklı makalesinde.

*****

Kafası karışık, zihni bulanık yazarın. Hem yorgun, hem bitkin. Özgürlüğü tanımıyor. Bildiği hürriyet, yaşadığı ilim ortamı, bulunduğu bilgi seviyesi tamamıyla esaretin acılı halini tattırıyor. Unutulası kabullerinin esiri. Bilemediği alemlerin, yanlış bilgililerinin, bir nevi kölesi durumu. Yanlış yorum, hatalı tefsir, eksik şerhlerle anlatılan, tarihi veri ve kişiliklerin, üzerindeki olumsuz etkisini atamayan, kendisini de sorumlu tutmaya çalışan, namuslu, içten, cesur yazar. Cesareti, seçerek kullandığı kelimelerde gizli. Kelimeler, mananın taşıyıcısı. Eskimiş, yorulmuş. Bir (tenhada)! dinlenmesi, enerji yüklenmesi gereken, (tatilin)! ise gerektiğini anlamazlıktan gelen bir ince, yumuşak deha. Kimsenin umursamadığı konuları dert edinip, çareler bulmaya çalışan bunalmış bir insan.

Izıdıraplı, hüzünlü kalplerde yeşerir, ne yeşerecekse. Hüznü bulmuş yazar, kalbe ızdırap yerleşmiş. Vücut, beyin, kalp… harap olmuş. Şimdi bir usta kazmacı bu harabeyi kazmalı ve cevheri çıkartmalı ortaya. Birinci cümlede anlatıyor. insan-ı kamilleri, erenleri… ‘kazma’cı onlar. Yazar da tanıyor ‘O’nları, veya tanıdığını sanıyor, fakat nasıl oluyor da işe girişemiyorlar, marşa basmıyorlar? yoksa, yazarın tanıdıkları anlatmak istedikleri değil mi?

Zamanı gelmeden gül açmaz, bülbül ötmez derler.

“İlmin Şehri” kelamını yerleştirmiş yazının bir yerine. Sonra da alıntıladığımız üçüncü cümlede; “insana baktığınızda şehri, şehre baktığınızda da insanı görürsünüz” diyor. Ne güzel cümle. Hayattaki tek arzuları, güzel cümleler kurmak. Güzel cümle kurunca her şey tamam, öyle mi? azınlığa hiçbir şey ifade etmeyen, çoğunluğun hoşuna gidebilecek güzel cümleler. “İlmin Şehri” ile, kendi cümlesindeki “şehir” aynı kelime. Fakat aynı Kelime değil. Birincideki “Şehir” İnsan-ı Kamil’in tarifidir. İkinci cümlede şehir, yaşanılası medeniyetin vücudu. Mecazlar denizinden alınan her damla suyun tadı her ağıza göre değişir. Duyan her kulağa göre değişir. Evrensel olma durumudur bu.

Esaretten kurtulmanın yolu yeniden esarettir. Öyleyse Sayın Kaplan’a “İlmin Şehri” ni bulmasını ve kul olmasını tavsiye etmek en iyisidir. Böylece “özgürlüğü”de yaşayacaktır.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Muhafazakârlık Israrı Niye?

Özcan Yeniçeri, Yeniçağ Gazetesindeki 20 Eylül 2010 tarihli yazısına, “Mhp: Milliyetçi, demokrat ve Muhafazakârdır” başlığını vermiş, yazının içeriğinde fikirlerini yeterince serdetmiş ve sonucunda da muhafazakârlık konusunu vurgulayarak bitirmiştir.

