28 Temmuz 2010 Çarşamba

Fişekteki Saçma

Bırakın, sular istediği yönde özgürce aksın

Bana kalırsa, sende en az kendin kadar Hak’sın.

Sürüp giden savaşlar dursa da bir gün

Anlaşmalar ‘savaş üstüne’ ise eğer

Evrilen düşmanlıklar

Elbette patlayacaktır bir gün.

Gülücükler dolsun kıvrılan dudaklarına

Tebessüm kaplasın tüm yüzünü

Hem de, güzellerin duasıyla

Kalbine yayılsın sevinç.

Sanma ki, sen bulunmaz hint kumaşı

Beş paraya satılır

Her yanda, hanidir bir karışı

Unutmaktır verilen insana bin bir zahmet sonunda

Siyahtan renkler vardır sevginin sevilenin yanında

Uçmakmış çabucak varmanın yolu doğrusu

Zaman sonlanınca ancak bulunur yolun doğrusu

Bitmekmiş aşka en yakın yol

Yanmakmış kendiye akil ol

Bulunmaz akıl ile danışmadan menzil

Kime danıştığını bilmeyen olur rezil

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Referanduma Giderken

Çetin siyasi salvolara hazırlanalım. Yine, seçim yolu eğrisinin başındayız, yavaş yavaş siyasiler sert sözlere giriş yapmaktalar. Siyasi manevralar, söylemler, kimi zaman kırıcı mücadeleler başlayacak. Halk, dinleyebildiği kadar, anlayabildiği kadar bu kavgaya iştirak edecek. Ülke ikiye bölündü. ‘Evet’ çiler, ‘Hayır’cılar. Biz niye böyleyiz. Ak-kara, iyi-kötü, ıslak-kuru, dinci-laikci, demokrat-darbeci.. neden ayrılıveririz, kamplaşıveririz? başka ülkelerde durum böyle olamaz, bilmiyorum. Halkımız siyasetin tam içinde. Her türlü siyasi tartışmada mutlaka bir fikir ileri sürecek durumdadır. İşsiz halk yığınlarının, kahvehane sohbetlerinin ötesinde, kavgaya varan siyasi mugalebeler.

Anayasa’mızın oylaması yapılırken, en iyi arkadaşım Şener o günlerde Çankırı’da görevli olduğunu, oylama günü Ankara’ya gelemediğini ve oy kullanmadığını anlatmıştı. Oy vermenin bir vatandaşlık görevi olduğu, demokratik hakkın kullanılması gerektiği konularında bir nutuk irad etmiştim. Çankırı’da yapılan mitingleri takip ettiğini, halkın onaylama yönünde oy kullanacağına inandığını, gazetelerin verdiği haberlere göre de sonucun ‘evet’ çıkacağının tahmin edilmesi nedeniyle de oylamaya gitmeye pek gönüllü olmadığını anlattığında da, köpürmüştüm. Sonraki yıllarda Anayasa ile ilgili bir eleştiri getirdiğinde “söz söylemeye hakkın yok” diyerek susturduğumu hatırlıyorum. Zavallı arkadaşım “Haklısın” diyerek, o gün yaptığı hatadan dolayı kendini affedemiyordu. Hasta yatağında yatıyorken, “ne ettim de gelmedim” diye hayıflandığını iyi bilirim.

Birbirlerine ‘vatan haini’ yakıştırması yapıyorlar. Bu çok ağır itham hikayenin içindeki karakterlerin düşünme ve iş yapma özelliklerini kaybettiriyor. Vatan haini! Hıımm.. o halde, onunla konuşmayayım, o halde onunla arkadaşlık yapmamalıyım, o halde onunla alışverişe paydos… nereye kadar gider bu düşünceler? İki tercih konulmuş önüne. ‘evet’ ve ‘hayır’. Okudukların, dinlediklerin ve izlediklerinin sonunda anlayabildiğin kadarıyla, hangisine basacaksan mührünü bas. O kadar. Buradan ‘hain’ çıkmaz. Siyasilerin yalan-yanlış propagandalarına aldırış etme. Siyasi karakterler, hep vatan için, millet için, sevdaları için hareket ederler, öyle mi? sanmam. Peki, ‘parti menfaati’ ne oluyor? imkansız “zenginleşmeler” nasıl oluyor? sıradan bir öğrenci iken, mezun olur olmaz, yüksek paralı- mevkili “işler” nasıl oluyor? kullanılan oyların sonunda ‘hain’ çıkmaz, oralarda arama. Hainin kaynağı başka “göze”lerdedir.

Nihayet, hiç bitmeyecek sandığımız hastalığından ve sonraki nekahet döneminin ardından Şener ayağa kalktı. Uzun olmayan, yorucu olmayan, sıkıcı olmayan seyahatlere çıkıyoruz. Ormana, göle doğru kısa yürüyüşler yapıyoruz. Ağaçları, çiçekleri, böcekleri görmeye anlamaya çalışıyoruz. Telaşlı karıncalarla, uzun dilleri ile karınca yakalayan kurbağaları izliyoruz. Durmadan yiyecek arayan ve bulduğunda da hemencecik yutan güvercinlerin, kıvrak danslarını seyrediyoruz. Kır bahçesinde yapılan taze demlenmiş çayımızı yudumlarken, radyodan ‘inleyen nağmeleri’ duymaya, anlamlarını çözmeye zorluyoruz. Bu çabaların hiç bir yerinde ‘referandum’ yok. ‘Hain’ yok. Garson çaylarımızı tazelerken Ziya Paşa’dan bir beyit okudu Şener;

“Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat/Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”

“Kimsenin evindeki pislikleri görmek bizim işimiz değil, fakat Ziya Paşalar o pislikleri görmeseler, anlatmasalar altınla – tenekeyi nasıl ayırt edeceğiz”? Doğru. Diyebildim sadece. Birilerinin yanlışları söylemesi, halka anlatması lazımdır. “Aydınların işi bu” dedi Şener. Bizim aydınlarımız. Etliye sütlüye karışmayan, iyide kötüde olmayan, tavşan boku gibi ne akan ne kokan aydınlar. Üniversitelerden bir sorunun çözümü hakkında halkı aydınlatıcı bir şey duydun mu? “hayır ben duymadım”. Koca koca salonlarda kendileri çalar kendileri oynarlar. Sonucu belki bildiri ile yayınlarlar o kadar. “Halka mal olan, halk için, toplum için ne bir teklifleri, ne bir çalışmaları vardır.” Bütün çalışmaları kendilerinin geleceğine planlıdır. Yönetime ters gelecek bir açıklama asla yapamazlar, bir çalışmaya asla giremezler. Çalışmanın sonunda, para kazanma ihtimali, makam-mevki ihtimali yoksa, devletlüler de yoktur…

Gününde, Şener ile birlikte gideceğiz ve oy’umuzu kullanacağız. Elimizden ancak bu geliyor.

23 Temmuz 2010 Cuma

Güzel Arkadaş Kemal’in Hatırasına

Görev gereği memleketin hemen her yanında hizmette bulundum.

1975 yılının Mayıs ayında, bankadan gelen sarı zarflı mektubu babam elime tutuşturduğunda, kalbim çarpıyordu. Acaba kazanabilmiş miydim sınavı. Zarfı açarken zorlandım. Terledim. Babamın “hadi oğul ne duruyorsun aç şu zarfı” demesiyle, içindeki kağıdın yırtılmamasına dikkat ederek, incitmeden açtım. Kağıdı göremiyordum. Ne yazıyordu? Görmüyordum. Kör olmuştum. “okusana oğlum” ,”baba baba, görmüyorum” dediğimi hatırlıyorum. Neyse zar-zor toparladım kendimi, kağıdın üstünde yazılar belirdi. Şubat 1975 tarihinde yapılan Bankamız Müfettiş Yardımcılığı sınavını 8. Sıradan kazanmış bulunuyorsunuz. 28 Mayıs’ta yapılacak mülakata katılımınızı… ohhh. Rahatlamıştım. Her neyse, hazırlanacak kağıtlar, belgeler, adres tasdiki, resimler filan tamamlandı. Mülakat denen sınavı da hallettikten sonra başladık işimize. Müfettiş Yardımcılığı. O gün Ankara’dan bir çıktım ki, çıkış o çıkış. Ancak, bayramlarda birkaç günlüğüne ve kış dönemlerinde bulunabildim Ankara’da, tabi ki, ilave iş verilmedi ise. Tamamen Anadolu’da dolaştım durdum. O şube senin, bu şube benim hesabı.

