19 Ağustos 2010 Perşembe

Ava Gidenler

Pek de sık olmayan bir zaman aralığı ile arkadaşlar toplanır ava giderdik. Kasabanın etrafında bulunan dağlarda, ormanın derinliklerinde avlanmak, spor ihtiyacımızı da karşılardı. Yürüyüşler kilometrelerce uzar, eşyalar ve avlanma araçlarının taşınması da cabası olunca terden sırılsıklam bir vaziyete gelene dek, gözlerimiz kararana dek, ayaklarda derman tükenene dek o tepe senin, bu tepe benim koşturur dururduk. Çoğu zaman karnımızın acıktığını bilemez, susuzluk ihtiyacını anlayamazdık. Dilimiz damağımıza yapıştığında ancak, birkaç yudum içerek serinler, rahatlardık. Köpeklerimiz durmadan burunlarını ileri doğru uzatır, bize, doğru istikameti gösterirlerdi. O tarafa gitmek ve dikkatli adım atmak, eller tetikte, gözler av arar vaziyette. Bu avcı hikayelerinin ortak yanıdır.

O gün, sabah gün ışımadan, av arkadaşlarımızla anlaştığımız üzere kahvede toplanılıp, çaylar içiliyorken, Nur Dede girdi içeri. Sabahın köründe sakal traşını olmuş, temiz ve güzel elbiselerini giymiş, ağarmış saçlarını taramış, vakur ama ezilmeyen Nur Dede. Kasaba ahalisinin saygı duyduğu, bir haceti olanın ilk müracaat ettiği, çözülemeyen problemlerin hal yeri, müşküllerin profesörü, muhtaçların sığınağı, zalimlerin korku dağı, öğrencilerin hocası, hocaların başöğretmeni Nur Dede. Hepimiz ayağa kalkarak buyur ettik. Çaylar söylendi. “Hayırdır gençler, yine av mı?” Bizi hiç tanımayan, ilk defa gören kişi bile, ava gideceğimizi anlar, bilir. Kıyafetlerimiz, silahlarımız,(kopay)köpeklerimiz… her haliyle ava gidileceğini anlatır. Nur Dede, soruyor. “Hayırdır gençler, ava mı?” gel de cevapla!. Çaylarımızı içerken içimizden en muzipi ve hatta en utangacımız Cevher; -“Nur Baba, ava gidiyoruz, sen de gel.” Büyük bir sessizlik kapladıktan sonra Cevher tekrarladı; “sende gel baba ne olur.” Belki de en büyük arzum, en önemli amacım Nur Baba ile birlikte olmak, onun gözlerine uzun uzun bakabilmek, onun söyleyeceği her kelimeyi hafızama kazıyabilmek di. Hemen atladım Cevherin teklifine; -“Lütfen Dede, Lütfen kırma Cevher’i, bizlerde isteriz senin gelmeni, eğer zamanın müsaitse gel lütfen.” Nasıl da söylediğimi hala bilemem bu cümleyi. Nur Dede, “Evlat ben size mani olurum, yürüyemem, sizin işiniz dağda yürümek, ben yapamam, mani olurum.” Bu cümle ile babanın bizimle gelmek istediği anlaşılıyordu. Heyecanlandım. “Nur Dedem” dedi, Ali. “Kasabayı çıkıp, dağa sarmadan önce, çoban çeşmesinin yanındaki çınarın altında, masamızı kurarız. Siz orada eğlenir, serinler, oturursunuz… buluşma yerimiz orası olur. Belli bir saate bizler orada buluşuruz. sizin yorulmanıza, hiç bir sebep olmaz, kabul mü?” Ne muhteşem bir ikna metodu. Zaten bizim kamp yerimiz orası. Nur dede; “eğer peşinizden koşturmayacaksam olabilir” dedi. İnanır mısınız, kahvede bulunan On Üç avcı arkadaş aynı anda zıpladı yukarı, kimi el çırptı, kimi Allah dedi, kimi gözlerini yumdu. Ne büyük mutluluk. Dedemiz bizimle ava geliyor.