Bu muhafazakârlık hamuru çok su kaldırır. Şimdi iktidarda esasları varken, sizin muhafazakârlıktan beklentiniz ne olabilir? yazının içeriğinden anlaşılıyor, MHP İslam dinin ve devlet ve milletle kaynaştığı bir fikir yapısına sahip miş. Şimdi efendim. İslam ve Muhafazakârlık nasıl bir araya geliyor? Kişi Müslüman olduktan sonra muhafazakârlık sona erer. Muhafazakârlık devam ediyorsa eğer, İslam’lığı şüpheli duruma düşer. Medeniyet –Medine ile- İslam’ın ilk kalesi olmuştur. Medeniyetin bulunduğu yerde muhafazakârlık olamaz. Durağanlık olamaz. İlim, Müslüman’ın yitiği ise bulduğu yerde alacaktır. İlmi aldığı andan itibaren ilerlemecilik, gelişimcilik, ilericilik, devrimcilik… başlamıştır. Tefekkür başlamıştır. Tefekkürün bulunduğu yerde muhafazakârlıktan bahsedilemez. İki günü denk olanların zararda olduğu iklimlerde muhafazakârlıktan konuşulamaz. Komşusu aç iken tok yatanların lanetlendiği medeniyet ufkunda muhafazakârlıktan eser bulunmaz, tok olanların daha çok çalışması temeldir.

AKP hazır muhafazakarken bırakın onlara muhafazakarlığı, siz kendinize İnançlarınıza, Dininize, Milletinize uygun gelişmeci, ilerici, radikal değişim sürecinin biteviye işlediği bir düzlem bulunuz. ‘Muhafazakârlık’la bir yere gidilemez. Esasen, tarihte olduğu gibi, bugün de, çatışmalar muhafazakârlarla – aydınlanmacılar, ilericiler arasında olmaktadır. Biz ikinci yolu seçmeliyiz. Bu yol ki, hüzün doludur, ızdıraplıdır, uykusuz geceler demektir, uzun yol yürüyüşleri demektir, her an “yeni”nin peşine düşmek, her anın “Şan”ından “lütuf”lanmak demektir. Lütfu ilahi’den nasiplenmek için, her an uyanık olmak demektir. Muhafazakârlıkta yoktur bunlar. Kalmışlardır bir yerlerde. Siz kalmayın, vazgeçin muhafazakâr olmaktan, aydınlığı, ileriyi seçin. Geçmişe takılıp kalmakla, koca bir imparatorluğun erimesine sebep olan kaba taassubun peşinde olmanın bir anlamı yoktur. Eldeki ile yetinmek, geri kalmaktır.

Tarihini bilip, tarihinden dersler çıkarmak ve buna göre ileriye yönelik projeksiyonlar hazırlamak başka bir şeydir. Tarihine, geçmişine, vatanına, ailesine, komşusuna sahip çıkmak, korumacı olmak, Türk insanının doğasında olan ailenin korunması, konu-komşunun yardımına koşulması ve bu özelliklerinin korunarak daha da ileriye götürülmesi muhafazakârlık değil, bilakis ilericiliğin milli göstergesidir. Geçmişimiz ve tarihimizde ailenin bir arada dayanışma içerisinde yaşaması, bu gün bir millet olarak ayakta dimdik kalmamızı sağlamıştır. Bu hususiyetten asla vazgeçilemez, bilakis desteklenmelidir. Çocuklarımıza, “milli” eğitim küçüklüklerinden itibaren seçkinci davranılarak, bulunacak ders ve hocalar vasıtasıyla verilebilir. Çocuklarımızı esarete itmeden, geleceklerini ve beynini ipotek altına almadan (olmak kaydıyla), bunun bir sakıncası yoktur. Tam da ilerlemeciliğin gerektirdiği bir özelliktir ki, milletimizde bu vardır zaten. Sevinçleri ve hüzünleri benzer yaşayan, zevkleri aynileşmiş toplumlarda huzur daimidir. Farklılıklar bu noktada güzelliklerdir. Güzelliği de birlikte yaşayarak başarabiliriz. Ama, asla muhafazakâr olarak değil.