1985 yılının kış mevsimi çok sert geçmişti Ankara’da. Bahçelievler- Beşevler -Tandoğan arası tamamen buz kaplıydı üç-dört ay. Buzun kalınlığı da 15-20 santimi buluyordu. Eksi 15 civarındaki hava sıcaklığı buyduruyordu. Evlerde odun kömür yetiştirilemiyor, sobalar ısıtma kabiliyetini yitiriyordu. Öyle soğuktu ki, Pazar kurulamıyordu, sebzeler –meyveler donuyordu, fakir fukara bin bir zorlukla idare etmeye çalışıyordu. Halk perişanlık içinde baharın gelmesini bekliyordu.

Oturduğum eve biraz uzakça olan şubede inceleme teftiş işlerimiz vardı. Her sabah belediye otobüsü ile bir noktaya kadar gider, oradan da dolmuşla şubeye ulaşırdım. İyi kötü şu zamanı doldurabilsek, bahara ulaşsak.. diye düşünürken, idareden adıma üzerinde ‘gizli’ yazılı bir zarf geldi. Haydaa. Birlikte çalıştığımız Hüseyin “Öp babanın elini” dedi. Bir kahkaha attı. “aç hele aç” diyerek üsteledi. Şimdi kalk bu kışta kıyamette, otobüse bin, ayrıl Ankara’dan… “ne yapalım işimiz bu”, deyip açtık zarfı. Hatay Samandağ’da tahminen 10-15 günlük bir iş. Hayırlısı dedik. Müfettişin denki hazır olur, çantayı alır çıkarsın yola. Terminalde uğurlayanın olmaz. Yolda, yiyeceklerin önceden belirlidir, liste haricine çıkılmaz, işin bitene kadar hastalanmak yasaktır, yolculuk boyunca yanında etrafında oturanlarla, fazla bir muhabbetin olmaz, yıllar geçtikçe öğrenilir, hep aynı konular, aynı konuşmalar, hemen hemen aynı insanlar, soracağı soruyu bilirsin, senin sorduğun soruya vereceği cevabı bilirsin…

Kalın palto, bot, atkı, eldiven gibi kışlık giyeceklerle vardım Samandağ’a, inanılır gibi değil, günlük güneşlik bir hava, paltoyu geç, ceket bile ağır geliyor. Yazlık eşya yok yanımda, bir iki hafif gömlek uydurduk mağazalardan, onları kullanıyorum. İlçenin eşrafından Hacı Bey ziyaretime geldi. Sağ olsunlar ince insanlar. Hoş beş derken “Ankara’da havaların nasıl olduğunu” sordu. Anlattım. Felaket bir kış geçirdiğini, -15 -20 civarında olduğunu, her tarafın buzla kaplandığını anlattım. Neredeyse oynayacaklardı. Öyle mutlu oldular ki anlatamam. “Hayırdır, niye bu sevinç” dedim. “Maydonoz para edecek” miş, sevinçlerinin sebebi buymuş. Ya hu insanlar orada ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette, nasıl ısınırlar, ne yer içerler, siz tutmuş maydonozu düşünürsünüz. Olacak şey mi?

Dünyanın ince ayarı. Birini dertlere salan, ağlatan, diğerini güldürür. Anlatılmaz, ancak yaşanarak görülür. Bilinmez sadece fark edilir. Fark dünyası. “Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz” (*)

Aslında hikaye tam da burada başlıyor…

(*)Bakara/216

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Oylar Açıklanıyor

Yakında, yine bir raslantı ile 12 Eylül 2010 tarihinde Anayasa üzerinde yapılan (sanırım 26 maddenin )değişikliği referandum da oylanacak. Moda oldu, gazete köşelerine kurulmuş köşe yazarları ‘niçin evet’ vereceğini açıklıyorlar ya, önce darbe anayasasına neden ‘hayır’ dediğini anlatıyorlar. Bu günlerde 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yapılan ve 1982 yılında halk oyuna sunulan anayasaya kim ne oy vermiş açıklamaya başladılar bir bir. Kimi 12 Eylül Anayasasına “hayır” dediğim gibi diye başlıyor yazısına, kimi, “hayır” dediğim anayasaya şimdi evet diyerek, diye başlıyor, kimi, bu anayasaya evet demek 12 Eylül anayasasına hayır demektir, diye başlıyor, kimi, “evet” demek darbe anayasına hayır demektir.. gibi görüşlerini açıklıyorlar. Neredeyse herkes ‘hayır’ demiş, 1982Anayasası’na. Eeeee %92 oyu kim verdi peki. Kimse üstüne almıyor. Siyasal Dinciler hayır demiş, Liberaller hayır demiş, 68’liler hayır demiş, Komünistler hayır demiş, Sivilciler hayır demiş, İkinci Cumhuriyetçiler hayır demiş, Solcular ve Ülkücüler zaten hayır demişti, ee geriye kim kalıyor? Kim verdi bu %92 oyu kim?

2007 seçimlerinde de benzer bir durumla karşılaşmıştık. Her iki kişiden birisinin oyunu alan AKP için, “hayır ben vermedim” demişlerdi. Bir türlü AKP’ye oy verenler çıkıpta şöyle karnını gere gere -ben verdim­- diyemiyorlardı. Çekiniyorlar, korkuyorlar, utanıyorlar…AKP ye verilen oyları kimse üstüne alamıyordu . Bu nasıl iş ti? Yahu nasıl oluyor bu. Nerede şu her şeyi bilenler anlatıversinler de anlayalım.

Bu, Türkiye’nin küçük bir parçasının resmidir. Psikolojisi bozulan vatan evlatlarının ne yapacağını bilemez halidir. Fikirlerdeki değişimlerin yüzlerine vurmuş utanmazlık halidir. Oysa, fikir değişir, değişebilir. Stabil olmayan dünyanın her an değiştiği gibi. Neden utanıyorsunuz? oy vermek özgürlüktür, özgürlüğünüzü doya doya yaşayın ve gerekirse bunu gerine gerine açıklayın.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Müşteri Kim, Satıcı Kim?

Çay içmek istedi. Mutfağa gitti, çaydanlığı su ile doldurdu, ocağı yakıp üstüne koydu.

***

Gazeteyi aldı, sedire oturdu. Bir makale açtı, okumaya koyuldu. Sırtını sert yastığa dayadı, sol kolunu yastık üzerinden uzattı, sağ eliyle tuttuğu gazete parmaklarının arasından kaydı. Geri almak için gücü kuvveti yoktu, öylece kala kaldı.

On-On beş gündür televizyonlarda ve gazetelerde izlediği haberlerde, yorumlarda, makalelerde yardıma muhtaç kişilere yapılan yardımlar hakkında bilgiler, eleştiriler, övgüler, yergiler veriliyordu. Aklı, kafası buna takılmıştı günlerdir. Devlet yetkililerinin farklı farklı mahallerde gazeteciler, kameralar eşliğinde buzdolabı, ev eşyası, kömür, giyecek-yiyecek malzemeleri gibi eşyaları muhtaçlara vermesi, özel şirketlerin, daha önceden yardım yapılacağını duyurmaları üzerine, kamyona doldurdukları eşyaları ihtiyaç sahiplerine! dağıtmaları, ahalinin büyük bir izdihamla kamyona saldırmaları, kalabalığa giremeyenlerin kenarda ağlamaları, insanların biribirlerini ezercesine eşyalara doğru hücum etmeleri, çocukların ezilme tehlikesi geçirmesi, nefes alamayan ihtiyarlar, ağlaşan kadınlar, çocuklar….bağrışan sorumlular, kalabalığı itekleyen görevliler. Bir de fiyat indirimi yapan satıcılar, büyük mağazaların indirim gününde de, geceyi mağaza önünde geçiren, ucuza mal almak hayali ile dükkanın kapısı açıldığında, içeri girebilen şanslıların! koşuşturması, birbirlerin elinden -o malı ben aldım, sen aldın, sen almadın, ben alacağım- kavgasının yapıldığı, denetimsiz Türkiye Manzaraları. Televizyon muhabirlerinin yardım alan kişilerle röportaj yapma isteğine, yardım alıcıların başını çevirmesi, konuşmak istememesi, bazılarının ağlaması, bazılarının sırtını dönerek muhtaç olduğunu söylemesi….

