7 Temmuz 2010 Çarşamba

Turhan’ın Türkü’sü

Onbeş - yirmi metre kare bir oda. İçeride yatak görevini de gören bir kolçaklı kanepe, duvarın bir tarafına iyice sıkıştırılmış 1990 model rengi uçuk bir bilgisayar, koli kartonundan kesilerek şekil verilmiş ve duvardaki çiviye asılmış seccade, diğer duvara montajlanmış kitaplık, alabildiğince eski-yeni kitaplar istif edilmiş, bazı kitaplar kanepenin üzerine bırakılmış, bir iki tanesi de masanın üstüne atılmış adeta, kapı arkasındaki küçük karton kutunun içerisine eski gazeteler sıkıştırılmış, gazetelerin bir kısmının kesildiği anlaşılıyor, ortada küçük bir masa, iki iskemle, etrafta su şişeleri, kap-kacak, bardaklar… pencere Batıya bakıyor. Gün batımında, içerisi mahşeri kızıllık. Tuvalet ve su ihtiyacı dışarıdan karşılanıyor. Bilgisayarında, sayısını bilemem ama mebzul miktarda Türkü yüklü. Hoparlorlerden cızırtılı gelse de ses, ortamın havasına uygun olduğundan müzik dışındaki sesler duyulmuyor.
İşte bu gördüğünüz, Turhan Sarayında üç yıl boyunca Türkü dinledik biz. Sabahtan akşama, geceden sabaha, her gün yirmi dört saat. Üç yıl bu, dile kolay.
Turhan dedim de, üniversite tahsilini takiben başladığı memuriyetini devam ettiremedi. Amirleri ile kavgalı, arkadaşları ile anlaşamaz, daireye gelen iş takipçileri ile başı dertte… olmadı, olamadı. Hadi bee.. deyip, bıraktı memuriyeti. “Bir baş, tek mide değil mi? nasıl olsa doyarız” şeklinde düşünüp, onlara muhtaç olmadığını gösterdi. Bir daha da uğramadı oraya. Artık memur değildi. Günlük iaşesini temin maksadıyla, ufak-tefek işler yaptı. Esnafla kurduğu yakın diyalog sayesinde onların işlerine yaptığı küçük yardımlar karşılığı aldığı üç-beş kuruşla bir süre idare etti. Çok da mutluydu o günlerde. Birkaç saatini işe ayırıyor, geri kalan zamanlar da ise, kiraladığı, dükkandan bozuntu küçük odada kendini okumaya, düşünmeye veriyordu. Uzlet hayatı. Uzlet hayatına geçerken, kapıyı açıp kendini hasretle odaya atıyordu, her gün. Önce, küçük pencereyi ve kapıyı açıp, bir güzel havalandırdıktan sonra, tekrar kapatıp, perdeyi de çekerek kendi ile baş başa kalıyordu. Saatler boyu. Kiraladığı odanın bir güzel yanı da, asla dışarıdan ses duyulmazdı. Kimse onu rahatsız edemezdi.
İki yıl kadar sürdü bu hayat. Sonra, arkadaşlarının da yardımı ile yeniden memuriyete girdi. Neresidir, hangi memuriyettir, sormayın. Doğrusu önemi de yok. 25. Yılı doldurduğu gün emekli oldu. Memuriyet bu kez uğurlu gelmişti. Daha memuriyetinin birinci ayında evlendi. Asaleti tasdik edildiği gün büyük kızı dünyaya geldi. İkinci yılında da ikinci kızı. Dünya güzelleri kızları ve cefakar karısı ile tadına doyulmaz upuzun 23 yıl yaşadılar. Kızlar üniversiteyi bitirdiler, evlendiler, iş güç sahibi oldular. Sevgili karısı ise, 23. Yılın sonunda dünyayı terk etti. Emeklilik ikramiyesi ile kızlarının düğünlerini yaptı. Yetmedi parası, borçlandı. Ödeyemedi. Senet, tahsilat, avukat, haciz… derken elde avuçta ne var ne yok hepsi gitti. Sanki “uzlet hayatı” yeniden başlıyordu.
“Turhan sarayı” dediğimiz odayı, işte bu olaylardan sonra tuttu. Yine kendini kitaplara, Türkülere, düşünmeye verdi. Bu sefer iş yapmasına da gerek yoktu. Tekaüt maaşı borç taksitlerini de ödedikten sonra onu idare ediyordu.
Turhan sarayı bizim için de bir sığınılacak yer, bir kaçış noktası… geceler boyu süren sohbetler, sohbete iştirak eden Türküler.
“Çarşamba’nın ortasında akıyor ırmak/Her yiğidin kârı değil sözünde durmak”. Türküler, dinledikçe manaları yeniden yeniden açılan muhteşem medeniyet tasavvurları… dantel dantel işlenen, ses ve mana yumakları. Koca bir medeniyeti taşıyan kültür köprüsü. İnşası asırlar süren, tarih çemberi. “Her yiğidin kârı değil sözünde durmak” neler neler bulurduk bu dizede. -sözünde durmak- sonunda, “verilen sözün” nerelere vardığını anlatmak o kadar zor ki, “Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?” sorusuna, verilen cevabın, “verilen söz” olduğunda karar kılmıştık. “Evet şahit olduk ki, Rabbimizsin.”(*) Sonra gözlerde yaş, söz verdik mi, sözümüzde durduk mu? heyhat! Bu sözde, sözünde duracak yiğitlerden değilim. Benim kârım değil. Turhan’da katılıyor bu fikre.
“Sular durulur derler/Güzel sorulur derler/Yari gönlünde ara/Arayan bulur derler”. Bu Türkü çalmaya başlayınca, dinleyicilerin hemen tamamında bir coşma, bir oynama havası belirmektedir. Orta Anadolu’nun bozkırından esinlenen, çekirge sıçrayışlı, tarla kuşunun yem yemesi kıvraklığının nakşedildiği müziğinin, ruhlar üzerinde meydana getirdiği rehavetiyle, sözler zamanla dimağa yerleşmektedir. “Yari gönlünde ara” “Arayan bulur”, Hz. Mevlana’nın binlerce beyitlik Mesnevisinde anlattığı “ancak gönülde aranacağı” değil miydi? Yunus’un, Mısrî’nin ve daha nice gönül erlerinin anlattığı, “gönülde bulunacağı” değil miydi? …
İşte, Turhan yine ağlıyordu. Göz yaşlarını silmeye, gizlemeye gerek görmeden “yok, yok” dedi. “kesin olarak söylüyorum ki, Türkülerimiz abdestsiz asla dinlenilmez, çarpılır insan.”
(*)A’raf/172

1 yorum:

  1. Milliyet Blog'da yayınladığım bu yazıya bir dostumuz şu yorumu yaptı:


    Gazi Çevik:

    Türkü; Türk’ün gönül dilinin yüreğe işleyen ezgi ile bütünleşmesi, bağlamanın dert ortaklığı eşliğinde sevdanın, hasretin, sılanın, özlemle bekleyişin en duru, içten ve özlü anlatımı. Türküler kadar sevdalı, türküler kadar dostça, türküler kadar Türk'çe yaşamak dileklerimle...

    Mustafa Çalık da "Türk'ün imanını tazelemesi için Kelime-i Şehadet'in yanında türkü dinlemesi veya söylemesi gerekir." demişti.

    YanıtlaSil

Aslan, Fare.. Kedi...

  Aslanın sindiği, sinmek yanlış oldu, köşesine çekildiği zamanlarda, farelerin kükremesi doğaldır. Fare kükreyince yine doğal olarak, kedi ...