1. Değişim ve gelişmeye TÜRK kadar meyyal bir millet daha yoktur. Yüzyıllar boyu imparatorluk yönetimi ile giden bu millet çok kısa bir sürede, üstelik yıkıcı – bitirici savaşların sonrasında, çok kısa bir sürede Cumhuriyetini kurmuş ve sımsıkı sarılmıştır. Ufak tefek cılız aleyhte sesler çıkmışsa da bunun önemi yoktur. Cumhuriyetin kuruluşu ve öncesinde yapılan radikal devrimlerin milletçe kabul edilmesi, büyük çoğunlukla sahiplenilmesi, dikkate alınırsa bu değişimi gösteren ve uyum sağlayan millette muhafazakârlıktan nasıl bahsedilebilir?

2. Bu gün dünyanın her yanında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Özellikle 1960 yılından itibaren hızlı bir göç ‘programı’ başlamış ve halen devam etmektedir. Bütün kıtalara yayılmış Türkler gittikleri ülkelerde adam gibi yaşamışlar ve onların kültürleri ile kendi kültürlerini kaynaştırarak, önemli mevki ve makamları işgal eder olmuşlardır. Ayrıca, on binlerce işyeri açarak, yanlarında yüz binlerce kişi çalıştırmaya başlamışlardır. Genlerinde göç -hicret- olgusu bulunan bu millette muhafazakârlık bulamazsınız. Yola çıkan kişi ne ile karşılaşacağını bilemez, bu nedenle ön yargılarını bir kenara bırakmak zorundadır.

3. Hocalarına, ilim adamlarına, düşünürlerine, aksakallılarına, büyüklerine Türk kadar saygılı, onların sözünden çıkmamaya çalışan bir millet daha yoktur. Saydığımız sıfatlardaki akil insanlara yönünü çeviren bu millette muhafazakârlık olsa olsa sözdedir. Bu saydığımız büyük insanlarda tutuculuk zaten olamaz.

Milletinin özünde bulunmayan uyduruk “muhafazakârlığa”, milliyetçi olduğunu bildiğimiz bir parti niye sahip çıkar ki?

TÜRK, kışlık yiyeceği için domates, salatalık, biberleri muhafaza eder, ancak “turşu” yaparak.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Bülent Bey, ‘Dönmeyenler’den miş!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, siyaset meydanlarında oy avcılığı yaparken "Mevlevi, ’bizim zikrimiz çok güzel, Allah deriz döneriz, döneriz Allah deriz’ demiş. Nakşi de ’Çok güzel de biz böyle yapmayız. Biz bir defa Allah deriz, bir defa dönmeyiz’ demiş. İkisi de aslında Allah’a zikrediyor da biri dönmeden zikrediyor biri dönüp zikrediyor. Çok şükür biz de dönmeyenlerdeniz. Bir defa bu yola çıktık, çok şükür başımız hiç öne eğilmedi. Ne zulümler, ne haksızlıklar gördük. Postmodern darbeler, muhtıralar, 28 Şubatlar çıktı, eğilmedik" (Radikal, 7 Eylül 2010)

Cehaletini, cesurca anlatıyor. Özellikle siyasiler bilmedikleri konularda konuşmayı, bilmedikleri, bilemedikleri anlamadıkları konularda ahkam kesmeyi, halk kitlelerine, onların hoşuna gitsin, oylarını versinler diye nasıl da anlatıyorlar. Bilmiyorsun. Bari sus. Ya da, siyaset konuş, anayasa konuş, devlet yönetimini konuş, mesleğin olan hukuk konuş… hayır illa ki, manevi manalar yüklü bir konuyu taşıyacak meydana, oy avlayacak. Halkın-kitlelerin bilgisizliğinden, masumiyetinden istifade ile. “çok şükür bizde dönmeyenlerdeniz. Bir defa bu yola çıktık, çok şükür başımız öne eğilmedi. Ne zulümler, ne haksızlıklar gördük. Postmodern darbeler, muhtıralar, 28 Şubatlar çıktı, eğilmedik.” İyi yapmışsınız sayın Arınç, eğilmemekle, iyi yapmışsınız. Aferin size. Peki ama, bir önceki anlattığınız hikaye ile ne ilgisi var bu cümlenin? Mevlevi’yi Nakşi’yi bir hikayede anlatıyorsun. Arkasına siyaseti bağlıyorsun. Olacak iş mi bu? Seni dinleyenler, halk nasıl anlayacak? Hiç düşünüyor musunuz? Halk, senin anlattığının içinde sadece Mevlevi ve Nakşi kelimelerini, çok şükür kelimesini anlar. O kadar. Bu kelimeler de size oy kazandırır değil mi? biliyorsunuz canım. Bilmediğiniz bir şey var sadece. O da anlattığınız hikayenin ne anlama kullanıldığı erbabınca.