Beş-Altı yaşlarında dedesinin elinden tutup, tepeye doğru köyün üstündeki sarı çam koruluğuna giderlerdi. Bir keresinde babası da vardı yanlarında. Babasının, korudaki ağaçların dikildiği günleri anlattığını hatırladı. Otuz yıldır köye gitmediğine göre şimdi korudaki ağaçlar Elli yaşını geçmiş olmalıydı. Gelişmiş, serpilmiş, büyümüş halini, ne yapıp edip bir daha görmeliydi. Dağdan inip, koruluğu geçen ve köyün bahçelerini suladıktan sonra diğer köye, oradan da başka köylere akan şırıltılı, kıvrak, narin (evet evet adını narin koymuştu derenin) şimdi ne haldedir acaba? bir seferinde dedesi evden çıkarken bir bohça almıştı. Koruluğa varmadan sarı boyalı evin kapısını çalmış, bohçayı kapının önüne bırakmış ve yürümüşlerdi. İçinde ne olduğunu merak etmiş dedesine sormuş ama cevap alamamıştı. Üniversiteyi bitirip, köye el öpmeye gittiğinde, dedesi koruluğa gidemeyecek kadar yaşlanmıştı. Avluda oturup sohbet ederken aklına gelmiş ve dedesine sormuştu. “O bohçada ne vardı dede”. “içinde ne olduğu önemli değil evlat, önemli olan alan kişinin kim tarafından verildiğini bilmemesidir.” “Sadakanın müşterisi Allah’tır” (1) “Allah’a karşı gösteriş mi yapmalıydık?”…hey dedem hey… kabrine elleri ile indirmişti. Mekanı cennet olası dedem. Birde, dedenin komşuları Hatice Teyze’nin ayran, çay ikramları. Yoksulluk içindeki bu insanların nerden bulup buluşturdukları belli olmayan cömertlikleri, hele hele Hatice Teyzenin sebzeli bulgur pilavı, doyulması imkansız lezzet, bir daha yapılması imkansız muhteşem eser. Hatice Teyze ayranı, çayı, pilavı ne diye ikram ediyordu bana?

Televizyonda sümüğü akmış ağlayan bir çocuk “anne anne anne” diyordu. Yardım malzemeleri dağıtım programı uygulanıyordu, naklen..!

Öğretmeninden dinlediği hikaye hücum etti beynine, arkadaşı ile birlikte yürürlerken yağmur yağmaya başlar, şemsiyesini açar arkadaşı, o da girer altına hasbelkader. Sonra diner yağmur. Arkadaşı “benim şemsiyem olmasaydı da görseydin” der. Biraz sonra bir daha tekrar eder, bir daha… dayanamaz, önlerine gelen havuza girer bir güzel ıslatır kendini “bundan daha mı beter olurdu ulan” der. “İnsanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı boşa çıkarmayın” (2) Hay Allah’ım şemsiyesi olanlarla niye karşılaştırırsın garip kullarını, hikmetinden sual olunmaz. Dedem, “Allah muhtaç değildir, muhtaç olan, vermeye gücü olandır” derdi. Sadaka, zekat nefis terbiyesidir. Nefis terbiyesi dünyalıktan vazgeçmedir, gide gide dünyadan vazgeçmeye kadar dayanır. ihtiyaç sahibini bulabilirsen, Allah’ı buldun bil. Cömert ol, ikramda kusurun olmasın, misafir-perver ol. Ah dedem ah!

Verecek gücün mü yok? korkma, var. Muhtaca, kardeşine, arkadaşına, komşuna, anana, babana, tüm insanlığa “bir güzel söz söyle”, hem bu “sadakadan sonra gelen gönül kırıcılığından”(3) evladır. Ne kadar da kolaymış bizim hayatımız…

***

Ooo, aklına çay geldi, mutfağa koşturdu, çaydanlığın kapağını kaldırdı. Su ısınmamıştı bile.

--------------------------------------------:

(1) -Tevbe/104, (2) Bakara/264, (3) Bakara/263

16 Temmuz 2010 Cuma

Ayrılık Şarkısı En Hüzünlüsü idi

Ertuğrul Özkök başlattı tartışmayı ilk, 6.07.2010 tarihli yazısıyla. Cumhuriyet gazetesinden Orhan Bursalı “ayrılma kozunu, Türklerin ve Kürtlerin önüne koyalım” diyesiymiş. Bu cümleden cesaretle özkök, “Türk’lerle Kürt’ler birlikte yaşamak zorunda mıdır?” şeklinde soruyor.

Salih Tuna 8 Temmuz’da “Kürtlerden ayrılsak mı yoksa imha etsek mi?” başlığı ile Özkök ile dalga geçer gibiydi. Ancak, Türk’lerle Kürt’ler arasına “sahte para” sokulduğunu, aslında işin temelinin “sahte para” mesabesindeki “ulus devlet” olduğunu, yok sayma, inkar etme, asimile etmenin bunun sonucu olduğunu”…(ne kadar tehlikeli sözler, ispat etme kendi yükümlülüğü)

Şair Yavuz Bülent Bakiler de karıştı bu tartışmaya; “Türk’lerle kürt’ler bir arada yaşasınlar mı, yaşamasınlar mı? bu üstü kapalı bir cümle, bu ifadenin Türkçesi şöyle: Türkiye’yi ikiye bölelim mi, bölmeyelim mi? bu soruya dışarıdan katılanlar,-hatta stratejik ortağımızın da- “kesinlikle ikiye, üçe, dörde bölünsün demekteler, bu devletler Anadoluyu yeniden Anatoliya haline getirmek, Türk’ü de, Kürt’ü de Anatoliyadan söküp atmak için böyle istemektedirler.” Ermenilerin taleplerini, kuzey ıraktaki oluşumu da anlatarak Anadolumuzun doğusunun parça parça edilerek yağmalanacığını, elimizde hiç bir şeyin kalmayacağını… anlatıyordu. (Türkiye/11 temmuz)

Atılgan Bayar, kendilerine uyduruk ‘Beyaz Türkler’ diyen kesimin bu soruyu sorduğunu, “o ‘Çakma Beyaz Türkler’ in (Kürtlerden falan değil; Kürt’ü feda ettiği zaman Türklüğünden kaybedeceğini bilen bu milletten ayrılmak istiyor olabilir ancak” diyerek konuyu farklı bir ortama sürüklemiştir.(Akşam,12 Temmuz) Daha sonraki günde yazdığı yazıda da “Bölünmek istemeyen Türk’tür” diyerek görüşünü perçinlemiştir.

Cumhuriyet Gazetesi “Biz ayrılamayız” (BDP’lilerin ağzından) manşetini atınca E.Özkök; o zaman ben de aynı soruyu tekrarlayayım; -Öyleyse askerimiz, polisimiz neden hala öldürülüyor? Neden hala çöp tenekelerine, otobüs duraklarına, alış veriş merkezlerine bombalar konuyor, sivil insanlar katlediliyor?(Hürriyet/14 Temmuz) Dağdaki “Kimyasal Ali’lere” bunu kim söyleyecek? Hasip Kaplan değil mi? Sırrı Sakık, Ahmet Türk, Leyla Zana, partinin başkanı, yöneticileri...Bana yüklenmek, Hitler, Miloseviç demek yerine, bir zahmet gidip o dağdakilere buradaki havayı anlatsanız.Cumhuriyet Gazetesi’ne söylediklerinizi, aynen dağdakilere de tekrarlasanız. Çok iyi olur. (Haksız mı Özkök?)

Yeniçağ Gazetesi de “milletimizin birliğini koruyup, yüceltelim” başlıklı bir bildiri ile kampanya başlattı. (Yeniçağ/12 Temmuz)

Nihat Genç,” iç savaş” konulu bir makale kaleme alarak; “cahilce densizce şeytanca ‘ayrılık’ konuşanlar” ı düşünmeye davet ederek, “iç savaşlar bitmez, iç savaşlar kanı intikamı nefreti sonsuz kılıp tarafları ebediyen ayrıştırır.”…”Ha gayret ülkemin aydınları, bakalım hangi şehirleri ortadan ayıracaksınız.” Diyerek, ayrılmayı tartışanları uyarmak istemiştir. “Ülkesinin haritasını tartışmak kimsenin haddine değildir, değil aydınlar, Silahlı Kuvvetler’i dahi , Meclis’i dahi ülke haritasını tartışma hakkı yoktur, ülke haritasını sadece ‘muzaffer ordular’ tartışır,bir gün Allah göstermesin sizi topyekün yenip teslim alırlar ve haritanızı getirip masaya koyar kesip biçerler.” (Odatv)

Ergun Babahan “bölünmeyi tartışmak E.Özkök gibi Türklerin hakkı olduğunu fakat, aynı hakkın Kürtlere de tanınmak gerektiğini, mesela ‘Abdullah öcalan’a yönelik kullandıkları Bölücübaşı sıfatından vazgeçmeleri gerekir. Aksi takdirde aynı sıfat kendi isimlerinin önüne gelebilir” diyerek, ayrılmayı tartışmanın yetmeyeceğini söylemiştir. (Star/10 Temmuz)