Bir saat sonra çoban çeşmesinin yanındaki ulu çınarın altında masaları kurduk. Kahvaltı hazırlıkları yapıldı, çay kaynatıldı, son hazırlıklar yapıldı, Nur Dede ve ava katılmayacak üç kişi çınaraltında kaldı. On Üç avcı Dörde bölünüp Dört yana, köpeklerle birlikte ayrıldık. Çınar altına kurulan oba da, yiyecek içecek her şey olduğundan, Dede’ye hizmet edecek üç kişi de olduğu için gönül rahatlığı ile dağa yürüdük. Aşağı yukarı Beş saatlik bir yürüyüş olacak dı.


Üç avcı ve iki av köpeği en bereketli avlaktan eli boş dönüyoruz. Çınara yaklaştık. Çeşmeden akan suyun gölet yaptığı aşağıda, suya girip yıkandık. Ter toz-toprak bırakıldı orada. Sırt çantamızda bulanan temiz çamaşırları giydik. Temizlendik. Bari diğer arkadaşlar dolu gelseler di. Biraz da utanarak selam verip oturduk. Hoş-beş ten sonra, ellerimizin boş olduğunu, verimsiz bir av geçirdiğimizi anlattık. “Olur” dendi. Olurdu da, misafirimiz vardı. Bir tavşan, birkaç keklik fena olmazdı. İkinci, üçüncü grupta eli boş geldi. Çeşitli bahaneler söylediler. Yok ‘sen atacaktın’, yok ‘erken sıktın gibi’. Kasabadan getirdiğimiz sebzeler, et, pilav malzemesi, meyveler ve içeceklerle akşam yemeği hazırlığı başladı. Son grup elemanları da göründü uzaktan. “Geliyorlar” dedim. Herkes o yöne doğru baktı. Avcıların yanlarında sallanmasını beklediğimiz, kemerlerine bağlı ‘av’lara baktık. Boştu maalesef. Onlarda elleri boş dönmüşlerdi. Yıllardır bu bölgede avlanırız, ilk defa böylesi bir mahcubiyet yaşıyoruz.

Akşam yemeği hazırlıkları yapılırken, çınarın tüm dallarına sığırcık kuşlarının dolduğunu gördük. Avdan eli boş döndük, sığırcıklar kendi ayakları ile geliyorlardı. Bir süre sonra ağaçta yapraklarından daha fazla kuş dolmuş, ötüşüyorlar dı, oynaşıyorlar dı. Ben diyeyim yüzbin, siz deyin bir milyon kuş. Çınarın tüm dalları kuşlardan görünmez olmuştu. Cevher, yine muzipliğini yaptı. Yanıma gelerek, “eli boş avcılara av gönderdi. Nur Dede” dedi. “Şimdi hepimiz birden aynı anda ateş edersek birkaç çuval kuşu avlarız. Var mısın” dedi. “Dur hele, fena fikir değil, fakat ne dedin sen, Nur dede mi gönderdi dedin?” “evet, öyle dedim.”, “madem öyle, otomatiği Dede’ye verelim. O, sıksın.” Avcılarla, ava geldiyse bu hakkıdır onun. Hiç olmazsa bir kere bu zevki tatsın.” Kendi halinde otururken, yemek hazırlığı yapan arkadaşları seyre dalmışken Dede’ye bunu söylemek bana düştü. Teklifi yaptığım da, diğer arkadaşlar da destekledi, Nur Dede; “oğlum ben ne anlarım avdan, silahtan” diyerek red etti önce. O kadar ısrarcı olduk ki, kıramadı. Sekiz fişekli otomatiği verdik Dede’ye. “Şuraya mı basacağım.” Dedi. Tarif ettik. Dipçiği dayadı omzuna, “Bismillah” deyip bastı tetiğe. Tüm fişekler boşaldı. Büyük gürültü koptu. Etrafta kanat sesleri. Kuş bağırtıları. On altı arkadaş afallamış, gökyüzüne baka kaldık.

Bir tane bile kuş düşmemişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...