“Dönmeyenlerdeniz” demekle ne anlatıyor Arınç Bey acaba?

Hazineden bir bölüm, yerlere saçılabilir mi? cebindeki parayı etrafa atabilir misin? Çocukların eline altın verebilir misin? oynasın diye. Yarın birisi çocuğun elindekini değersiz bir şeker karşılında alır değil mi? hazineyi ortaya saçma. Bilmiyorsun sus. Hatta bilmediğini de bilmiyorsun. Dücane Cündioğlu’nun deyişiyle “bilmediğini bilmeyene ne öğretebilirsin?. Hiç.” Siyaset meydanlarında siyaset, ekonomi, hukuk anlatılır. Sosyolojik veriler tartışılır. Maneviyat değil.

Konu açılmışken, Bülen Arınç beye dönmesini tavsiye edebiliriz. “Dön” ki, belki “Halk”a hizmet etme fırsatı düşer.

14 Eylül 2010 Salı

“Türkiye Toplumu” mu?

Özcan Yeniçeri, Yeni Çağ Gazetesi’nde yayınlanan 24.08.2010 tarihli “Hesap vermenin de sırası vardır” başlıklı yazısına “Türkiye toplumu” tanımlaması ile başlıyordu. Sevdiğimiz, saydığımız, düşüncelerine değer verdiğimiz sayın Profesör bize anlatmalıdır, “Türkiye Toplumu” hitabını nereden aldığını. Bizim bildiğimiz, Türk Toplumu vardır. Türk Halkı vardır. Türk Milleti vardır. “Türkiye toplumu” olamaz. “X loca toplumu” olabilir, “Y köyü toplumu” olabilir, “Şu mahallede yaşayan Z toplumu” olabilir, “bu camiinin S toplumu” olabilir… Mehmet Metiner “Türkiye Toplumu” derken, “Türk Milleti”ni unutturmak, amaçlarından olan “Kürt Devleti” hedefine varmak adına, “Türkiye Toplumu” uydurmacasını geliştirmişti. Burada amaç, Türkiye de, Kürtler’in de yaşadığını vurgulamaktı. Bir zamanlar bolca propagandasını yaptıkları, ‘Türkiyeli’ aldatmacası gibi. Demek ki başarılı olmuş. Ülkücü, milliyetçi olduğunu bildiğimiz Özcan Yeniçeri’ye bile bu lafı söyletmişler. Pes demekten başka çaremiz yok. Hani, Ahmet Altan “Türk Devleti yenildi” demişti ya, işte şimdi inandım bu lafa. Devlet yenilmesi nasıl olur?. Güya devleti savunan, Özcan yeniçeri bile onların laflarını söylemeye başladı. ‘Türkiye Toplumu’ymuş? Peh. Peh..
Türk Milleti'ni unut, Türkiye Toplumu de. olacak iş mi?

7 Eylül 2010 Salı

‘Bayram’laşma

Bayramlar olur memleketimde

Bayram yüzlü insanlar

Bayramlaşır

Bayramları kutlulanır

Bayramlaşanlar kutlaşanlar

Bayram gelir

Bayraklaşır

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...