12 Temmuz’da Cumhuriyet, Hasip Kaplan’ın sözünü manşete taşımıştı “Türkiye'de tartışılmayacak bir şey varsa o da bu ülkenin birliği ve bütünlüğüdür.”
“Benim iki çocuğum var, birini Şırnak'a, birini de Kırklareli'ne mi bırakacak?”
Ertuğrul Özkök, Kaplan’ın bu sözüne “sevgili kardeşim Hasip, Türkiye’nin “birlik ve bütünlüğünü” bu kadar gönülden mi istiyorsun. Yapacağınız iş çok basit. Bir daha ağzınıza “Kürdistan” lafını almayacaksınız. Kuzey Irak için istediğinizi söyleyin, ama Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir “Kürdistan” lafı edilmeyecek. Ülkenin tek ve bölünmez adı Türkiye’dir, tamam mı? diyerek, tartışmanın taraflarından bir basit isteğini dile getirmişti. (13 Temmuz/hürriyet)

Özkök’ün çok farklı fikir ifade edebilme hakkını savunurum. Ama “maymun iştahlı lüks tüketim” fikirlerin dokunulmazlığı yanında, fikir dahi ifade edememiş nicesine dokunmalar arasındaki uçurumun orda ses ederek! Umur Talu’da böyle diyor, özkök eleştirisinde. (Habertürk/14 Temmuz) “O Batı’nın Kürtleri terk ile ayrılmasını” yazabilecek; daha önce “bölücü” dediklerinden kimi Kürt Milletvekili de “birlik ve bütünlük savunacak” işte.

Hikmet Çetinkaya; BDP’li Hasip Kaplan’ın Cumhuriyet’in manşetinde yer alan “Ayrılmak istemiyoruz” açıklaması gündeme oturmuştu.Kimse ayrılmaktan yana değildi...O zaman neydi bu, neredeyse 30 yıla yakın süren kirli savaş?.. Binlerce insanımızı yitirmemiz. Emperyalizmin bir oyunuydu. Bu oyun aslında ABD-İsrail’in ortaklaşa hazırladıkları Büyük Ortadoğu Projesi’ nin bir parçasıydı. (Cumhuriyet/13 Temmuz)

***

Alıntılar epeyce uzadı. Daha da uzatmak mümkün. Adamlar oturmuşlar, Türkiyenin bölünmesini, parçalanmasını konuşuyorlar. Tartışıyorlar. Bölünme konusunun tartışılmasını bir hak, bir vazife olarak algılıyorlar. Dönüp kendilerine bakmadan. Kendi evlerinde yaşayan bireylerin ayrılmasını örneklendirseler, o acıyı kendi evlatları üzerinde deneseler bu konuya hiç mi hiç girmezler. Nasıl olsa ağızları var, ellerinde kalem söyle gitsin lafları. Bedava ya. Oysa en tehlikelisi en pahalısı. Bütün bu söylenen sözler bir gün önlerine konmayacak mı? hele Salih Tuna – Kürtl’eri asimile etmenin ulus devletin bir sonucu olduğunu yazması anlaşılır gibi değil. Hangi Kürt asimile olmuş. Kürtçe’yi unutan kaç tane Kürt sayabilir. Peki Türkçe’yi unutan ve Kürtçe konuşan Türk’leri dikkate alıyor mu acaba? hem de topluca, tüm aşiretin Türkçeyi unuttuğu ve tamamıyla Kürtçe konuştuklarını bilmiyor mu? Biliyor, biliyor da işine gelmiyor.

Ayrılmayla ilgili iki lafda biz edelim bakalım. Harita kalemle çizilmez. Haritanın kalemi kılıçtır. Savaştır. Binlerce, on binlerce, yüz binlerce şehittir. Harita, şehitlerin kanıyla çizilir. Göze alabilirmisiniz?

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Uyanamıyorum

Yine akşam oluyor. Kendi başıma kalabilmek, bir parça kitap okumak, dinlenmek üzere sedire uzanmak, bir ara kalkıp soğuk su içmek, ılıktan daha soğukça bir su ile yıkanmak, ala sulu yeniden uzanmak. Televizyonlarda ne var acaba? haberler, iç açıcı değildir şimdi. Problemler, dertler, şu öldürülenler, şu soygunlar, trafik kazaları, kap-kaçlar, yerlerde sürüklenenler, iç parçalayan pazar manzaraları, sesi yetmeyen ünlü! sanatçıların kulak tırmalayan yeni şarkıları, konusu sonradan bulunan tartışmalar, kimin ne dediğinin önemi olmayan fikirsiz, destursuz konuşmalar, kavgalar, demokrasi lafları, bir anda demokrat olan, bir anda yenilikçilik taslayan siyasiler, kendini bilmez evlilik meraklıları, genç ihtiyar şov düşkünü insancıklar, geçmişlerinde hiç bir kavganın içinde olmayan, bir anda mücahitliği tutunacak dal olarak gören sonradan olma bilgiçler, her gün televizyon televizyon gezen söyleyecekleri, yıllardır söyledikleri olan üniversite kaçkınları, ezber bozucu olduklarını her fırsatta tekrarlayan fakat ezberlerinden çıkamayan ukala dalkavuklar, asla dini siyasete alet etmeyen ama Cuma Namazından çıktıktan sonra namaz kıldığı caminin önünde demeç veren siyasiler, karakolları basılan askerler, ağır silahlarla kilometrelerce burnumuzun dibine sokulan ve askerlerimizi şehit eden teröristler, doğduğu dağlarında kekik toplarken, kendi çocukları tarafından kurşunlanan yoksul insanlar… burası benim memleketim mi? duraksadım. Benim memleketim.

Söğüt’ten doğup dünyanın dört yanında, medeniyeti parlatan, adalet dağıtan, fakiri fukarayı kollayan, komşusu aç iken tok yatmayan, ilmi her fırsatta yükselten, padişahlarının hocalarının arkasından gittiği, Avrupa içlerinde, Afrika’da, Asya’nın hemen tamamında bir işareti ile orduları hareket ettiren, emri verdiği andan itibaren de, sadece “oldu” cevabını bekleyen, hükümran olduğu her vilayette hanlar hamamlar, kervansaraylar inşaa edip, fakirin doyması için imarethaneler kuran, o coğrafyalarda yaşayan kuşlar için yuvalar, vakıflar tesis eden, 500 yıl önce kurduğu köprüleri şu an da bile hala sapa sağlam ayakta duran, kurmuş olduğu devletin kopyasını çıkarıp neleri nasıl nerelerde uyguladığının belletilip, medeni dünyalarca aynısının şimdilerde uygulatıldığı, tarihe altın sayfalar bastıran, bu sayfalardan içinde bulunduğumuz günlerde bizlere gülen, savaş medeniyeti, at medeniyeti, vakıf medeniyeti, asker (ordu) medeniyeti, orta çağı yıkıp yeni yepyeni medeniyetleri vücuda getiren, bu günlerde demokrasi diye adlandırılan bir çok şeyi yüzyıllar boyunca fiilen uygulayan, hasletlerini sadece kendine saklamayan, dünyanın her yerindeki fakir fukara çocukları toplayıp, eğiten, besleyip büyüten, sadaret makamına kadar yükselten, Allah’ın Hakkı Allah’a, Kul’un Hakkı Kul’a anlayışında olan, yaratılmışın tamamının Hak olduğuna inanan… benim memleketim miydi? unuttum. Benim memleketim. "Ama biz uyanık ve tedbirli topluluğuz"(*)

Sonra bu medeniyet İmparatorluğu, araya giren fitne, fesat… yüzünden, zayıfladı. Zayıflayan devletin üzerine çakallar, sırtlanlar, akbabalar üşüştü. Her biri bir parçasını koparttılar acımadan. Can çekişiyordu. Leş yiyiciler hangi parçanın, kime nasıl pay edileceğini tartıştılar. Anlaşmaları hep hastanın öldürülmesi üzerine oluyordu. Hasta, güçten düştükçe kendi organları da ihanet etmeye başladılar. Kanser oldular, verem oldular, sıtma oldular, açılan yaralar kapanmadı bir türlü. Organlar, bir bir vücuttan düştü…”Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırsın” (**)

“Haktan inen şerbeti içtik elhamdülillah/Şol kudret denizini geçtik elhamdülillah”

Kudret denizinden “el almış” ulu bir başbuğ, memleketimin durumunu bir çırpıda gördü. Yapılması gerekenleri planlayıp, vatan toprağının hiç olmazsa bir kısmının -vatan- kalması, milletin burada yaşaması için planlarını uygulamaya koydu. Esas olarak yalnızdı. Yalnızlığı, özellikle tek başlarına geçen uzun gecelerde daha da beliriyordu. Milletine güveniyor, yakın arkadaşlarına da bunu öneriyordu. Memlekette kendiliğinden yapılan, üretilen hiç bir şey yoktu. Öylesi fakirlik, yoksulluk, yalnızlık vardı ki, dünya devletleri hayalperest olarak nitelendiriyordu, bağımsızlık hareketine kalkan yiğitleri. Para yok, araç gereç yok, silah yok, vasıta yok, at-araba yok, yiyecek yok, giyecek yok…. Yok, yok…yok. Lisan-ı hal ile anlattığı her problem mutlak surette çözülüyordu. Çözümler görüldükten sonra da milletin imanı artıyor, bağımsızlığın hayal olmadığı idrakine varılıyordu. “Sabredin sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, hazırlıklı ve uyanık olun”(***) Sabrın en büyük silah olduğunun bilincinde, fakat sabrın “çalışmak” olduğunu, millete anlatarak sonuca ulaşılacaktı. “Uyanık olmak” çalışmayla eş anlamlıydı. Milletçe çalışılacak, elbirliği ile başarılacaktı.

Hayal değilmiş. Başardılar.

Başardılar da, seksen yıl sonra yine bir şeyler oldu. Ufak tefek problemler olmadı değil bu zaman zarfında. Oldu, fakat çözüldü. Halledildi. Ama iyi ama kötü halledildi.

Şimdi birinci paragraftaki insanlarla, dünyaya hükmeden imparatorluğun düştüğü durum aynıdır. Bir çözüm bulunmalı, kalitemiz bu, toprağımız bu. Yeni bir başbuğ, halkın içinden çıkacak;

“Beri gel barışalım, yar isen bilişelim/Atımız eyerlendi Eştik elhamdülillah”

“Kuru iken yaş olduk, ayak iken baş olduk/Kanatlandık kuş olduk, uçtuk elhamdülillah”

Yine, ulu bereketli pınarların besleyici gıdalarından almış, ulu bir başbuğun “uyanış” borusu ile birlikte millet uyanacak ve tarihteki layık olduğu yerini alacaktır.

========================:

(*) Şu’ara/56; (**) Kehf/18; (***) Al-i İmran/200

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Garizzya’ya, Bir Yardım Programı

Dış İşleri Bakanlığı’nda hareketli saatler yaşanıyordu. Bakan Samurya’dan gönderdiği şifreli talimatında, “Samurya’nın bu işin dışında kalacağını” bildiriyor, bu nedenle de gemilerin hareket etmesi talimatını veriyordu. Daha önceden hazırlanan, ikisi Tarzanya’ya ait, dördü diğer dost ülkelerin sahibi olduğu gemilere hareket emri verildi. Gemiler, bir engelle karşılaşmazlarsa üç gün sonra Garizzya’ya varacak ve yardım malzemelerini teslim edeceklerdi. Gemilerde toplam 140 yolcu da, yardımların yerine verilmesini denetleyecekler, özlemini duydukları ata topraklarında iki rekat namaz kılacaklardı. İmrosil Devleti “gemilere müdahale edileceğini” açık bir lisanla bildiriyordu. Tarzanya devlet yöneticileri ise, Garizzya devletinin bağımsız bir devlet olduğunu, İmrosil’in buraya karışamayacağını tekrarlıyorlardı.

Gemiler hareket ediyorken, İzkan ve Masrun limanlarına savaş gemileri her an atağa kalkacak kartal ciddiyetinde yerleştiriliyorlardı. Savaş uçakları ise Kozna kentinin hava limanına konuşlandırılmışlardı. Tasburun limanına su altı komandaları, indirme birlikleri, kara piyadeleri, yerleştirilmişler, ilçede güvenlik üst seviyeye çıkartılmış, Asdana’da bulunan Samurya’ya ait Yemişlik üssüne giriş çıkışlar yasaklanmış, telefon hatları kesilmiş, Tasburun ile İzkan arasındaki hava hattı her türlü uçuşlara kapatılmıştı.

Yardım gemilerinin hareket ettiği ilk gün sessizlikle geçmişti. Dış İşleri Bakanı, stratejik derinliği olan ve bu konuda teori geliştirmiş, ileri görüşlü bir kişi idi. Samurya, Bürkesel, Agmalanya.. gibi devletler arasında mekik dokuyor, gemilerinin herhangi bir tecavüze uğramaması için politikalarını anlatıyordu. “İmrosil’in müdahale edeceğini” ziyaret ettiği devlet adamları hatırlattığında da, “bizim elimiz ceviz mi topluyor” şeklinde cevaplıyordu. uykusuz geçen üç günün sonunda, yardım gemilerinin uluslar arası kara sularda, fakat İmrosil devletinin biraz yakınında olduğu bilgileri geldi.

Gemiler, Uluslar arası Kara Sularında demirlemişler gecenin geçmesini bekliyorlardı. Birden, semalardan, kulakları sağır eden, “pek çok” helikopter gürültüsü duyuldu. Kuvvetli projektörler, sabahın rehavetindeki yardım gemilerini çevirmiş, yukarıdan ağır silahlarla techiz edilmiş askerler iniyorlardı. Gemidekiler şaşırmışlardı. Kimi uyuyor, kimi geminin bir kenarında namaz kılıyor, kimi duasını ediyordu. Gemi bir anda yabancı askerlerle dolmuştu. Askerler, silahlarını gemi yolcularına doğrultmuş, gemiyi teslim almaya çalışıyorlardı. Bu arada, birkaç silah sesi duyulmuş, silah sesinden sonra “ahhhhh…” çığlığı yankılanmıştı. Gemi sakinleri, ne yapacağını bilemez bir halde, ellerine geçen her şeyi askerlerin üstüne fırlatıyorlardı. Gemi, karışmıştı. Yolculardan, şöyle iri yarı olanı, bir askeri tuttuğu gibi denize attı. Bunu gören diğer asker, silahındaki kurşunları üzerine boşalttı. Şu ileride, 19 yaşlarında olduğu anlaşılan çocuk, elindeki sapanı misketle doldurarak rastgele fırlatıyordu, yakınındaki asker, silahını üstüne doğrulttu. Askerin yüzüne baktı, gülüyordu, asker telaşlandı, gözleri büyüdü… ve silahını kustu. Çocuk, yana kaydı. Gün ışıdığında, İmrosil askerleri gemiyi ele geçirmişlerdi, kumandanları emirler yağdırıyordu. “Ölüleri şuraya toplayın” emretti. Sekiz-on asker oraya buraya koşuşturdu. Birkaç dakika sonra toplandılar. “dokuz kişi ölü” dedi. Çavuş. “iyi, iyi” dedi kumandan. Kaptana talimat verdi. “Yeni rotan İmrosil Limanı”. “ açılalım.” Sabah dokuza doğru altı yardım gemisi İmrosil Limanına giriş yaptı. Bu sırada İmrosil devlet başkanı “gemide bulanan teröristlerle İmrosil askerleri arasında çıkan çatışmalarda 9 teröristin öldürüldüğünü, altı adet gemiye el konulduğunu, gemide bulunan 131 kişinin de savaş esiri olarak tutulduğunu ” tüm dünyaya duyurdu.

Tam bu sıra da.

İzkan ve Masrun limanlarında bulanan savaş gemileri rotaları İmrosil olmak üzere harekete geçti. Tasburun limanına konuşlanan usta askerler, helikopterlerle Kasrab’ın kuzeyine indirilmişler, emir bekliyorlardı.

Gemiler, yapabilecekleri son hızla Ardenizi’ni ortaladıklarında, Cumhurbaşkanı’nın telefonu acı acı, uzun uzun çaldı. Aynı anda, Başbakan’ın, Dış işleri Bakanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın, Gizli istihbarattan sorumlu Başkan’ın telefonları da uzun uzun öttü. Hiç birisine cevap verilmiyordu. Kozna Kentine konuşlanan ve geceden beri motorları çalışan F 16’ların havalanması zamanı gelmişti. Bu sırayı çok iyi bilen ve bir zamanlar, Tarzanya Silahlı Kuvvetleri ile birlikte eğitim çalışmaları yapan İmrosil Genel Kurmayı, Samurya’nın bu işi bitirmesini, yoksa Üçüncü Savaşın eşiğinde olduğumuzu, Samurya’ya bildirdi.

***

Tarzanya Başkenti’nin, Samurya Büyük Elçisi Başbakanlık binasına giderek Başbakan'a; “bu oyuna bir son verilmesini”, “cenazelerin derhal verileceğini”, “yardım gemilerinin, kendilerinin teminatında olduğunu”, “İmrosil’in elinde bulunan esirlerin sağ ve salimen teslim edileceğini”, “gemilerde bulunan yardım malzemelerinin Garizza’ya bizatihi Samurya tarafından dağıtılacağını”, “dağıtım işleminden sonra da gemilerin tesliminin yapılacağını”, “bir hata sonucu ölen mensuplarının ailelerine de tazminat ödeneceğini” ve “İmrosil devletinin çok üzgün olduğunu ve özür dilediğini” bildirerek taahhüt etti.

***

Ardenizi’nin ortasındaki savaş gemilerine geri dönüş yaptırıldılar, Kozna kentinin havaalanında motorları çalışan uçaklar istop ettirildiler, Kasrab’a indirilen savaşçılar kışlalarına, evlerine geri döndürüldüler.

Samurya Devleti adına, Samurya Büyük elçisinin verdiği sözler iki gün içinde yerine getirildi.

***

“Kılcın keskin olursa, üstündeki elbiseye bakamazlar.”(Mealen-Yavuz Sultan Selim)

9 Temmuz 2010 Cuma

Kulak Misafiri Olduğum Konuşmalar

I

Orman teşkilatının bakkalı önünde köfte-döner gibi yiyecekler yapılıyor. Orada bir öğlen öğününü geçiriyoruz. Yan masada oturan bir delikanlı yemeğini bitirdikten sonra sigara yakmak istedi. Sigarasını çıkardı, çakmağını aradı bulamadı. Hayıflanarak, “-çakmağı olan var mı acaba?” dedi. Bir sonraki masada yemeğini yemekte olan ihtiyar, “-Buyurun” dedi. “-biraz uğraştırır ama yanar.” Çakmağı alan delikanlı, üç-beş belki yedi defa çaktıktan sonra sigarasını yakabildi. Teşekkür ederek “-çakmağınızı iyi tanıyorsunuz” dedi ihtiyara. Isırdığı lokmasını yutan ihtiyar; “-Evlat, şu çakmağı tanımak için harcadığım zamanı, kendimi tanımak için harcamadım. Yanarım yanarım da ona yanarım.” Dedi. Delikanlı, yanlış bir şey söylemiş gibi özür dileyerek, sanırım hiçbir şey de anlamamış olduğu halde masasına oturdu.

II

İki elimde eşyalar, bir seyahat için metroya gidiyorum, eşyalar ağır olduğundan yavaş bir tempo ile hem de yorulmamak için. Mahallenin iki ihtiyarı ayak üstü konuşuyorlar. “Azizim, 15 milyara bir araba satın aldım, dışarıda, kapının önünde duruyor. 500 liraya bir kadın aldım, her gün sarılıp yatıyorum” Dedi. Duyuverdim.

III

-“Ezan okundu mu?” dedi. Bir an duraksadım. Okundu mu, okunmadı mı? bir fikrim yoktu. Sonra diğer bir kişiye sordu. “-Hey, ezan okundu mu?”. !!

Biz, çaylarımızı içiyorduk. O sırada müezzin başladı okumaya ezanı. Ezan'ı okunma süresince dinledik. Çaylarımızı içiyorken,.. yanımızda oturan kişiye tekrar sordu;.. “-ezan okundu mu?” “-nerdeee…” dedi. ..“-nerde o günler.....”.., “-Sabırsızlıkla bekliyorum. Ezanın okunacağı günleri. Doğrusu okununca ne olacağını da bilmiyorum, yaa..”,… soruyu soranın, maksadı cevap almak değildi harhalde….

Mahallenin delisi olduğunu söyledikleri meczup.. bir başkasına soruyordu, “-heey.., ezan okundu mu?”

IV

Sohbet ediyorlardı. Yanlarında bir küçük, kendi kendine oynuyordu. Birisi;

-“Atatürk’ün öldüğü gün..” dedi. Küçük duymuş olmalı bu sözü ki, hemen lafa karıştı.

-“Atatürk insandı. İnsanlar ölmez. Ona öldü demeyin.” dedi.

V

“Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece/bilmiyorum ne haldayım/Gidiyorum gündüz gece”

Bulunduğumuz durağın hemen yakınında ki büfeden biraz da yüksek seste geliyordu, Aşık Veysel’e ait olduğunu bildiğim bu türkü.. radyodan çalıyordu, bizler de dolmuş bekliyorduk. Bir taksi durdu, şoför; “-nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Duraktakilerden birisi; “-uzun ince bir yoldayız ve gündüz gece gidiyoruz. Götürebilirmisin” dedi. Şoför;”-Tövbe, tövbe, tüm delilerde bana denk gelir” dedi. Ve, bastı gaza gitti.

VI

Sonsuza gider paragraf başlığındaki numaralar.

Halkın içinde, halkla birlikte yaşayan fakat, halka karışmış gizli mi gizli… halk BİLGElerini bulup çıkarmak, herhalde Üniversitelerimizin, profesörlerimizin, kendisini sosylog, ilahiyatçı, edebiyatçı, felsefeci… gibi ünvanlarla anan ve bizlere, böyle olduklarını belleten kişilerin görevi olması gerektir.

Biz fakir, birkaç cümle duyduk ve anlattık. Bundan sonrası özellikle İLAHİYATcılarımıza aittir.

Bu konuda eğer “ilahiyatcılarımız ve veya edebiyat/ ve felsefecilerimiz” bize bilgi verirlerse lütfen emin.mahmut@gmail.com adresine bekleriz efendim.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Turhan’ın Türkü’sü

Onbeş - yirmi metre kare bir oda. İçeride yatak görevini de gören bir kolçaklı kanepe, duvarın bir tarafına iyice sıkıştırılmış 1990 model rengi uçuk bir bilgisayar, koli kartonundan kesilerek şekil verilmiş ve duvardaki çiviye asılmış seccade, diğer duvara montajlanmış kitaplık, alabildiğince eski-yeni kitaplar istif edilmiş, bazı kitaplar kanepenin üzerine bırakılmış, bir iki tanesi de masanın üstüne atılmış adeta, kapı arkasındaki küçük karton kutunun içerisine eski gazeteler sıkıştırılmış, gazetelerin bir kısmının kesildiği anlaşılıyor, ortada küçük bir masa, iki iskemle, etrafta su şişeleri, kap-kacak, bardaklar… pencere Batıya bakıyor. Gün batımında, içerisi mahşeri kızıllık. Tuvalet ve su ihtiyacı dışarıdan karşılanıyor. Bilgisayarında, sayısını bilemem ama mebzul miktarda Türkü yüklü. Hoparlorlerden cızırtılı gelse de ses, ortamın havasına uygun olduğundan müzik dışındaki sesler duyulmuyor.
İşte bu gördüğünüz, Turhan Sarayında üç yıl boyunca Türkü dinledik biz. Sabahtan akşama, geceden sabaha, her gün yirmi dört saat. Üç yıl bu, dile kolay.
Turhan dedim de, üniversite tahsilini takiben başladığı memuriyetini devam ettiremedi. Amirleri ile kavgalı, arkadaşları ile anlaşamaz, daireye gelen iş takipçileri ile başı dertte… olmadı, olamadı. Hadi bee.. deyip, bıraktı memuriyeti. “Bir baş, tek mide değil mi? nasıl olsa doyarız” şeklinde düşünüp, onlara muhtaç olmadığını gösterdi. Bir daha da uğramadı oraya. Artık memur değildi. Günlük iaşesini temin maksadıyla, ufak-tefek işler yaptı. Esnafla kurduğu yakın diyalog sayesinde onların işlerine yaptığı küçük yardımlar karşılığı aldığı üç-beş kuruşla bir süre idare etti. Çok da mutluydu o günlerde. Birkaç saatini işe ayırıyor, geri kalan zamanlar da ise, kiraladığı, dükkandan bozuntu küçük odada kendini okumaya, düşünmeye veriyordu. Uzlet hayatı. Uzlet hayatına geçerken, kapıyı açıp kendini hasretle odaya atıyordu, her gün. Önce, küçük pencereyi ve kapıyı açıp, bir güzel havalandırdıktan sonra, tekrar kapatıp, perdeyi de çekerek kendi ile baş başa kalıyordu. Saatler boyu. Kiraladığı odanın bir güzel yanı da, asla dışarıdan ses duyulmazdı. Kimse onu rahatsız edemezdi.
İki yıl kadar sürdü bu hayat. Sonra, arkadaşlarının da yardımı ile yeniden memuriyete girdi. Neresidir, hangi memuriyettir, sormayın. Doğrusu önemi de yok. 25. Yılı doldurduğu gün emekli oldu. Memuriyet bu kez uğurlu gelmişti. Daha memuriyetinin birinci ayında evlendi. Asaleti tasdik edildiği gün büyük kızı dünyaya geldi. İkinci yılında da ikinci kızı. Dünya güzelleri kızları ve cefakar karısı ile tadına doyulmaz upuzun 23 yıl yaşadılar. Kızlar üniversiteyi bitirdiler, evlendiler, iş güç sahibi oldular. Sevgili karısı ise, 23. Yılın sonunda dünyayı terk etti. Emeklilik ikramiyesi ile kızlarının düğünlerini yaptı. Yetmedi parası, borçlandı. Ödeyemedi. Senet, tahsilat, avukat, haciz… derken elde avuçta ne var ne yok hepsi gitti. Sanki “uzlet hayatı” yeniden başlıyordu.
“Turhan sarayı” dediğimiz odayı, işte bu olaylardan sonra tuttu. Yine kendini kitaplara, Türkülere, düşünmeye verdi. Bu sefer iş yapmasına da gerek yoktu. Tekaüt maaşı borç taksitlerini de ödedikten sonra onu idare ediyordu.
Turhan sarayı bizim için de bir sığınılacak yer, bir kaçış noktası… geceler boyu süren sohbetler, sohbete iştirak eden Türküler.
“Çarşamba’nın ortasında akıyor ırmak/Her yiğidin kârı değil sözünde durmak”. Türküler, dinledikçe manaları yeniden yeniden açılan muhteşem medeniyet tasavvurları… dantel dantel işlenen, ses ve mana yumakları. Koca bir medeniyeti taşıyan kültür köprüsü. İnşası asırlar süren, tarih çemberi. “Her yiğidin kârı değil sözünde durmak” neler neler bulurduk bu dizede. -sözünde durmak- sonunda, “verilen sözün” nerelere vardığını anlatmak o kadar zor ki, “Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?” sorusuna, verilen cevabın, “verilen söz” olduğunda karar kılmıştık. “Evet şahit olduk ki, Rabbimizsin.”(*) Sonra gözlerde yaş, söz verdik mi, sözümüzde durduk mu? heyhat! Bu sözde, sözünde duracak yiğitlerden değilim. Benim kârım değil. Turhan’da katılıyor bu fikre.
“Sular durulur derler/Güzel sorulur derler/Yari gönlünde ara/Arayan bulur derler”. Bu Türkü çalmaya başlayınca, dinleyicilerin hemen tamamında bir coşma, bir oynama havası belirmektedir. Orta Anadolu’nun bozkırından esinlenen, çekirge sıçrayışlı, tarla kuşunun yem yemesi kıvraklığının nakşedildiği müziğinin, ruhlar üzerinde meydana getirdiği rehavetiyle, sözler zamanla dimağa yerleşmektedir. “Yari gönlünde ara” “Arayan bulur”, Hz. Mevlana’nın binlerce beyitlik Mesnevisinde anlattığı “ancak gönülde aranacağı” değil miydi? Yunus’un, Mısrî’nin ve daha nice gönül erlerinin anlattığı, “gönülde bulunacağı” değil miydi? …
İşte, Turhan yine ağlıyordu. Göz yaşlarını silmeye, gizlemeye gerek görmeden “yok, yok” dedi. “kesin olarak söylüyorum ki, Türkülerimiz abdestsiz asla dinlenilmez, çarpılır insan.”
(*)A’raf/172

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Siz, Soyunamamışsınız Kusura Bakmayın Hocam…

Plajlarda, aradığınız kişiyi nasıl tanırsınız?

Denize girmek, güneşlenmek, kumda uzanmak…. yılın belli ve sınırlı günlerinde tatil yapmak için gidilen deniz kıyılarında, denize girmeye has kıyafet olan, mayo.. gibi kıyafetler giyilir. Normal hayat kıyafetlerine göre, kısa ve vücudu çıplak bırakan giysi… herkes aynı şekilde giyindiğinden, aradığınız kişiyi,saçından sakalından, bıyığından yada giydiği mayosunun şekli-şemali ve renginden tanırsınınız. Herkes soyunduğundan hep birbirlerine benzerler. Farklılıklar giysilerimizle ortaya çıkar. Giysilerimiz manasının içinde, alınan eğitimler, alışkanlıklar, inançlar, töreler… de vardır. Diğer insanlardan farklılıklarımız bunlar. Bizi diğerlerinden ayıran farklılıklarımız. Doğuştan sonra üzerimize geçirilen veya gönüllü olarak giyindiğimiz elbiseler…bu elbiselerle kazanılan statüler, varlıklar, makamlar, şan, şöhret…

Gerçek eşitlik, doğuştan sonra kazanılan -her şeyi- bir kenara bıraktıktan sonra yan yana gelen iki kişi arasında olur. Bunun dışında eşitlikten bahsedilemez. Dünyada kazanılan mal-mülk, şan-şöhret, para, mevki ve statülerin bir kenara bırakılmasından söz ediyoruz. Plajlarda, insanlar elbiselerini dışarıda bırakıp öylece girerler denize. Mayo gibi giysileri hariç. Böylece dünyalarına ait farklar, asgariye indirilen, sadece o andaki giysileridir. Bu yüzden plajlarda aradığımız kişilere değil, onların elbiselerine bakarız. Onları elbiseleri ile tanırız.

Ertuğrul ÖZKÖK, “Tükenmez bir Hac risalesi” (*) başlıklı yazısına “Önce soyundum, aynanın karşısına geçip kendime baktım” cümlesi ile başlıyor. Ne güzel. “Aynaya baktım, Dirk Bogarde bana bakıyordu.” “Profesör Aschenbach’ı gördüm. Sakin, güven verici, hayran…” “Hayran olmayı; hayran olunmayı özlediğimi fark ettim.” Ne güzel, ne güzel…

"Sır" vurulan camın önünde durduğunuzda kendinizi görürsünüz, “sırlı” camlarda. ÖZKÖK hoca acaba, sırrı dökülmüş camın önünde mi durdu? yoksa soyunmasında mı bir hata vardı? tam soyunamamış. Yüce Allah peygamberine “ayakkabılarını çıkar” (Tâ-Hâ/12) buyurdu. Dünyaya ait ne varsa at üstünden. Öyle gel. Aynanın karşısına da öylece çıkılır hocam. Hem, Umre seyahatınızda da karşılaşmış olmalısın buna benzer durumlarla. Yoksa, kılavuzlarınız Ahmet Hakan ve Ali Bulaç anlatmadılar mı bu konuyu size? hani soyunup, dikişsiz –gerçi siz bol elbiseyi tercih etmiştiniz- elbise giyilir ya, işte öyle. Önce soyunmak lazım be hocam. Aynada gördüğünüz, sizin görmek istediğiniz miydi acaba? aynada görünen hayal, sizin hayal dünyanızın kahramanımıydı?

Dünyaya ait ne varsa “ancak dünya kadar değerli”, değersiz şeyleri bırakmadan aynadan görünen sizin kahramanınız olamaz. Sizi yoran, sizi üzen, hatıralarınızı allak bullak eden, zihninizi kurcalayan… ilminiz, bilginiz, makamınız, okuduklarınızın size kattıkları, esaretinde yaşadığınız yazdıklarınız, gezilerinde dünyanın öğrendikleriniz.. değil mi, ne kadar kıymetli bizim için. Bütün bunlardan nasıl vaz geçeriz, nasıl bir kenara bırakırız? O halde rahat da, huzur da yoktur bizim için. Gâlip Dede “Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümanındır” derken bize bunları mı anlatıyordu acaba?

ÖZKÖK hoca “Hayran olmayı; hayran olunmayı özlediğimi fark ettim.” Diyor.Bu yazısında en çok sevdiğim cümle. Hayran olmak, tüm statülere karşın. Zaafiyetini anlamak. Zaafiyetini, eksikliğini anlayan kişiler “hayran” olur. Güce tapınma değil bu. İlmin karşısında susma. Mükemmeliğin karşısında duraksama.”Benem ol aşk bahrisi denizler hayran bana/Derya benim katremdir zerreler umman bana” Yunus Emre düştüğü aşk denizinden sesleniyor ki, denizlerin hayranlığı bundandır.

Laf bitti aziz hocam. Öyleyse gelin birlikte söyleyelim, Suphi Ezgi’nin Hicaz eserini “Baktıkca hüsn-ü anına hayran olur aşıkların”…

(*)04 Temmuz 2010/Hürriyet


3 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir Hayal Ülkesinden Replikler

Hayal ülkesi nüfusu kalabalıktır. İşler, üst yöneticinin istediği şekilde, onun söylediklerini yapacak memurlar tarafından yürütülmektedir. Bu memurlar da genellikle, hısım akraba, yeğen, kayın, damat, gelin, kayınbaba, kuzenlerden oluşmaktadır. İşte birisini bulduk, konuşuyor kulak verelim.

Hayal ülkesinin koruyucu müdürü; -Şu çuvallar da ne var lan! gel buraya gel, gel…

Koruyucu müdürünün bağlı olduğu üst yönetici;-Vatandaşlarımızın dertleri bizim dertlerimizdir. Koruyucularımız ve diğer güvenlik kuvvetlerimizle halkımızın rahatı için çalışmaktayız.

Okullar yöneticiliği;- Üç yıl önce yapılmasına karar verdiğimiz sınavlar bundan böyle, akrabalarımız için kaldırılmıştır. Diğer vatandaşlarımız da bizimle akraba olabileceklerdir, bu hısımlık sağlandıktan sonra da sınavdan sorumlu olmayacaklardır.

Mahallede düzenden görevli kişi; -Herkes evlerinin önünü temizleyecektir. Temizlemeyenler üst yönetime bildirilecektir.

En üst yönetici; -Yurt dışına yapacağım seyahatte uçağımda, akrabalarımdan 50 temsilci vardır. bunlar, gittiğimiz ülkede mal satacaklardır.

Bilim temsilcisi; -Bu ülkede bilime yeteri kadar önem verildiği gibi, kütüphanelerinde de akrabalarımız için özel koltuklar ürettirdik. Onların rahat ve huzur içinde kitap seyretmeleri bizim en önemli görevimizdir.

Deprem sorumlusu; -ülkemizde deprem olmaması için, yer altında bulunan dağları, grayderlerimizle kırıp yerini değiştiriyoruz. Her şey halkımız içindir.

En üst yönetici; -Akrabalarım, 100 milyon dolarlık mal satmıştır. Ülkemi her şeyi ile satıyorum. Çok iyi şeyler olacak.

Orman yöneticisi; -Bütün akrabalarımız ormanlarımızdan istedikleri gibi yararlanabilmektedir. Madenlerimizin tamamı onlara kurban olsun. Ormanlardaki ağaçlık alanlar akrabalarımızın isteğine göre parsellenecektir, böylece halkımız rahat ve huzur içerisinde bir bayram daha geçirecektir.

Matematik profesörü;-Oğlumuzun Amerika da kazandığı okula gitmek için üst yöneticimiz izin vermiştir. Zaten, bu ülkenin bilim adamına değil üst yönetime hizmet edecek insanlara ihtiyacı vardır.

Tır Şoförü; -Yönetimin akrabaları için, karpuz, hıyar, domates yükledim.

Ziraat yöneticisi; -Genetiği değiştirilen ürünleri halkımıza yediriyoruz. Gayet iyi oluyor, böylece düşünme yetilerini kullanamıyorlar. Üst yöneticimiz çok memnun.

Ameliyat ustası ;-Akrabalarımızın bazı ameliyatlarını yaptırmaları için yurt dışına gönderdik. Bir rüya üzerine böyle davranıyoruz. Rüyada bize bildiriliyor ve biz gönderiyoruz.

Meyhane çalışanı; -Abi, vakit çok geç oldu, yarın erken açacağım daha. kapatıyoruz.

Üst yönetim avukatı; - Bu davalar bundan böyle üst yönetimin tetkiki ve talimatı ile açılacak, yargılayıcı heyette üst yönetimin uygun gördüğü gibi…

Üst yönetici; -Saygıdeğer akrabalarımın bayramını kutlarım. Hayırlara vesile olmasını dilerim.

Açılabilen yönetici; (Yarım saatlik konuşmasının ardından) –Yarından itibaren açılacağız. Açılmaktan kimseye bir zarar gelmez.

Alçalabilen üst yönetici yardımcısı; -Eğilin, eğilin üst yönetim geliyor. Benim gibi eğilin. Atlayın derse de, atlayıverin canım.

Mahallede düzenden görevli kişi; -Duydum ki, akrabamızın evinin önünü süpürmemişsin. Seni yargılayıcı heyete sevk ediyorum.

Evlatlar takip yönetimi; -Filanın oğlu daha şirket kuramamış, bu ne menem bir iştir. hemen elinden tutalım. Aklı başına gelsin hele…

Fabrika yöneticisi;- Sayın üst yöneticiye arzımızdır. teknolojimizi en üst seviyeye çıkardık, sayenizde ihracatımız arttı. Akrabalarımızın çocuklarını yurt dışında okuttuk. Şimdi bize yeni bir iş verdiniz onu da başarılı bir şekilde yapacağız, hiç endişeniz olmasın.

Hayal ülkesi, hayal ülkesi. Var mı senin gibisi…

1 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa -Kafalar- Değişmeli

Bir anayasa tartışmasıdır gidiyor. 12 Eylül 1980 askeri harekatından sonra teşekkül edilen Danışma Meclisi tarafından yapılan ve Halk Oyuna sunularak kaahır ekseriyetle kabul edilen Anayasa hakkında, ileri geri konuşmalar, var hızıyla gidiyor. “Tüm kötülüklerin anası” olarak kabul edilen bu anayasa yüzünden başımıza gelmedik kalmamış. Terör belası ona bağlanıyor, ülkemizdeki demokrasi eksikliği ona bağlanıyor, ekonomik az gelişmişlik ona bağlanıyor, fikir özgürlüğündeki kısıtlamalar ona bağlanıyor, bürokrasi ile halkın arasına konan kalın perdeler ona bağlanıyor, asgari ücretin düşük seviyesi anayasadan, milli eğitimin içinde bulunduğu durum anayasadan, tarımdaki verim ve üretim düşüklüğü anayasadan…. böyle bin sebep-sonuç sayılabilir tartışmalardan. Sivil anayasa lazımmış, askerin vesayetinden kurtulmak için anayasanın değiştirilmesi lazımmış, adalet görevlilerinin terfi ve atamalarının daha makul kriterlere göre yapılabilmesi için anayasanın değişmesi lazımmış, insanımızın birbirlerine olan saygısını tekrar kazandırabilmek için anayasanın değişmesi lazımmış…

Anayasalar değişmez kurallar mıdır ki, değiştirmek isteyenlerle, değiştiricilere karşı çıkanların kavgalarına şahit olmaktayız günlerdir. Habire yüksek sesle ve saygısızca tartışılan ve kimin ne dediği anlaşılamayan, gürültü arasında da belki söylenen bir iki güzel sözün havaya gittiğini biliyor musunuz. Değiştiremezsiniz diyenler mi vardır? değişime karşı çıkanlar mı vardır? nedir bu didişmeler, bu hır gür, bu hoyrat kavga. Anlıyoruz ki, belki de değişim yanlıları değişime karşılar.

Onlarca, yüzlerce kanun yapılmış, uygulanmış. Hangimiz bu kanunlardan haberdarız. Kanunları bilmeden kanunlara uygun yaşamışız yıllardır. Anayasayı bilmeden bu güne kadar yaşadığımız gibi. Bilmeden yaşamışız. Bilmeden. Türk insanının bazı gizli kalmış, zamanımız eğitiminin de sebebiyle derinlere kaçan hassaları vardı, İyilik, güzellik, hoş görme hususiyeti, yardımcı olma, misafir severlik, yetimi koruma, yoksula yardımcı olma, komşunun iyisinde kötüsünde, ırzında namusunda gözü olmamak, iyiye, doğruya, güzele yönelme, Hakka riayet, Hakka saygı, Hakkı tanıma..tüm bu hususiyetler anayasadan mı kaynaklanıyor du? insanımız anayasasını iyi bildiği için miydi bu özellikleri? heey anayasacılar, anayasayı değiştirince insanımıza bu özelliklerini yeniden kazandıracak mısınız?.

Bakınız, profesör Dr. Ahmet İNAM ne diyor; “anayasa insanların kafaları içinde de bulunur. Kafalarımızın içindeki anayasalar bozuk.”(*) sizler anayasayı değiştirince, insanların kafalarının içindeki anayasalarda mı değişecek. Söyler misiniz. Tarladan verimi en yüksek seviyede almanın yolu, tohumu atmazdan önce, tarlanın sürülmesi, temizlenmesi, gübrelenmesidir. Anayasayı değiştirmek isteyenler, değişime karşı değiliz, önce tarlayı sürün, gübresini verin, ayrık otlarını temizleyin.

Ağıza gelen her lafı söylemek, her kişinin işidir, derde derman olacak lafı etmekse er kişinin işidir. Bin düşün bir söyle derler. Bizde durum, bin söyle bir düşün şekline evrilmiş, değişen anayasa, konuşma özelliklerini de değiştirecek mi insanımızın? Yöneticilerimizin firensiz, pertavsız laflarına gem vuracak mı? güneş batıya kaçmadan düşünmeli, bir kez daha akla vurulmalı ve bir karara varılmalı, Mimar Sinan’ın minareyi düzeltmesi gibi, düzeltin, topluca inanalım ve anayasamızı topluca yapalım. Minarede eğrilik kalmasın.
(*) 17.06.2010 akşam

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...